İçeriğe geç

Anatomi 101 Kitap Alıntıları – Kevin Langford

Kevin Langford kitaplarından Anatomi 101 kitap alıntıları sizlerle…

Anatomi 101 Kitap Alıntıları

Metabolizma için önemli bir diğer monosakkarit olan sakaroz, glikoz ve fruktozdan oluşan bir disakkarittir.
Uçtan uca bağlansa, vücudun tüm kan damarları yaklaşık 90.000 km uzanırdı. Düşünün ki ekvatorda yeryüzünün çevresi 40.000 km kadardır.
Vajina dişi üreme sisteminin uç noktasıdır ve bebek doğumuna bir yol sağlamanın yanı sıra kadın çiftleşme (seks) organı olarak islev görür. Cinsel ilişki sırasında erkek penis bu kas tüpüne yerleştirilir. Sperm olgunlaşmasının son gelişme aşaması için gerekli olan mukus bezleri ve diğer salgı hücreleri vajina duvarında bulunur. Dışa boşalmış spermler yumurtayı dölleyemez. Spermin kapasitasyonu (olgunlaşması) vajinada gerçekleşir ve spermlerin yumurta döllemesiyle sonuçlanır. Vajinanın alt tarafı açıkken, spermin kanaldan geri kalanı almak için geçmesi gereken küçük bir açıklık içeren üst tarafı serviks ile sınırlıdır.
Kadın üreme sistemi, döllenmeyi ve türün devamını sağlamak için üç önemli fonksiyona olanak sağlar. Birincisi, serbest birakılan oosit döllenmenin gerçekleştiği bölgenin içine taşınır. Bu, spermlerin göç etmesi gereken bir yol olan ikinci önemli rolü gerektirir. Son olarak, kadın üreme sistemi, nispeten bağımsız olarak hayatta kalabilecek duruma gelene kadar, yeni yaratılan bireyin gelişebileceği güvenli bir sığınak sağlar.
Erkek cinsel organı penis, deri ile çevrili bir boru ya da bağ dokusu içine sarılı dört tüpten oluşur. İç tüplerden üçü, uyarılma esnasında ereksiyon oluşturmak için hızlı bir biçimde kanla dolabilen dokunun süngerimsi sütunlarıdır. Erektil dokunun bu süngerimsi sütunlarını boşaltan damarlar, ereksiyon sırasında kapanır, boşalma ve orgazmı takiben açılır. Penisin dorsal yüzünde yan yana duran iki büyük sütun corpus cavernosa’dır. Küçük sütun, sadece iki büyük sütunun birleşme yerine ventral olup penil üretra içerir. Penisin sonu glans penise (penis başı) uzanır. Bu penis başı doğumda derinin (sünnet derisi) bir uzantısı ile örtülüdür. Ereksiyon sırasında penis bu derinin uzantısından dışarı doğru genişleyebilir.
Testisler dişi yumurtalıklarıyla benzer şekilde spermin oluştuğu yerdir. Aynı zamanda genital kanalların başladığı yerdir. Erkek pelvisin perinesinden (bacak arası) asılı bilateral (iki taraflı) testisler skrotum adı verilen deri ile kaplıdır. Skrotum testis için sadece bir kılıftan daha fazla işlev görür; Skrotum ve altındaki ince kaslar, toplanıp pelvise daha fazla çekilerek (testisleri ısıtmak için) veya rahatlayıp vücuttan uzaklaşmasına izin vererek (testislerin sıcaklığını düşürmek için) testislerin sıcaklıklarını düzenler. Skrotumun derisinin altında, tunika albuginea adı verilen her iki testisi saran yoğun bir bağ dokusu kapsülü bulunur. Bu bağ dokusu ayrıca mediastinum testis oluşturmak için testislerin arka kısmında birikir. Bu noktadan itibaren, dokuyu loblara bölmek için testis boyunca bağ dokusu septaları yayılır. Bölünmüş her lob, spermin yanı sıra sperm germ hücrelerinin geliştiği bölgeler olan 1-4 seminifer tübülleri içerir.
Şeker hastalığı (diabetes mellitus), insülin üretim eksikliği veya insülin reseptörlerinin salgılanan insülini algılama ve yanıt verme yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. Moleküler bozukluk ne olursa olsun, fizyolojik sonuç kandaki şeker seviyesini düşürmede yetersizlik olur. Kan glikoz seviyeleri arttıkça (hiperglisemi), glukoz idrarla atılır (glikozür) ve sonunda bireyi bilinçsiz hale getirecek seviyelere yükselir. Şeker hastalığının semptomları, kilo kaybı ve iştah artışı gibi hipertiroidizmde görülenlerden farklı değildir. Bununla birlikte, daha sık idrara çıkma ve idrar hacmi artışı diabetes mellitus’u herhangi bir tiroid durumundan ayırır. Bireyin bu hastalıkla baş edebilmesinin yolları, manuel insülin uygulamasıyla beraber kan şekeri düzeylerinin yakından izlenmesidir.
Dopamin beyinde, ödül ve haz ile ilişkili ruh halinin yanı sıra motor kontrolü için de önem arz eder. Sinir sisteminin dışında dopamin, başka bir katekolamin olan noradrenalin için güçlü bir damar açıcı ve düzenleyicidir.
Hipoksi, kandaki düşük oksijen seviyesidir. Bu durumu telafi etmek için solunum ve kalp hızının artmasını sağlar. Ancak bu daha fazla enerji ve daha fazla oksijen gerektirir ve normal bir fizyolojik fonksiyon seviyesi olarak sürdürülemez.
Nefes alma ile karşılaştırıldığında nefes verme basit ve edilgendir. Nefes aldıktan sonra göğüs boşluğunun hacmini azaltmak için nefes alma görevine katılan tüm kaslar rahatlar ve yerçekiminin kaburga kafesini aşağı doğru çekmesine izin verir. Nefes aldıktan sonra diyafram normal kubbe şekline geri döner ve göğüs boşluğunu daha fazla daraltır, bu da akciğerler içinde yüksek basınç oluşmasına neden olur. Böylelikle hava dışarı doğru itilir. Aktif nefes almada olduğu gibi aktif nefes vermede de ek bir kas yardımına ihtiyaç duyulur. İçsel interkostallar, dışa olanlara farklı bir düzendedir, böylece kasıldıklarında kaburga kafesin daha hızlı inmesine ve daha kuvvetli nefes verilmesine yardımcı olurlar. Solunum sürecinin bu noktasında, gazlar solunum membranı boyunca hareket eder (dağılma yoluyla) ve vücuda girmek veya çıkmak için kan ögeleriyle etkileşime girer.
Akciğer dokusu kaslı değildir ve bu nedenle kendiliğinden genişleyip daralmaz. Ventilasyon (hava verme) işini yönlendiren pompa, göğüs boşluğunda kaslardan oluşan bir birikimdir. Göğüs boşluğunu genişletip daraltarak, intraplevral basınç düşürülür veya artırılır. Göğüs boşluğu genişlediğinde, intraplevral boşluk içindeki basınç azalır ve akciğerler genişler. Göğüs boşluğu daraldığında, intraplevral boşluk içindeki basınç artar ve akciğerler daralır. Ventilasyon ile ilgili temel kaslardan biri diyaframdır. Bu kubbe şeklindeki kas otonom kontrolü altındadır (ancak istemli olarak kontrol edilebilir) ve torasik ve plevral boşlukların alt sınırını oluşturur. Gevşediğinde, diyaframın üst kubbe kısmı, göğüs boşluğunun içine, yukarı doğru çıkıntı yapar. Kasıldığında, diyafram yassılaşır ve aşağıya doğru hareket eder, bu da göğüs boşluğunun hacmini artırır.
Tüyler genellikle kıllarla karıştırılır ama moleküler organizasyonda ve ölçekte tamamen farklıdır (kıllar hücrelerden oluşur ve tüy tek bir hücrede yüzlerce oluşur).
Bu durum bazılarına küçük bir rahatsızlık gibi görünse de, pek çok kişi için hayatı tehdit eden bir durumdur. Dünya sağlık örgütü’ne göre, 5 yaş altı bir milyon çocuğun dörtte üçünden fazlası her yıl ishal nedeniyle ölüyor.
Yediğimiz gıdaların kompozisyonu beslenme ve sağlığın önemli bir unsuru olmakla birlikte, fiziksel aktivite seviyesi kıyas alınarak yenen miktar, genellikle göz ardı edilmektedir. Sağlıklı beslenme, vücudun günlük olarak ihtiyaç duyduğu miktardan fazla kalori içermemelidir. Bunun üzerine alınan herhangi bir kalori miktarı, vücutta biriken yağ depolarına dönüşür. Günlük tüketilen ek bir 500 kalori (enerji için kullanılmaz), bir hafta boyunca biriken 1 libre yağ demektir. Aynı şekilde, günlük 500 kalori azalması, bir haftada 1 libre yağ yanması demektir. Dolayısıyla, düşük glisemik indeksli karbonhidratlarla protein açısından zengin besinler ve harcanan enerjiye kıyasla alınan kontrollü yağ miktarı, ömür boyu devam edebilecek sağlıklı bir yaşam tarzı elde etmenizi saglar.
Kas temelde işi kolaylaştıracak şekilde organize edilen proteinlerdir. Bu materyaller ömür boyu sürmez ve sürekli bir tadilat ve tamir halindedir. Bu nedenle insan fonksiyonu için gerekli bu kritik yapıtaşını sağlamak amacıyla beslenme kaynağı olarak mutlaka protein alınmalıdır. Vücut, mevcut materyalleri bazı aminoasitlere (protein yapısı birimi) dönüştürebilir. Ancak bazı önemli aminoasitler yalnızca sindirilmiş gıdalardan elde edilebilir. Etten ya da sebzeden yeterli miktarda protein tedarik edilmediğinde, insan vücudu atrofiye uğrar, büyüme durur ve erken ölüme neden olabilir. Bununla birlikte, tek başına proteinlerden oluşan bir diyet de sağlıklı vücut fonksiyonu için gerekli maddelerin tamamını sağlamaz.
Karaciğer vücuttaki en rejeneratif (yenileyici) dokudur. Karaciğerin üçte ikisi yok olabilir ve geri kalan kısmı yok olan kısmı yeniler.
İnsan vücudu güç kazanmak için yakıta ihtiyaç duyar. Bu güç, enerji haline gelen hammaddeden alınır ve bu enerji sindirim sisteminde işlenir. Sindirim sistemi, uzun bir iç boru (sindirim kanalı) olarak düşünülebilir. Yiyecekler ağzınıza girer ve sindirim sisteminizde itilerek mekanik ve kimyasal sindirim yoluyla işlenir. Bu borunun son kısmında, bağırsaklarınız yiyeceği sindirmeyi durdurur ve besin maddelerini lenfatik ve dolaşım sistemlerine çekmeye başlar. Daha sonra, hücrelerinizin ve dokularınızın hayatta kalmak için kullandıkları temel malzemeler vücuda dağıtılır.
Edinilmiş bağışıklık yetmezliği sendromu (AIDS), kişinin bağışıklık sistemi, hayatta kalabilmek ve çoğalmak için bağışıklık sisteminden yararlanan, insan bağışıklık yetersizliği virüsü (HIV) tarafından enfekte olduğunda ortaya çıkar. HIV, diğer yardımcı T hücrelerini çoğaltabilen ve daha fazla enfekte edebilen T hücrelerinden konukçu olarak faydalanır. İlk başlarda hasta, semptomları, birkaç hafta içinde atlatılan soğuk algınlığından farklı hissetmez. Hastalığın kendisini ve tehlikeyi atlattığını göz önünde bulunduran hasta, genellikle klinik müdahale ihtiyacı duymaz ve hemen hemen 7-10 yıl kadar herhangi bir semptom göstermez. Bu HIV enfeksiyonunun klinik olarak asemptomatik (semptom vermeyen) olduğu, yardımcı T hücreleri yavaşça yok edilerek virüsün sessiz sedasız arttığı dönemidir. Sonunda, bağışıklık sistemi işlevsizleşir ve hasta fırsatçı patojenlerden birine yenik düşer. Bu geç evre semptomlarını biz genellikle AIDS olarak düşünürüz. AIDS / HIV kan nakli yoluyla, mikroplu iğnelerle ve anneden çocuğa yayılabileceği gibi çoğunlukla cinsel temas yoluyla yayılır. Asemptomatik dönem yıllarca sürebildiği için hasta farkında olmadan bu virüsü birçok insana bulaştırabilir.
Aşılar, bireylere bağışıklık tepkisi verme, bellek hücrelerini oluşturma ve hastalığı önleme olanağı sağlayan klinik yollardır. Birçok durumda yapay olarak uygulanan patojen ya ölüdür ya da çoğalamamaktadır, bu da canlı bir patojenin zararlı etkilerini değil bağışıklık hücrelerinin aktivasyonunu sağlamaktadır.
Vücudunuzun enfeksiyonu önlemek için kullandığı birincil fiziksel bariyer cildinizdir. Cildiniz bitişik hücreler tabakasıdır ve patoienlerin girmesine izin vermez. Ayrica cilt, patojenlerin vücudun daha derin bölgelerine ve dolaşım sistemine erişebilmesi için durmaksızın yol almasını zorunlu kılan çeşitli hücresel tabakalardan oluşur. Eğer bu patojenler için yeterince zor bir engel olmasaydı, cildin tabanına sürekli olarak yeni deri hücreleri eklenir ve eski hücreler kademeli olarak yukarı doğru hareket ettirilirdi. Bu nedenle bir patojenin bozulmamış deriye nüfuz etme mücadelesi, somon balığının yukarı doğru yüzmek için verdiği mücadeleye benzer. Hücrenin üst katmanı günlük olarak dökülür, yani patojenlerin ölü cilt hücreleri ile birlikte atılmadan önce sınırlı bir süreleri vardır. Çoğu virüs, hayatta kalabilmek ve üremek için üzerinde tutunabileceği canlı bir hücresel konakçıya ihtiyaç duyar. Cildin dış katmanları aslında çok sıkı bir bariyerde bir araya sıkıştırılmış ölü hücrelerdir. Virüsler, yüzeyden dökülmeden bu bariyerde üreyemez. Cilt son derece etkili patojenik bir bariyer olmasına rağmen patojenlerin iç dokularınıza erişmek için kullandığı başka yollar da vardır. Yediğiniz veya içtiğiniz herhangi bir şey patojenik faktörler içerebilir. Birçok gıda zararlı mikroorganizmaları yok etmek üzere işlenmesine rağmen yemeden hemen önce yiyeceklere ellerinizle dokunmanız (özellikle eller yıkanmadan) kirlenmesine neden olabilir. Bademciklerde lenfositlerden kaçma şansını yakalama ihtimali olan bu patojenlerin çoğu, kısa bir süre sonra midede konukseverlik gösterilmeyen bir ortamla karşılaşırlar. Kimyasal olarak yiyeceklerimizi sindirmek için üretilen hidroklorik asit (HCI), denatüre olur ve mideye giren birçok patojeni yok eder. Bir başka koruma yöntemi de patojenleri kapana kıstıran mukus adında kalın proteinli (protein dolu) bir maddedir. Burun ve solunum yollarında goblet hücreleri, patojenleri tutmak için mukus salgılarlar, sonra kirpikli hücreler mukusu yukarıya, maddenin yemek borusuna ve HCI dolu mideye aktarıldığı gırtlağa doğru hareket ettirir. Benzer şekilde, gözakını nemlendirmek ve yağlamak için gözyaşı üretilir. Gözyaşı da mukus içerir, yüzeyde bulunan herhangi bir patojeni yakalar ve burun boşluğuna akan nazolakrimal kanal vasıtasıyla gözden çıkarıp atar.
Dalak lenfoid özelliklere sahip olmasının yanı sıra, ölü kırmızı kan hücrelerinin temizlenmesi, yok edilmesi ve çıkarılması işlevini de görür.
Vasküler bir yaralanma durumunda kanamayı hızla durdurmak için vücudun çeşitli mekanizmaları çalışır. Kanamayı durdurma işlemi hemostaz olarak adlandırılır. İlk olarak kan akışını ve kan kaybını sınırlamak için hasar görmüş kan damarlarındaki düz kas otomatik olarak sıkışır. Daha sonra kan kaybını yavaşlatmak için trombosit tıkacı oluşturulur. Ancak, kanamayı tamamen durdurmak için bir pıhtının oluşturulması gerekir.
Kan denildiğinde çoğu insanın aklına kırmızı kan hücreleri gelir. Aslında, bu hücreler ve oluşmuş olan diğer elementler, kanın sıvı kısmıyla karşılaştırıldığında toplam kan hacminin daha küçük bir yüzdesi olan plazmayı oluşturur. Kan, aynı zamanda ihtiyaç duyulana kadar aktif olmayan başka bir bileşen olan trombosit içerir.
Kan hacminin %1’inden azını oluşturmasına rağmen beyaz kan hücreleri (lökositler/ akyuvarlar da denir) bağışıklık sisteminde önemli rol oynar; hücresel ve patojenik enkazın vücuttan temizlenmesine yardımcı olurlar.
Kardiyovasküler sistem vücudun şehirlerarası otoyol sistemi olarak düşünülürken, kan ve onun birçok bileşeni kesinlikle vücudun araçları, taşıyıcıları, nakliyecileri ve vücuda gerekli malzemeleri sürekli tedarik eden işçileridir. Ayrıca, bu bileşenlerden bazıları çöpleri temizleyerek ve dokuları sağlıklı tutarak çöp kamyonu gibi işlev görmektedir.
Kalp krizi aslında kasların ölümü ve kalp kasının dejenerasyonudur. Yeniden oluşmaz, ancak bağ dokusu yenilenebilir.
Uçtan uca bağlansa, vücudun tüm kan damarları yaklaşık 90.000 km uzanırdı. Düşünün ki Ekvator’da yer yüzünün çevresi 40.000 km kadardır.
Kalp kendi başına atma yeteneğine sahip olsa da, aktivite seviyesine bağlı olarak atış hızını ne zaman yükselteceğini ya da azaltacağını bilme yeteneğine sahip değildir. Otonomik sinir sisteminin görevi budur. Ağır egzersiz sırasında kalbin, sıkı çalışmakta olan kaslara oksijen gibi gerekli maddeleri sağlamak için atış hızını artırması gerekir. Nöronlar norepinefrin üretir ve salgılarlar ve böbreküstübezi epinefrin (adrenalin) üretir. Bu moleküller, pacemaker hücrelerinin ateşleme oranını artırmasına ve genel kalp hızında artışa neden olur. Buna karşılık, uyku gibi hareketsizlik dönemlerinde diğer nöronlar pacemakerın yavaşlamasına ve hızı düşürmesine neden olan asetilkolin salgılar.
Sağ kulakçıktaki oksijeni tükenmiş kan, kalp atışlarının gevşeme aşamasında (diyastol) duvarları genişledikçe sağ karıncığa çekilir. Aynı şekilde sol kulakçıkta oksijen bakımından zengin kan sol karıncığa çekilir. Sağ karıncıktaki kanın sadece akciğerlere ve kalbe geri pompalanması için yeterli basınca sahip olması yeterliyken, sol karıncık en kalın kas duvarlarına sahiptir çünkü bu taraftaki kan tüm vücuda ve kalbe geri pompalanmalıdır.
Kalp kardiyovasküler sistemin itici gücüdür. Bu kas organı, kalp embriyo içerisinde tam olarak oluşmadan önce pompalanmaya başlar ve yaşam boyu kendiliğinden ve tutarlı şekilde atar. Dört odacığa bölünmüş, sağ ve sol kısımlara ayrılmış olan kalp iki dolaşım için bir pompa olarak işlev görür: vücut için sistemik dolaşım ve akciğerler için pulmoner dolaşım. Her ikisinin birden kullanılması, dokulara taze oksijen temin ederken karbondioksiti vücuttan atar.
Newton’un Birinci Hareket Yasası olarak da adlandırılan eylemsizlik yasası, hareketsiz bir nesnenin hareketsizlik eğiliminde olduğunu ve hareket halindeki bir nesnenin, karşıt bir kuvvet tarafından etkilenmedikçe hareket eğiliminde olduğunu söyler.
Gözler, ışık enerjisini özel görsel algılama hücreleri bulunan gözün arka kısmında tutup ona odaklanan organlardır. Gözün yapıları şunlardır:
• fotoreseptör hücreler içeren retina
• gözün dış kabuğunu oluşturan sklera
• sklera’nın hemen arkasında bulunan ışık fotonlarının göze geçişine izin veren, kornea (gözün saydam kısmı)
• korneanın altında bulunan, geçen ışığın miktarını ayarlamak için açılıp kapanan küre biçiminde bir diyafram olan iris
• irisin ortasında bulunan gözün arka kısmının koyu olmasından dolayı siyah bir boşluk olan göz bebeği
• iris arkasında, gözbebeğinin ise hemen arkasında bulunan ve göze giren ışığa odaklanan mercek
• merceği yerinde tutan ve esnetmek için göze gerginlik uygulayan veya göze giren ışığın odak uzaklığını değiştirmek için kasılmasına izin veren (nesneleri yakından ve uzaktan görmek için değişiklik yapmak için) kirpiksi kas
• Işığın göze girdikten sonra içinden geçtiği, göz küresinin geniş kısmını kaplayan ve merceğin odaklandığı jelatinimsi bir madde olan camsı cisim
Bu son derece karmaşık sistem, ışık enerjisini hissedip beynin görsel korteksine gönderilen elektriksel bilgiyi aktarmak amacıyla düzenlenmiştir. Enteresan bir biçimde sağ gözdeki ışık girişi beynin sol kısmında, sol gözdeki ışık girişi ise sağ kısmında algılanır. Bu bilgi geçişi ve gözlerin hafif ofset konumu, beynin derinlik algısı dahil farklı boyutları algılamasını sağlar.
Alma ve algılama genellikle uyarıcı gerektirirken beyin, girdi kaybından sonra bile devam eden duyusal bilgilerle ilgilenen modeller oluşturmuş olabilir. Örneğin uzuv kaybı yaşayan bir ampute, genellikle hayalet uzuv olarak bilinen bir algı yaşar. Uzuv gitmiş olmasına rağmen beyin kişiye o uzva dokunma, ağrı veya sıcaklık hissi sinyalleri verir. Bu beynin gücünü ve bir uyaranı algılamadaki önemini gösterir.
Sağlıklı ve uzun bir ömür için daha iyi koşullar sağlamak isteyen insan vücudu, bilinçli ya da bilinçsiz bir yanıt elde etmek amacıyla beyne etrafta olup bitenler hakkında bilgi sağlayan karmaşık bir algılama sistemine sahiptir. Duyusal sistem vücudunuzun düzgün çalışmasını sağlamak için 7/24 çalışır.
Alma ve Algılama
İç ya da dış dünya hakkında bilgi edinmek, iki adımlı bir işlemdir. Bilgi, uyaranları algılayabilen özel hücreler yoluyla edinilmeli ve yanıt verilmeden önce beyinde bir bağlam içerisinde yorumlanmalıdır. Vücudunuzdaki reseptörler beyne denge ve vücut pozisyonunun yanı sıra, iç ve dış sıcaklık, kan basıncı, ışık, ses, tat ve koku gibi geniş bir bilgi dizisi sağlar. Bu reseptörlerden herhangi biri aksarsa, bilgiler beyne ulaşmaz ve algılanmaz. Dolayısıyla, ne refleks ne de tepkiye bilinçli olarak yanıt verilebilir.
Parkinson hastalığı, dopamin üretimi eksikliği veya bu temel MSS nörotransmitterinin anlaşılamamasından kaynaklanmaktadır. Genellikle 50 yaşın üstündeki erişkinlerde ortaya çıkan hastalığın belirtileri; titreme, sertlik ve yürüme problemleri gibi motor disfonksiyon ile başlar. Bu erken belirtiler hastalığın ilerlemesi ile sonunda bunama gibi bilişsel ve sosyal güçlüklere neden olur. Hastalığı önleme ve semptomların yönetimi konusunda pek çok bilimsel araştırma yapılmaktadır ancak henüz Parkinson hastalığının tedavisi yoktur. Birçok çalışma, antioksidanlar (C vitamini gibi) ile Parkinson hastalığının önlenmesi arasında bağlantılar olduğunu kaydetmiş ancak bir çözüme kavuşulamamıştır. Dopamin üretiminde bir düşüş gösteren hastalar için, nörotransmitterin daha uzun bir aktif ömre sahip olmasını sağlayan ilaçlar semptomları azaltmada etkilidir. Genel olarak, dopamin sinapslara salındığında, monoamin oksidaz (MAO) adı verilen bir enzim dopamini parçalamaktadır. MAO inhibitörleri enzimin etkinliğini düşürür, dopaminin aktif ömrünü uzatır ve daha büyük doz dopamin varlığını kopya eder.
Sinir sisteminin karmaşıklığı göz önüne alındığında, zaman zaman iletişimin bozulması ve nörolojik rahatsızlıkların ortaya çıkması şaşırtıcı değildir.
Epilepsi, beyinden gelen anormal elektrik sinyallerinin vücudun işleyişini etkileyen konvülsiyonlar oluşturması ile ortaya çıkan bir durumdur. Bu nöbetler nispeten küçük veya hayati tehlike oluşturabilecek biçimde olabilir.
Felç, beyindeki kanama veya tıkanmış bir kan damarından kaynaklanır ve genellikle yüksek tansiyon, şeker hastalığı veya dolaşım sistemindeki problemlerin neticesidir.
Periferik nöropati, sinir hasarından, özellikle periferik sinirlerden (adından da anlaşıldığı gibi) kaynaklanır ve vücudun bazı bölgelerinde hissizlik ve karıncalanmaya neden olabilir.
Savaş ya da kaç sinir sistemi olarak da bilinen sempatik sistem vücudu anında yoğun fiziksel aktivite için hazırlar. Bu sistemin etkileri nörotransmitterler ve ilgili bir hormon olan epinefrin (adrenalin) ile kolaylaştırılır ve başlatılır. Kan akışı yoluyla, bu hormon hızla vücuda yayılabilir ve tüm vücudu harekete geçmeye hazır hale getirebilir.
Beynin oksipital loblarının altında konumlanan beyincik, esasen motor aktivitenin koordinasyonu işlevini görür. Serebral yarımküreler denilen birbirine bağlı daha küçük bölgeli (vermis) iki ana lobdan oluşur. Yeni araştırmalar, beyinciğin öğrenme, ruh hali ve davranış gibi diğer aktiviteleri de kapsıyor olabileceği üzerinde duruyor.
Beynin her bir yarımküresi fonksiyonel olarak bölgelere ayrılmıştır. Loblar olarak adlandırılan beynin bu bölgeleri belirli işlevlerden sorumludur:
• Frontal lob, karar verme sürecinde yer alır ve sosyal olarak uygun olmayabilecek içgüdüsel istekleri önler ve geleceği planlar. Uzun süreli bellek de beynin bu bölgesinde oluşur. Bu lob, serebrumun ön yarısını oluşturur.
• Parietal lob beynin orta noktasında frontal loba bağlanır. Dokunma gibi duyusal bilgileri işleyen beyin somatosensoriyel merkezin yeri ve gelen bilgi için büyük bir entegrasyon merkezidir.
• Serebralin yanında temporal lob bulunur. Bu bölge, gelen ses ve görüşle ilgili geniş miktarda bilginin işlenmesinden sorumludur. Konuşma dilini anlamanın yanı sıra yeni anılar da burada oluşur.
• Son lob olan oksipital lob, beynin geri kısmıdır ve görsel bilgileri yorumlamak, entegre etmek ve algılamak üzere beynin birincil görsel merkezi olarak işlev görür.
Serebral veya ön beyin, bilinçli düşünce için, duyusal bilgilerin alınması ve algılanması için ve motor tepkilerin başlatılması için kullanılır. Yüzeyde, dış korteksin (sinir dokusu tabakası) daha küçük bir alana yerleştirilmesine izin veren sayısız kıvrımlar (gri) ve oluklar (sulkus) vardır.
Merkezi sinir sisteminin (MSS) ana bileşeni olan beyin, serebral, serebellum ve beyin sapından oluşur. İster iç ve dış dünyayı algılamak, uyaranlara refleks veya bilinçli tepki vermek, vücut hareketlerini koordine etmek olsun ister sadece daha iyi bir dünya hayal etmek olsun bedenin tüm aktiviteleri beyinden kontrol edilir. Omurilik, vücudun eksenel göbeği boyunca MSS’nin uzantısıdır. Omurilik bilgi alıp beyne gönderir ve beyinden bilgiyi iletir.
Sinir sistemi vücudun en büyük kontrol merkezlerinden biridir. Beyne vücut (içi ve dışı) hakkında bilgi getiren duyusal reseptörlerden ve sinir yollarından oluşur. Beyin bilgileri işler ve nasıl tepki vereceğini belirler. Bu tepkiler, değişik sinir yollarını kullanarak beyinden ayrılır, omurilikten geçer ve sinirlerde farklı dokular gibi uygun hedeflere dağılır. Bu bilgilerin tümü, sinir hücrelerinin içinde ve çevresinde bulunan iyonlar ve kimyasallar vasıtasıyla vücuda taşınır. Bu nedenle, sinyal iletim bilgileri sinir sisteminin olmazsa olmazıdır.
Kaslara zarar veren bazı hastalıklar aslında nörolojik hastalıklardır. Parkinson hastalığı buna bir örnektir. Kas titremelerine, hareketlerde yavaşlamaya ve çevikliğin azalmasına neden olur, ancak neden kas problemleri değil nöronların ölümü veya parçalanması ile ilgilidir. Bu nedenle nörolojik bir hastalık olarak sınıflandırılmıştır. Diğer nöromüsküler hastalıklar, multipl skleroz, amiyotrofik lateral sikleroz (ALS veya Lou Gehrig hastalığı) ve miyasteni gravisi şeklindedir.
Kas spazmları kasın istemsiz kasılmalarıdır ve kramp da spazmın sonucuna verdiğimiz isimdir, bu nedenle temelde aynı şeydir. Bir kas spazmı kramp ile bağlantılı diğer semptomların oluşmasına yol açabilir (ağrı gibi). Bazen de ilaçlar kas spazmlarına neden olabilir.
İskelet kasları, insan vücudundaki üç kas grubundan biridir (diğer ikisi kalp kası ve düz kaslardır). Bunlar, insan vücudunun hareket etmesini ve bir kahve fincanı tutmak kadar basit veya bale kadar karmaşık olan fiziksel görevleri yerine getirmesini sağlayan motorlardır. İnsan vücudundaki iskelet kaslarını nasıl böldüğünüze bağlı olarak, 600’den fazla isim verilmiş, bazı tahminlere göre ise 800’den fazla kas vardır.
Eklemler genellikle insan vücudunun hareket eden noktaları olarak düşünülür fakat bazıları tamamen sabittir. Dolayısıyla, tam tamına anatomik terimlerle tanımlanacak olursa eklem, hareket etmeyi sağlayan veya sağlamayan iki veya daha fazla karşı kemik arasındaki bağlantıdır.
Kondil, genellikle diğer kemiğe bağlanan ve eklem oluşturan bir kemiğin ucunda bulunan yuvarlak bir çıkıntıdır.
Ligamentler kemiği kemiğe bağlayan ve gerilmeye karşı direnç gösteren bağ dokularıdır. Tendonlar ligamentlerle aynı maddelerdir, ancak onlar kası kemiğe bağlarlar.
İnsan vücudunun destekleyicisi olan bu kolon, omurgayı eğip bükmeyi sağlamanın yanı sıra omurgayı korumak için birbirine kenetlenmiş küçük kemiklerden ibaret 33 omurdan oluşan çok çeşitli ve kompozit bir yapıdır. En üstün 7 omur boyun omurlarıdır ve genellikle C1-C7 olarak adlandırılırlar. Omurgayı oksipital kondile, oksipital kondil tabanında bir çıkıntıya bağlamak C1 #8242; in görevidir (atlas da denir). Bir sonraki omurgaya veya C2’ye eksen denir ve kafatasının omurgada dönmesine izin verir. Bunlar, vücutta isimlendirilmiş olan omurgalardan yalnızca ikisidir.
Gebeliği takip eden ilk birkaç haftanın sonunda gelişmekte olan embriyo, (döllenme zamanı ile gebeliğin sekizinci haftasının sonuna kadar olan doğmamış yavru), oksijenin vücudun tüm hücrelerine yayılması için fazla büyür. Kırmızı kan hücreleri embriyonik öncüllerden oluşur ve temel dolaşım sistemi kurulur. Embriyo büyüyüp bir cenin haline geldikçe (dokuzuncu haftadan doğuma kadar olan doğmamış yavrular) dalak ve karaciğer, yeni kırmızı kan hücresinin bulunduğu yer olarak işlev görür. Bununla birlikte, bu organlar erişkin insanda başka fonksiyonlara hizmet eder. Erişkinlerde, kan hücresi üretim görevleri kolların ve bacakların uzun kemiklerinde bulunur. Hematopoiez, uzun kemiklerin kemik iliğinde bulunan embriyonik kök hücrelerden kan hücrelerinin üretilmesidir. Kemik iliği, kan hücreleri üretmeye yardımcı, kemik boşluğunda bulunan yağlı maddedir. Eritrosit, kırmızı kan hücrelerinin spesifik üretimiyken, lökopoez ise beyaz kan hücrelerinin üretilmesidir.
Kemikler fiziksel şekli korumaktan ve vücudunuzun iş yapmasına yardımcı olmaktan çok daha fazlasını yapar. Kemiklerin görevi sadece vücut bölümlerini hareket ettirmek için kaslarla ortaklık değildir; aynı zamanda yeni kan hücresi oluşumuna yardımcı olurlar ve kalsiyum için bir saklama bölmesi görevi görürler.
Çok soğuk günlerde olduğu gibi vücut ısısı düşmeye başladığında, cilt ve damar vücut ısısını korumada kritik bir rol oynar. Soğuğa maruz kaldığında, ellerin ve yüzün derisi kızarır, bu da vücudun çekirdek sıcaklığının cilde daha fazla getirilip dokuyu sıcak tutması için kan damarlarının cilt yüzeyinin yakınında genişlediğini gösterir. Vücudun ısınmasına yönelik bu girişim ancak bir noktaya kadar devam edecektir. Vücudun çekirdek sıcaklığı yeterince düştüğünde, deriye sağlanan kan akışı kısıtlanır ve kan, vücudun derin (çekirdek) kısımlarına doğru yönelir. Bu, vücut çekirdeği sıcaklığını çok fazla düşmekten korumak için vücudun daha az önemli alanlarını feda etme yoludur.
Vücudun yaraya ilk yanıtı kan kaybını en aza indirgemektir. Hasar gören kan damarları, hasar gören bölgeye kan akışını yavaşlatmak için refleks olarak daralır. Aynı zamanda, pıhtılaşma işlevini yerine getiren kan hücreleri olan trombositler, kan hücrelerinin daha fazla kaybını önlemek ve hasar alanındaki kan plazması kaybını azaltmak için bir trombosit tıkacı oluşturma işlemini harekete geçirir. Bu tıkaç, tam kan pıhtılaşmasının ilk temelini oluşturur. Aynı zamanda vücut, yaralı bölgeye vücut sıvıları ve bağışık hücrelerle patojen alanlarını boşaltmak ve kalan tüm patojenlere beyaz kan hücreleri getirmek üzere baskın yapar. Bu iltihaplanma süreci, vücudun herhangi bir potansiyel enfeksiyonu püskürttüğü nonspesifik bir yöntemdir.
Melanosit, cilt hücrelerine renklerini veren pigmentli hücrelerden biridir. Epidermisin stratum spinosum katmanı boyunca bulunurlar. Tıpkı sahilde sizi gölgeleyen bir şemsiye gibi, alt kısımdaki bölünen hücreleri kapatarak ultraviyole radyasyondan gelen hasardan korurlar.
Vücudun tüm yüzeyini kaplamasına rağmen cildin tamamı eşit şekilde oluşmamıştır. Kolunuzdaki cilt ile ayak tabanlarındaki cilt arasında ciddi fark vardır ve bu büyük ölçüde derinin epidermal (üst) kısmının kalınlığına bağlıdır.
Deri insan vücudunun en büyük organıdır. Birkaç kattan oluşur, vücudun dış kaplamasıdır, enfeksiyona ve dehidrasyona karşı koruma sağlar. Ayrıca ciltte dokunmayı algılayan ve vücudu sıcak tutmaya yardımcı olan tüyler bulunur. Vücudunu soğutmak için, ciltteki bezler, yüzeyden buharlaşmayla vücudu soğutan ter üretir.
Nörotransmitterler sinirler arasındaki sinyalleri ileten kimyasallardır. Nöronların aralarında sinaps adı verilen küçük alanlar vardır ve nörotransmitterler, sinirlerin elektrik impulslarını, kimyasal haberciye dönüştürerek sinyallerin sinapslardan geçmesine yardımcı olurlar.
Nöronlar, sinir sisteminin sinyal hücreleri olmasına rağmen, sinir sisteminin sadece yüzde 20’sini oluştururlar. Esas kısmı sinir sisteminin destekleyici hücrelerinden oluşur ve hepsine birden nöroglia denir.
Nöronlar, sinir sisteminin sinyal hücreleridir ve sayısız biçim ve ebattadır. Nöronların genellikle, hücre gövdesinden uzanan ve hücrenin biraz sivri uçlu görünmesine sebep olarak nöronun karakteristik görünümünü oluşturan nörit adında yapıları vardır. Bu nöritler, sinyallerin gittiği yöne göre adlandırılır. Örneğin, elektrik sinyali hücre gövdesine doğru giderse nörit, dendrit ismini alır. Sinyal hücre gövdesinden uzaklaşırsa, akson olur. Genellikle nöronların daha küçük çaplı dendritleri ve daha uzun kalın bir aksonları olacaktır.
Sinir dokusu, vücudun bir yerinden başka bir yerine elektrik sinyalleri gönderir. Bu sinyaller, bir proses için vücudun merkezi sinir sistemine bilgi sağlar veya vücuda bilgi gönderir. Örneğin, sıcak bir sobaya dokunduğunuzda sinir dokusu reaksiyonunu tetikleyeceksiniz. Nöronlarınız, beyninize sıcak bir şeye dokunduğunuzu söyler (merkezi sinir sistemine bilgi getirir). Beyniniz, vücudunuza elinizi sobadan uzaklaştırmanızı söyler (vücuda bilgi gönderir).
İskelet kası, insan vücudunda, istemli kontrol altındaki tek kas türüdür. Bir bardağı yerinden alma veya bir yarışta koşma, bilinçli kontrolünüz olmadan gerçekleşemez.
İnsan dokusunun dört temel türünden biri olan epitel dokusu, bir yüzeyi örter veya içi boş bir organın astarını oluşturur. Tipkı mide ve bağırsağınızın iç astarı gibi, derinizin yüzeyi epitelyal dokudan oluşur. Aslında karın boşluğunuzun içi ince bir epitel hücre tabakası ile kaplıdır. Bu örtme hücrelerinin işlevi, materyali dışarda tutmak (patojenlerin girmesine engel olan deri) veya içerde tutmak için (hidroklorik asidin vücudun diğer bölgelerine zarar vermesini engelleyen mide duvarı) su geçirmez bir bariyer sağlayıp muhafaza etmektir.
Vücudunuz dört ana dokuya sahiptir:
-çoğunlukla vücudunuzu korumak için çalışan epitelyal
-yapıları bir araya getiren bağlayıcı
-kasılan kaslar
-vücudunuzun hareketlerini koordine eden sinirler
Organogenez, Germ tabakalarının insan vücudundaki tüm organları oluşturduğu sürecin adıdır.
Kök hücreler, belirli koşullar altında spesifik hücre, organ ve/veya doku fonksiyonlarını üstlenebilen, spesifik olmayan hücrelerdir. Örneğin, doğru koşullar altında, bir kök hücre, vücuda elektrik impulsları uygulamaya yardımcı olmak amacıyla nöron olmaya ikna edilebilir. Bazı dokularda, kök hücreler hasarları onarmak için mühendis gibi çalışırlar.
Dokular, belirli bir tabakayı tanımlayan ve organa temel bir işlev sağlayan benzer hücrelerin koleksiyonudur. Yetişkin insan vücudu, 200’ün üzerinde farklı hücre tipinden oluşurken, her insan kendi ömrünü tek bir döllenmiş yumurta hücresi olarak başlattı ve bölünüp hücrelerin geri kalan kısmını oluşturdu. Dokunun insan vücudunun organizasyonuna nasıl uyduğunu anlamak için dokuyu hücre ve organlar arasındaki seviye olarak düşünün. Doku hücrelerden oluşur ve dolayısıyla organları yapmak için kullanılır.
Fermentasyon, oksijen yetersiz olduğunda hücrelerin enerji üretmesidir. Mayada, bu işlemin bir yan ürünü CO2 ve etanoldür. Hayvansal hücrelerde yan ürün laktik asittir.
Katabolizma ya da katabolik süreç, karmaşık moleküllerin daha basit olanlara ayrıştırılarak sonuçta enerji açığa çıkaran bir süreçtir.
Aktivasyon enerjisi, bir ürün oluşturmak için bir kimyasal reaksiyonun aşması gereken eşik olarak kabul edilebilir. Enzim bu eşiği düşürür. Bu nedenle, ürünü oluşturmak için daha az enerjiye ihtiyaç duyulur, reaksiyon hızı artar ve tüm süreç daha verimli hale gelir. Enzimler enerji tasarrufu sağlar ve bir hücrenin metabolik işleyişini çok daha kolay ve hızlı hale getirir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir