D. H. Lawrence kitaplarından Anka Kuşu kitap alıntıları sizlerle…
Anka Kuşu Kitap Alıntıları
Hiçbir şey için “Benimdir” deme. Sadece de ki: “Yanımdadır ”. Çünkü ne altın, ne toprak, ne sevgili, ne hayat, ne ölüm, ne huzur, ne de keder… Daima seninle kalmaz.
İnsanlar eşit değildir, hiç bir zaman eşit olmadılar, olmayacaklar da
”Ne derler, adam yoldan geçerken bakmış bir köpeği dövüyorlar: Dur! dövme! bir arkadaşın ruhu bu, sesinden tanıdım; diye bağırmış. ”
” ruhun ruha, gövdenin gövdeye koşmasıdır sevgi. ”
Garip bir hayvandır insanoğlu. Kendini şişirmekle büzmekle yüzyıllar geçirir, en sonunda da kendi boyutlarıyla yetinmek zorunda kalır, ne sonsuz ölçüde daha büyük, ne de sonsuz ölçüde daha küçük. Traji-komiktir insan. Doymak bilmez her şey olma isteği, ona kendisi de olabileceğini temelli unutturmuştur.
Tedirginiz, çünkü şimdiki biçimiyle hoşnut değiliz bu uygarlıktan.
Alışkanlık! Tanrı bir insan alışkanlığı olmuştur.
İnsanlar yaşamdan ne anladıkları konusunda düşünceler edinirler, sonra yaşamı düşündükleri örneğe uydurmak isterler.
“Ben, canlı insan, birbirine uymaz parçaların çok garip bir toplamıyım. Benim bugünkü evetim, dünkü evetimden garip ölçüde başkadır. Yarınki gözyaşlarımın bir yıl önceki gözyaşlarımla hiçbir ilgisi yoktur. ( ) Bütün bu değişmeyle belli bir bütünlüğü sürdürürüm. Ama parmağımı bile dokundurursam bu bütünlüğe, yandığım gündür.”
Ben, canlı insan, birbirine uymaz parçaların çok garip bir toplamıyım. Benim bugünkü evetim, dünkü evetimden garip ölçüde başkadır. Yarınki gözyaşlarımın bir yıl önceki gözyaşlarımla hiçbir ilgisi yoktur. Sevdiğim kişi değişmemişse, değişmezse, onu sevmekten cayacağım. Ancak beni bir değişikliğe salarak süre durumumu sarstığı için, benim değişmemle kendi süre durumu da sarsıntıya uğradığı için, ona sevgimi sürdürebilirim. Kaskatı duracaksa, bir biberliği severim daha iyi.
Belimizi kırılmaktan kurtarmak istiyorsak, bütün mülkümüzü yere indirip onsuz yürümeyi öğrenmeliyiz.
Bir gün, bir yerde insan uyanacak, mülkün yalnız kullanılacak bir şey olduğunu, edinilecek bir şey olmadığını anlayacaktır. Sahip olma duygusunun bir ruh sayrılığı, kendiliğinden benlik için umulmaz bir yük olduğunu anlayacaktır. Benim , bizim zamirleri bütün o gizemli anlamlarını yitireceklerdir.
İnsanın bütün ruhu hiçbir zaman tek eyleme, tek coşkuya adanmamalı, yaşam etkinliği hiçbir zaman değişmez bir etkinliğe indirgenmemeli, değişmez yön diye bir şey olmamalıdır.
Her şey bir Yüce Varlık’tan gelmektedir, Tek bir Özdeşlik taşır.
Pek Güzel. Ama bu Yüce Varlığı gözümüz tutmuyor pek. Sokaktaki adama çok benziyor. Bu Yüce Varlık, bu Anima Mundi, bu Logos, insan gereksinmelerini karşılamak üzere uydurulmuş bir şeydir yüzde yüz.
İnsanlar eşit değildir, hiçbir zaman eşit olmadılar, olmayacaklar da, gülünç bir insanca Ülkü’nün sözde her şeye yön verdiği durumlarda olurlar belki
Çiçekleri sevmek yanlış anlaşılabilecek bir şeydir. Çoğu kadınlar çiçekleri, edinilecek bir nesne, bir süs olarak severler. Bir çiçeğe bakıp, bir an şaşkınlık duyup, sonra da yürüyüp gitmek gelmez ellerinden. İlgilerini çeken bir çiçek gördüler mi, hemen koparmak, yolmak isterler. Edinmek! Edinilmiş bir nesne! Bana eklenen yeni bir şey! Bugünkü sözde çiçek sevgilerinin çoğu, edinme duygusunun, bencilliğin bu uzantısından başka bir şey değildir: bende olan bir şey: beni süsleyen bir şey
İçebildiğince içmesi suç değildir kişinin, yeter ki bir uşağın yardımını istemeden evinin yolunu bulabilsin. Yaşlanmaz, beli bükülmez böylesinin.
Bir düşünce serüvencisidir insan.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Tanrı yoktur, dediği zaman, söylemek istediği şudur: Yaşam konusunda hiç kimse benden daha çok bilemez, dolayısıyla hiç kimsenin öğütle kafamı şişirmesini istemem.
Bir kitabın en kötü yanı da kapaklarla örtülü olmasıdır.
Kimi kişiler in insan olduğunu söylemek pek güçtür.
nesneler karşıtlıktan doğan gerilimle varlık kazanırlar.
Bir düşünce serüvencisidir insan.
Tanrılar yok etmek istedikleri kimseleri ilkin deli ederler. Biz de kendi taşıdığımız benliğe karşı artık istemediğimiz bu benliğe son bile vermeden duyduğumuz bilinçaltı tepki ile eyleme zorlanarak böyle deliririz.
Sonsuzluk varış değildir. Çıkmazlığı yönünden dipsiz bir kuyuyu andırır. Sevginin sonsuzluğu da bir çıkmazdan, bir dipsiz kuyudan başka nedir ki?
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Kesin anlamda bir yolculuktur sevgi. ,Yolculuk varmaktan yeğdir. demiş birisi.İnançsızlığın ta kendisidir bu. Sevginin yüzde yüz egemenliğine inanmaktır. Oysa doğası gereği görecelidir sevgi. Sevgi varış yollarına inanmaktır, ereğe değil. Sözün kesin anlamıyla güce inanmaktır. Birleştirici bir güçtür sevgi.
Ben, canlı insan, birbirine uymaz parçaların çok garip bir toplamıyım. Benim bugünkü evetim, dünkü evetimden garip ölçüde başkadır. Yarınki gözyaşlarımın bir yıl önceki gözyaşlarımla hiçbir ilgisi yoktur. Sevdiğim kimse değişmemişse, değişmezse, onu sevmekten cayacağım. Ancak beni bir değişikliğe salarak süre durumumu sarstığı için, benim değişmemle kendi süre durumu da sarsıntıya uğradığı için, ona sevgimi sürdürebilirim. Kaskatı duracaksa, bir biberliği severim daha iyi.
Çağdaş insan, kendi doğal benliğini yeniden kazanmalı, her insan, en başta kendisi, yalnız kendisi olmalıdır. Her erkek kendisi, her kadın kendisi. Hiç kimse, birtakım soyut ülkülerle başkalarının varlığına yön vermeye kalkışmamalıdır. Bu da bireylerin maddeci-mekanik düzenin yapay tutkularından arınmaları, ruhun, doğal benliğin özgürlüğü yolunda bir savaş açmaları ile olur. Maddeci-mekanik düzen, bireyin özvarlığını, özyaşamını gerçekleştirmesi için bir araç olmalıdır ancak. Gerçek insan yaşamı hiçbir belli ülküye adanamaz, yöneltilemez.
Başlangıç ile sonun ortasında insan, yaratan ile yaratılanın ortasında, bir öbür acunun ortasında, ikisini de aşan. İnsan geriye bağlıdır hep. Kendi kendini yaratamaz. Hiç bir an kendi kendini yaratamaz. Ama yaratana boyun eğer, her şeyin kendisinden çıktığı ilk bilinmeze. Kendimize yeterli ya da kendi kendimizi bütünler değiliz. Bilinmezden kopup gelmekteyiz her an. Varlığımızın ilk gerçeği bu, en büyük gerçeği. Bu temel gerçek üstünde durur bütün bilgimiz. Biz, ilk bilinmezden geliyoruz.
Çağdaş kadının acıklı durumudur bu. Horozlanır , yaşamının bütün tutkusunu, gücünü, yıllarını bir çaba, bir direnme uğruna tüketir, bunu yaparken göz önünde tutması gereken eksik yanını da hep görmezden gelir . Horozlanır, ama ne yaparsa yapsın, gene tavuktur o. Kendi tavuk benliğinden ürküp seçimlere, toplum yararına etkinliklere, iş alanlarına atılır. Erkeklikte erkekleri bile gölgede bırakmakta olağanüstüdür . Ama ne yazık ki temele uymayan, havada kalan bir gerçektir bu. Bütünüyle bir çalımdır , alın yazısı bir tutukluğa, acıya , yıkıma varacaktır bu çalımın, enin de sonunda çökecektir. O zaman kadın yumurtladıklarına, oylara, yazı makinasında yazılmış kilometrelerce yazıya, iş alanında tükettiği yıllara bakınca, birden bütün yaptıklarının kendisi için bir hiç olduğunu görecektir. Çünkü horoz değildir , tavuktur o. Bütün bunlar tavuksu benliğinin sınırları dışında kalır birden, yaşamını boşa tüketmiş olduğunu görür. Her dişinin gerçek mutluluğu olan o sevimli tavuksu güven, tavukça inanç yabancısıdır onun: yaşamına hiç girmemiştir çünkü. Yaşamını en yorucu etkinliklerle, horozlanmakla geçirmeye yeltenirken evdeki pirinçten olmuştur. Hiçlik!
“ Göklerin yaşamıdır kuşlar, uçarken göğün düşüncelerini çizerler. “
Sevgi, yakınlık suçtu sanki gözünde.
“ Her hayvan küsüp öldürmez kendini. “
Bir kitabın en kötü yanı da kapaklarla örtülü olmasıdır.
Kutsal sevgi benlik tanımaz, kendi çıkarını gözetmez.
Ama her şey bir sevgi bağında birleştirilirse, sevgi diye bir şey kalmaz artık.
Sevgi, varış yollarına inanmaktır, ereğe değil.
Belli bir birim olmaktan başka hiçbir niteliği bulunmayan bireylerden yığınlar kurulabilir ancak, sağlam yapılı toplumlar değil.
Kadınlar budala değil, ama şu ya da bu örneğe göre yaşamak zorunda duyarlar kendilerini. Erkeklerin budala olduğunu bilir onlar. Örneğe saygı duymazlar gerçekte. Ama bir örnekleri de olsun isterler, onsuz var olamazlar.
Düşen her şey yerçekiminin etkisiyle düşer. Ama yer yuvarlağı, bu çekime karşıt bir güçle ayı kendisinden öte fırlatarak sonsuz zamanlar boyunca karşısında tutmamış mıdır? Sevgi de böyledir. Yaratma sevinci içinde ruhun ruha, gövdenin gövdeye koşmasıdır sevgi.
Yaşamın gerçeği, kadınların erkeğin koyduğu örneğe göre davranmak zorunda olmalarıdır. Bir kadın erkeğe en güzel şeylerini, ancak o erkek kendisine, uyabileceği en doyurucu örneği sunduğu zaman verir Tuh! Erkekler ne budala. Kadınlardan bir şey istiyorlarsa, kadınlara saygıdeğer, doyurucu bir kadınlık kavramı sunsunlar..
Kadınlar budala değildir. Erkekçe olmasa bile, kendilerine özgü bir mantıkları vardır. Kadınlarda duygunun mantığı vardır, erkeklerde ise aklın mantığı. İkisi birbirinin bütünleyicisi, çoğunlukla da karşıtıdır. Ama kadının duygu mantığı, erkeğin akıl mantığından hiç de daha az gerçek, daha az yaman değildir. Yalnız işleyişi başkadır.
Damarlarında bir kadının tutuşturduğu küçücük bir ateş taşıyan erkekten daha iyi, daha başarılı çalışan kimse yoktur. Sevmeyen hiçbir kadın evinin işini gerçek bir kıvançla yapmaz; hem de bir kadın hiç ayırdında bile olmadan tam elli yıl bir aşkı sessizce sürdürebilir.
Yaşamdan başka hiçbir şey önemli değildir. Ben kendi payıma, yaşamı, yaşamaktan başka hiçbir yerde göremem. Başında büyük Y ile yaşam, canlı insandır ancak. Yağmur altında bir lahana bile canlıdır. Bütün ölü şeyler ise ikincil önemde kalır. Canlı bir köpek, ölü aslandan yeğdir. Ama canlı bir aslan da canlı bir köpekten yeğdir. C’est la vie! (Yaşam bu)
İnsan sona ermemiş doğdu büyük boşluktan; yaratılmamış, bitmemiş; bir bebek, bir çocuk, olgunlaşmamış, bütünlenmemiş bir şey. Kendi işidir bütünlenmek
Kim o geceleyin gelen, kim o dışardaki, işittiğimiz. Kim çalıyor kapıyı, kim çalıyor gene? Kim o, inleyen kapının mandalını açan?
Yüzümü çeviriyorum, kör ama gene de bilen yüzümü; güneşe dönen kör bir adam gibi, yüzümü bilinmezden yana çeviriyorum, başlangıca
Kanımca, yaşamının bir anlamı olduğu, bir önem taşıdığı, bir değer taşıdığı duygusu, bir kadında erkektekinden çok daha büyük bir kaçınılmazlıktır. Kadının kendisi bunu bütünüyle yadsıyabilir, çünkü doğal olarak, onun yaşamına bu amacı sağlamak da erkeğin işidir. Ama bir erkek başıboş, amaçsız hem de mutlu olabilir.
Kadınlar, boş olduklarını duymayı sevmezler. Bir kadın hiçbir şeye inanmadığını, hiçbir şey olmadığını duymaktan nefret eder. İsterse dünyanın en budala kadını olsun, bir şeyi ciddiye almak ister; görünüşü, giysileri, evi, bir şeyi. Bunca budala değilse, fazlasını ister. İçgüdüsüyle, bir şey olduğunu, yaşamının bir anlamı olduğunu duymak ister. Erkeklere kendilerini salt yaşamaya veremedikleri, yaşamda her zaman bir amaç kovaladıkları için sık sık öfkelenen kadınlar, gerçekte erkeklerdeki yaşam amacı zorunluluğunun temel kaynağıdırlar belki.
Bir takım şeyleri pencereden fırlatmak son derece eğlencelidir. Ama her şeyi fırlattığınız zaman, kuru tahtanın üzerinde birkaç gün oturdunuz mu, kemikleriniz sızlamaya başlar.
Duygularınızı her zorlayışta kendinize zarar verir, istediğiniz etkinin tam tersini yaratırsınız. Bir kimseyi sevmeye zorlayın kendinizi, ne yaparsanız yapın, eninde sonunda o kimseden tiksinirsiniz. Yapılacak tek şey, içinizde gerçekten taşıdığınız duygulara sahip çıkmak, hiçbirini değişikliğe zorlamamaktır. Öteki kişiyi özgür bırakmanın tek yolu budur.
Herhangi bir duyguyu öldürmenin yolu, onda diretmek, onu sürekli kurcalamak, abartmaktır. İnsanlığı sevmekte diretirseniz, eninde sonunda herkesten nefret edeceğiniz, alnınıza yazılmış gibidir.
İnsanlar yiğitliklerini, yeniliklerini yitirdiler mi bir kez, o zaman acunun sonu gelir işte. Eski Yahudiler de söylüyordu bunu: Yeryüzünde tutkuyla dua eden, en az tek Yahudi kalmasaydı, Yahudi soyunun tükendiği gündü.
İnsanın bütün ruhu hiçbir zaman tek eyleme, tek coşkuya adanmamalı, yaşam etkinliği hiçbir zaman değişmez bir etkinliğe indirgenmemeli, değişmez yön diye bir şey olmamalıdır.
Bir gün, bir yerde insan uyanacak, mülkün yalnız kullanılacak bir şey olduğunu, edinilecek bir şey olmadığını anlayacaktır. Sahip olma duygusunun bir ruh hastalığı, kendiliğinden benlik için umulmaz bir yük olduğunu anlayacaktır. Benim , bizim zamirleri bütün o gizemli anlamlarını yitireceklerdir.
Bütün izm’leri yöneten tek ilke hep aynıdır: Ülküleştirilmiş birim, mülk sahibi ilkesi. İnsan en büyük doygunluğa mülk sahibi olduğu zaman ulaşır; hep böyle derler, gerçekten. Yarısı, öğrenimsizler çoğunlukta oldukları için mülk sahibi olmak onların hakkıdır der; yarısı da, aydın oldukları için öğrenimlilerin mülk sahibi olmaları gerektiğini söyler. Dahası yoktur bunun. Bu konuda kitaplar yazmak gerekmez.
Belimizi kırılmaktan kurtarmak istiyorsak, bütün mülkümüzü yere indirip, onsuz yürümeyi öğrenmeliyiz.
Çiçeğin ne biçim bir çiçek olduğunu görmek için tomurcukları zorla yarmak olmaz. Yapraklar kıvır kıvır açılmalı, tomurcuklar şişmeli çatlamalı, sonra da çiçek gelmeli. Bütün bunlardan sonra bile, gene de her şeyi tam bilemeyiz. Daha başka yapraklar, başka tomurcuklar, başka çiçekler olacaktır; gene bir çiçek, yaratıcı bilinmezi açığa vuracaktır. Açılmamış çiçeğin nasıl olacağı önceden bilinemez, hiç mi hiç bilinemez. Daha önce tanıdığınız bir çiçeğe göre kestiremezsiniz yeni çiçeğin nasıl olacağını. Biz bugünün çiçeğini tanıyoruz, yarının çiçeği bütünüyle ötemizdedir.
Cennet yaşamdan sonradır, yaşamdan sonra olan hiçbir şeyi umursayacak adam değilim ben.
Göbeğiniz şişinceye değin yiyebilirsiniz, adınız dillerde dolaşıncaya değin ilerleyebilirsiniz , gürlemelerin, çığlıkların geldiği o en karanlık Afrika gene de içinizde kalacaktır.
Biz pek uygarlaşmış sanırız kendimizi, pek yüksek öğrenimli, pek uygar sanırız. Gülünçtür bu. Çünkü bizim bütün uygarlığımız tek telden çalmaktan kuruludur. Bilemediniz iki ya da üç telden. Tın, tın, tın, dıngır, dıngır, dan! İşte uygarlığımız bizim, hep aynı perdeden.
Bir yalancıdır insan. Kendi kendini kandıran bir yalancı. Hem bir kez kandırmaya görsün kendini; düşer yalanının ardına, dolaşır. Burnunun ucunda bir fosfor parçasıdır sanki o yalan. Buluttan direkle ateşten direk, dersini vermek için yolunu gözlerler. Sessizce kıyıda durur, burnunun ucundaki o ignis faatus’u (aldatıcı erek) silmek için beklerler. Ama insan o yalanın ardında yol alırken, bir ışık gördüğüne daha çok inanır gitgide.
Evrene doğru tırmanırsanız, bilinciniz altüst olabilir. İnsanlık da, kendisine indiğiniz zaman, iyice bir sarsabilir sizin sevgi nizi. Böyledir bu.
Göbeğiniz şişinceye değin yiyebilirsiniz, adınız dillerde dolayıncaya değin ilerleyebilirsiniz , gürlemelerin, çığlıkların geldiği o en karanlık Afrika gene de içinizde kalacaktır.
Hiçbir şey için “Benimdir” deme. Sadece de ki: “Yanımdadır”. Çünkü ne altın, ne toprak, ne sevgili, ne hayat, ne ölüm, ne huzur, ne de keder… Daima seninle kalmaz.
Oyuncaktan başka bir şey değil midir kitaplar? Bilincin oyuncaklarından?
İnsan nedir öyleyse? Süresiz düşünen çocuk mu?
Kitap adı verilen oyuncaklarla kendini hep oyalayan, düşünen bir çocuktan başka bir şey değil midir insan?
“Sevgi ise bir yolculuktur, bir sevinmedir, bir buluşma hızıdır. Yaratma gücüdür sevgi. Ama ruhsal olsun gövdesel olsun, bütün güçlerde iki uç vardır. Artı uç, eksi uç ”
Bütün yaşamım boyunca sonuma, bilinmezin bütünlüğüne doğru çiçek çiçek koparılmak son kıvancım olacaktır.
Güneşi arayan kör adam gibi, yüzümü uzayın bilinmez karanlığına kaldırıp, güneş üzerime vuruncaya değin beklemeliyim. Bir yaratıcı yiğitlik sorunudur bu. Kömür ateşinin üstüne eğilmek hiçbir şeye yaramaz. Öyle yaparsam hiçbir zaman değişemem.