İçeriğe geç

Ankara – İstanbul Kara Treni Kitap Alıntıları – Ahmet Erhan

Ahmet Erhan kitaplarından Ankara – İstanbul Kara Treni kitap alıntıları sizlerle…

Ankara – İstanbul Kara Treni Kitap Alıntıları

Ama hizaya sokulmaz ki hüznüm benim
En sarsak çocuğuyum solgun bir devrimin
İnan bana oğlum, ölmek bir şey değil, acı olan o ölümü yaşamın içinde sürekli yinelenen bir duygu olarak algılamak.
Bana acımanı değil, sevmeni isterim.
Belki, seni de kuşatan bu iğrenç dünyada sonsuza dek nefret etmeni.
Ama acıma! İlle de bir yargıya ulaşmak istiyorsan, bağışla beni. Çünkü bağışlanabilecek pek çok şey yaptım…
Deniz… Oğlum…
Her insanın içinde ayrı bir dünya, ayrı bir kişilik taşıdığını düşün.
Senin baban bu.
Hiç kimseyi öldürmedi. Köşe başlarında uyuşturucu satmadı çocuklara, Hiroşima’ya atılan bombayı o yaratmadı. Düşmanlarında bile hep bir iyi yön arayıp durdu…
Asıl önemlisi, yaşamda hep aptalca bir başarı hırsı taşımak yerine, yaşamayı, yalnızca yaşamayı başarmaya çalıştı.
Belki de yanıldı.
Bu bir seçimdir oğlum. Bu seçimin anlamı üzerine bir gün düşünmeni isterim.
Ve asıl önemlisi, kendi yolunda yürümeni…
Adı ‘Deniz’ olan oğlum.
Sardunya çiçeğin, çakıl taşım, yakamozum.
..
Sen ki, şu anda kağıtların üstüne düşen iki damla gözyaşı kadar gerçeksin.
Farkında bile olmadan, insanları sevmek, anlamaya çalışmak gerektiğini bana bir kez daha hatırlattın. Şimdi bunu senden istemeye hakkım yok mu? Düşün ki, seninle birlikte büyüdüm ben.

Bir şey daha, “Deniz, Unutma Adını” adlı kitabımın arka kapağındaki o baba fotoğrafı, dağlar dağı sevincin, uçurumlar uçurumu acının iç içe girmiş görüntüsüdür. Bir gün bunları sende birleştireceğimi, hayatımın belki de tek anlamını sana indirgeyeceğimi nerden bilebilirdim…

Yalnızlık soğuk oğlum..”
“Onu sanki gençliğimde yitirdim, olgunluk çağımda yeniden buldum; o artık yokken! Her erkeğin, bu arada babamın da mutluluğu yakalamak için yanlış yollara da sapmaya hakkı olduğunu ancak saçlarıma aklar düştüğü zaman anladım. Ancak o zaman onun yanlışlarına saygı duymaya başladım.”
Amin Maalouf
Yine de “Dağlara gel dağlara” türküsünü bir ‘zılgıt’ eşliğinde çağırmanın anlamsız olduğunu düşünüyorum. ‘Barış’ı ve ‘Kardeşlik’i terennüm ediyorum. Niye ve her şeye rağmen, bir Türk olduğum halde devletle aramdaki mesafe büyüdükçe büyüyor.
Kimilerine dağlarda ölmek, bizeyse bu bumerang oyununda cinnetin eşiğine gidip gelmek düşüyor. Artık iyice inanıyorum ki, bu ülkede doğan her çocuğa bir serum şişesi aracılığıyla, önce ölümün, sonra belleksizliğin iksiri şırınga ediliyor.. T.C. bir kere daha yanılıyor.
Yağmurun her damlasının kalbime bir bıçak gibi batması niye? Çoluğum çocuğum, evim ve işim var. Ama niye? Sanki doğma büyüme ‘ölüm’ yakasındayım. Yağmuru bile bir bıçak gibi algılamak zorunda mıyım?”

Ankara’nın yağmurları -bilen bilir- insanın kalbine kalbine vurur, hedef şaşırmaz. Çoluk çocuk, ev ve iş kalır geride, bir de öldürmeyen ama süründüren ülke.”
Yine bir hayat kurulur ve zannımca Ahmet Erhan orada da yerini bulurdu.
En iyisi, yine ‘bir şiirde’ kendimi öldürmekti.
…bu dünyada acı çeken tek bir insan yoktur, diyebildiğim zaman
İşte o zaman ölebilirim
Toprağımda bir çığlık olur da büyür yaşama sevincim”
Bir çığlık büyür mü, büyüyebilir mi, bilmem. Bütün bir yaşamdan arta kalan o çığlık adına bile olsa, şiirin önünde saygıyla eğiliyorum. O çığlık bile bir umut olabilir çünkü. Çünkü bütün uçurumların bir doruğu, bütün umutsuzlukların bile bir umudu vardır. Yeter ki içten ve insanca olsun.
Kendi çağımı anlamaya çalışırken, her şeyden önce kendi yaşamımın her anına sahip çıkma gibi bir tutkum var.
İnsan hiçbir dönemde böylesine geri plana itilmedi, kendi yarattığı değerlere böylesine yabancılaşmadı ve o değerleri çoğunlukla bir din boyutuna indirgeyerek düşünce kalıpları, yaşama biçimleri yaratmadı. Gerçek engizisyon, çağımızda yaşanmaktadır.”
Şair, dünya sana küsmüş diyorlar
Sen barışmazken kendinle bile
Her varlık beyninin bir uzantısı olsa neye yarar
Çığrından çıkmış bu evrende?
Bir âna sığan zamanın/ Şiirini yazmak isterim/ Ya da bir çağı sürükleyen duyguların… / Kitaplardan alıntı mı yapayım? / Noterden onaylı belgeler mi dağıtayım? / Nereden başlasam bilmem ki? / Her şeyi anlatmak gelir içimden / Ve sonra çekip gitmek
Ankara garından İstanbul’a günde beş tren kalkıyor: mavi tren iki kez, Anadolu-Boğaziçi iki kez, Fatih Ekspresi bir kez… Karatren yok, diyorlar. Arkadaşlarımı götüren trenin adı tarifelerde geçmiyor.
Ankara güzel değil artık, bir zamanlar güzel miydi bilmiyorum. Ama seviyorum onu. Meşrûtiyet Caddesi’nin Atatürk Bulvarına kavuşması gibi, tarihi hep kendilerine mal etmelerini seviyorum..
Devleti kendine zırh kılmış bir kentte yaşamak gerçekten zordur. Ankara, çıldırmaya en uygun mekândır. Türkiye’nin başkentidir. Devletimizin sarsılmaz gücü önce Ankaralılar üzerinde sınanır. Ayrıca Ankara, trafiğin her gün bir devlet büyüğü geçiyor diye tıkandığı tek kenttir.”
Çok özledim
Kesik kol yalnızlığı derler ya,işte öyle
En iyisi yine bir şiirde kendimi öldürmekti..
Şair,dünya sana küsmüş diyorlar..
Enlemleri boylamları birbirine karıştırdığın için .bizimle uzlaşmadı diye bağırıyor dini bütün olanlar,sonun kötüye varacak,bildiririm..
Düzyazı şiirin tökezlemesidir
Ama hiçbir yara izi yok dizlerimde..”
Ama hizaya sokulmaz ki hüznüm benim
En sarsak çocuğuyum solgun bir devrimin
En iyisi, yine ‘bir şiirde’ kendimi öldürmekti
Bense hep kendimin yükseklik korkusu olan bir uçurum çocuğu olduğumu düşündüm, hâlâ düşünürüm.
Görmese de Altıok Metin oğul veren günleri/ Toprağın tavından sezip kemikleri şenlenir.
Ölülerimizi artık doğum günlerinde analım. Çünkü o kadar çok öldük ki
Kalbim bir Kimsesizler Mezarlığı olmuş da benim haberim yokmuş.
Sanki doğma büyüme ‘ölüm’ yakasındayım.
Özel günlerden nefret ederim.
Yeraltına alışkın ruhum, bir de ”göğe bakma duraklarında ” pineklesin bakalım. Dikiş tutmaz gönlüm ise, boğazıma düğümlenen taşları temizleyemese de, öyle kalsın. Sevgili dünya bunu bana çok görmesin. Çünkü ömrüm, Ninja Kaplumbağalar gibi hep yeraltında geçti.
– “Blowin in the Wind”i örneğin sonuna kadar bağırtarak apartmanı orta şiddette bir depreme uğrattığım ne çabuk unutuldu.
Çünkü bütün uçurumların bir doruğu, bütün umutsuzlukların bir umudu vardır. Yeter ki içten ve insanca olsun.
( ) peki sen ne yaptın, ne yapıyorsun diye soracaksınız şimdi. Her şeyden önce bu çağı anlamaya çalışıyorum.
Kendi sularınca boğulan bir denizim ben / Kendi taşlarınca zaptedilen bir kale.

Başımı avuçlarıma alıp sıksam ne olur / Çıkarabilir miyim beynimdeki o kara suyu? / Bir çiçek tarlasına dönüştürebilir miyim / Aylardır önünde durduğum bu dipsiz uçurumu?

Aklımda kayalar kopuyor, duvarlar yıkılıyor / Yüreğimde, kuruyan bir ırmağın yatağındaki boşluk
Askerlikte ya da şehirlerarası otobüslerde sorulan ilk sorunun Hemşerim, nerelisin? olduğunu biliyorum. Ancak, kendi belirlemediğim bir coğrafyaya ve o coğrafyanın yarattığı tarih bilincine düşünsel anlamda hiçbir katkım yok. Bu nedenle, bir yerin hemşerisi değilim; yalnızca içinde bulunduğum zaman ve mekân ilgilendiriyor beni.
En iyisi, yine ‘bir şiirde’ kendimi öldürmekti
Telefonumun nasıl çalındığını duymak için kendimi dışarıdan aradım az önce.
Boğuk ve yalnız bir telefondu.
Kendi hatırımı sordum:
İyiydim. Çok iyiydim.
Adımı kime söylesem, mahcup bir duraksama.
Ölüm bile hatırlamıyor artık beni.
Yaşamını ve şiirini insanın varlığına dayamış, insanın böylesine acımasız bir çağda yaşadığının bilincinde olan birinden iyimserlik beklemek ne derece doğru olur?
Geçenlerde bir arkadaş, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en karamsar şairisin, dedi bana. O bunu bir eleştiri olarak söyledi ama ben övgü olarak alacaktım az daha. Ya bir de -hele böylesi bir çağda- en iyimser şairisin deseydi
Çiçekçi bana bir gül ver / Sevgilime değil, bir ölü için
Asıl önemlisi, gelecek güzel günler derken, şu anda içinde bulunduğumuz günleri yitiriyoruz gibi geliyor bana.
Acı bile sustu artık / Yağmur, ağıt yak ardımdan
Şair, toplumun öncüsü değil, o toplumda yaşayan, o toplumun sancılarını duyan biridir yalnızca.
Şiir, insanın en gerçek, en dolaysız, en özlü eylemlerinden biridir. Geberesiye yalnız olduğumuz anlarda bile, bu dünyada en azından bizim gibi acı çeken birilerinin olduğunu şiir aracılığıyla kavrarız.
Her şeyi anlatmak gelir içimden / Ve sonra çekip gitmek
Bizim o çok serseri görünen evcil yalnızlığımızı seviyorum.
“aylardır kendimle ateşkes planları yapıyorum..”
Çağımızda insan kendi bireyleğini koruyamamaktadır. Bu çağ, insandan standart bir yaşam biçimi istemektedir. İnsana kendi olma hakkını tanımamaktadır.
Herkesin kendince bir dünyası vardı.
Uçurumlarımı hayatla doldurmaktan başka çarem yok.
Şair, toplumun öncüsü değil, o toplumda yaşayan, toplumun sancılarını duyan biridir yalnızca.
Bu acımasız, insan varlığına aykırı olarak gelişen bu çağla uzlaşmamaktır gerçek şiirin tavrı, uzlaşmamak olmalıdır. ( )
Değil dünyayla kendiyle bile uzlaşan birinin şiire gereksinim duymayacağına inanıyorum.
Seni düşünmek sonsuz bir uykusuzluğun bahanesi oldu.
bizim o çok serseri görünen evcil yalnızlığımızı seviyorum..
yüreğimin üstünde taşıdığım gülümseyen bir resimsin.
onu sanki gençliğimde yitirdim, olgunluk çağımda yeniden buldum; o artık yokken!
bense hep kendimin yükseklik korkusu olan bir uçurum olduğumu düşündüm, hâlâ düşünürüm.
ölülerimizi artık doğum günlerinde analım. çünkü o kadar çok öldük ki
ruhumun göçebeliği, eşyanın ve bedenin göçebeliğine tekabül etmiyor.
keşke bu kadar erken yaşlanmasaydım.
en iyisi , yine ‘bir şiirde’ kendimi öldürmekti
adımı kime söylesem mahcup bir duraksama.
ölüm bile hatırlamıyor artık beni.
kendi sularınca boğulan bir denizim ben/ kendi taşlarınca zapt edilen bir kale.
şair dünya sana küsmüş diyorlar/ sen barışmazken kendinle bile
nerden başlasam bilmem ki?/ her şeyi anlatmak gelir içimden/ ve sonra çekip gitmek
bir âna sığan zamanın/şiirini yazmak isterim/ya da bir çağı sürükleyen duyguların
bizim o çok serseri görünen evcil yalnızlığımızı seviyorum.
dünya hâlâ dönüyormuş — öyle diyorlar
seyrelir içimde rengini unuttuğum bir su
İsteyen herkes kendine vakti gelince bir uçurum bulur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir