İçeriğe geç

Anarşist Ahlak Kitap Alıntıları – Pyotr Kropotkin

Pyotr Kropotkin kitaplarından Anarşist Ahlak kitap alıntıları sizlerle…

Anarşist Ahlak Kitap Alıntıları

Mücadele et! Mücadele ne kadar canlı olursa, yaşam da o kadar yoğun olacaktır.
Sevgi ve nefret birbirinden ayrılamaz; çünkü yalnızca nefret etmeyi bilenler sevmeyi bilir.
midesini balla bir güzel doldurmuş bir karınca, başka aç karıncalara rastladığında, onların tok karıncadan hemen yiyecek istediklerini, bir yığın gözlem ve olgu sonucunda kanıtladı. Ve bu küçük böcekler arasın­ da, karnını doyurmuş bir karıncanın, aç dostları da karınlarını doyursun diye, yediği balı çıkarması bir görevdir.
iyiyle kötü arasında ayrım yapmak için şeytan ve melekten başka dayanakları yokken, hayvanlar ale­ minin bile çok daha etkili dayanaklara sahip oldu­ ğunu göreceğiz. Böcekten insana dek genel olarak hayvanlar alemi, ne Kutsal Kitabı ne de felsefeyi inceleme gereği duymadan, neyin iyi neyin kötü olduğunu mükemmel biçimde bilir. Bunun böyle olmasının nedeni yine kendi doğalarının gereksini­ midir: Soylarım koruma ve böylelikle her bireyin olası en büyük mutluluk paylaşıma sahip olma gereksinımı.
İnsan ne yaparsa yapsın, daima bir zevk elde etmeye çalışır ya da bir acıdan kaçınır.
İnsanlık, sevgi, ruh ve coşkuyla taşan ve karşılığında hiçbir şey istemeden duygularını, zekalarını ya da eylem güçlerini insanlık soyunun hizmetinde kullanan gönlü zengin insanlardan bugüne dek asla yoksun kalmadı.
İnsana “kendini bil” denildiğinden beri, bundan daha büyük ve daha önemli hiçbir gerçek henüz öğretilemedi.
Çevrene yaşam saç. Aldatmanın, yalan söylemenin, dolap çevirmenin, kurnazlık etmenin seni küçülteceğini, alçaltacağını, seni daha baştan güçsüz göstereceğini, kendini efendisinden aşağı hisseden harem kölesine benzeteceğini bilmelisin. Sana zevk verecekse böyle davran, ama o zaman, peşinen bil ki insanlık seni önemsiz, aşağılık, güçsüz kabul edecek ve buna göre davranacaktır. Senin gücünü görmeyerek, sana merhamete -yalnızca merhamete- layık bir varlıkmışsın gibi davranacaktır. Kendi eylem gücünü kendin böyle kötürümleştirirsen, öfkeni insanlıktan alma.
Tersine, güçlü ol. Ve bir kez büyük bir haksızlık -yaşamda büyük bir haksızlık- ya da bilimde bir yalan, ya da başkasının dayattığı bir ıstırap görür ve algılarsan, bu büyük haksızlığa, yalana ve adaletsizliğe isyan et. Mücadele et! Mücadele ne kadar canlı olursa, yaşam da o kadar yoğun olacaktır. O zaman yaşamış olursun ve bu yaşamın birkaç saatini, çürümüş bataklıktaki ot gibi yaşamın yıllarına feda etmezsin.
İşin gerçeği şu ki, günümüz koşullarında eşitlikçi ilkelerimize uygun yaşamaya çalışırken bile, attığımız her adımda bu ilkelerin gerçekten örselendiğini hissetmemizdir. Yemeğimiz ve yatağımız ne kadar mütevazı olursa olsun, köprü altında yaşayan ve genellikle kuru ekmek bile bulamayan insanlarla karşılaştırıldığında Rothschild sayılırız. Entelektüel ve sanatsal zevklere kendimizi pek az versek bile, kol emeğine dayalı, tekdüze ve ağır işinden geceleri evine dönen, sanattan ve bilimden zevk alamayan ve bu yüksek zevkleri asla tatmadan ölecek milyonlarla karşılaştırıldığında bizler yine Rothschild’izdir.
Bize davranılmasını istediğimiz gibi başkalarına davranalım, derken bencilliği mi öneriyoruz, özgeciliği mi? Daha ileri gidip, Her birimizin mutluluğu etrafındaki herkesin mutluluğuna sıkı sıkıya bağlıdır. Başkalarının kötülüğü üzerinde yükselen bir toplumda, rastlantı sonucu, birkaç yıl görece mutlu olunabilir, ama bu mutluluk, kumdan şatolar gibi yıkılır, devam edemez, en küçük şey bile onu parçalamaya yeter; ve eşit insanların toplumundaki olası mutluluk ile karşılaştırıldığında acınacak derecede küçüktür. Bu yüzden, herkesin iyiliğini hedeflediğin her seferinde doğru davranırsın, dediğimizde savunduğumuz şey özgecilik midir, bencillik  midir? Biz yalnızca bir gerçeği saptamış oluyoruz.
Hangi ideal adına olursa olsun, bireyi sakatlamaktan kaçınıyoruz; kendimize sakladığımız tek şey, iyi ya da kötü bulduğumuz şeylere karşı sempati ya da antipatimizi açık yüreklilikle ifade etmektir. Biri dostlarını mı aldatıyor? Onun eğilimi, karakteri midir bu? Olsun! Yalancıdan hazzetmemek de bizim karakterimiz, bizim eğilimimizdir! Ve madem karakterimiz böyle, açık yürekli olalım. Günümüzde yapıldığı gibi, sarılmak veya hararetle elini sıkmak için seğirtmeyelim ona! Onun cevval tutkusunun karşısına bizimkini, bir o kadar cevval ve güçlü olan bizim tutkumuzu çıkaralım. Toplumda eşitlik ilkesini ayakta tutmak için hakkımız ve ödevimiz olan tek şey budur. Bu yine, pratiğe geçirilmiş haliyle, eşitlik ilkesidir.
Bireyin eksiksiz ve tam özgürlüğünü tanıyoruz; varlığının bütünlüklü olmasını, tüm yeteneklerinin özgürce gelişmesini istiyoruz. Ona hiçbir şey dayatmak istemiyoruz ve böylece, İnsanları kesinlikle özgür bırakın; onları sakatlamayın -dinciler bunu yeterince yaptı. İnsanların tutkularından bile çekinmeyin: Tutkular, özgür bir toplumda hiçbir tehlike oluşturmaz. Yeter ki siz kendiniz özgürlüğünüzden vazgeçmeyin; yeter ki siz, başkalarının sizi köleleştirmesine izin vermeyin; ve yeter ki, herhangi bir bireyin şiddetli ve toplum-karşıtı tutkularına siz, aynı derecede güçlü toplumsal tutkularınızla karşı koyun. O zaman, özgürlükten çekinecek bir şeyiniz olmaz.
Başkaldırdık ve diğer insanları da, kendilerine davranılmasını hiç istemedikleri biçimde başkalarına davranma hakkını haksız yere kendilerinde görenlere karşı; aldatılmak, sömürülmek, kötü muamele görmek, fahişeliğe mecbur edilmek istemeyen ama başkalarına bunları reva görenlere karşı başkaldırmaya çağırdık. Yalanın, gaddarlığın ve benzeri davranışların iğrenç olduğunu söyledik, ama -tanımayı reddettiğimiz- ahlak kuralları uygun görmediği için değil, eşitliği boş bir sözcük olarak görmeyen insanın eşitlik duyguları, yalan, gaddarlık vb. karşısında isyan ettiği için bunlar iğrençtir; özellikle düşünce ve davranış tarzında gerçekten anarşist olan insanlarda bu eşitlik duygusu başkaldırır.
Eşitlikçi ilke, ahlakçıların öğretisini özetler. Ama daha fazla bir şey de içerir. Bu fazla şey, bireye saygıdır. Eşitlikçi ve anarşist ahlakımızı ilan ederken, ahlakçıların hep uygulamaya çalıştıkları bir hakkı, iyi sandıkları herhangi bir ideal adına bireyi sakatlama hakkını asla benimsememek üzere reddediyoruz. Bu hakkı hiçbir surette kimseye tanımıyoruz; ne kendimize, ne de başkalarına.
Sevgi ve nefret birbirinden ayrılamaz; çünkü yalnızca nefret etmeyi bilenler sevmeyi bilir.
Ahlak konusunda da yapabileceğimiz tek şey budur. Sadece öğüt verme hakkımız vardır; ama şunu eklemek kaydıyla: Doğru buluyorsan bu öğüdü tut!
Ahlâklı davranma alışkanlığını en çok edinmiş insan, şeytan tarafından sürekli kötülük yapmaya itildiğini düşünen ve kendini ancak cehennemin ıstıraplarını ya da cennetin zevklerini anımsayarak kötülük yapmaktan alıkoyabilen iyi bir Hıristiyan’dan kesinlikle daha yüksek nitelikli olacaktır.
Yürekli insan başkalarına zarar vermektense ölmeyi tercih eder.
Hayvanlar alemini incelediğimizde ve her canlı varlığın olumsuz koşullara ve düşmanlarına karşı verdiği hayatta kalma mücadelesini açıklamaya çalıştığımızda görürüz ki, bir hayvan toplumunda eşitlikçi dayanışma ilkesi ne kadar gelişmiş ve alışkanlık haline gelmişse, olumsuz iklim koşullarına ve düşmanlara karşı mücadeleden muzaffer çıkma ve ayakta kalma şansı da o kadar artar. Dahası, toplumun her bir üyesi, toplumun diğer bir üyesiyle dayanıştığını hissettikçe, zaferin ve her türlü ilerlemenin temel unsuru olan şu iki nitelik tüm toplumda daha çok gelişir: Bir yanda cesaret, ve diğer yanda bireyin özgür inisiyatifi. Bunun aksine, herhangi bir hayvan toplumu ya da herhangi bir küçük hayvan grubu bu duygusunu yitirdikçe (bu durum
istisnai bir sefaletin ya da istisnai bir besin bolluğunun ardından ortaya çıkar), ilerlemenin bu diğer iki unsuru – cesaret ve bireyin özgür inisiyatifi- azalır, ve çöküşe giren toplum, düşmanları karşısında yenik düşer. Karşılıklı güven olmadan hiçbir mücadele olanaklı değildir; hiçbir cesaret, hiçbir inisiyatif, hiçbir dayanışma ve hiçbir zafer mümkün değildir! Bu kesin yenilgidir.
İnsanda iyi ve kötü fikri vardır. İnsan, ulaştığı entelektüel gelişme düzeyi ne olursa olsun, düşünceleri önyargılar ve kişisel çıkarlar tarafından ne kadar bulandırılırsa bulandırılsın, genel olarak içinde yaşadığı topluma yararlı olan şeyi iyi, zararlı olanı da kötü kabul eder.
Hıristiyanlar, Sana yapılmasını istemediğini başkalarına yapma, diyorlar ve ekliyorlardı: ”Yoksa cehennemi boylarsın!
Bütün bir hayvanlar aleminin gözlemlenmesinden çıkarılan ve yukarıdaki anlayıştan çok daha üstün olan ahlak anlayışı şöyle özetlenebilir: Aynı koşullarda sana yapılmasını istediğin şeyi sen de başkalarına yap!
Ve eklenir:
Bunun yalnızca bir öğüt olduğuna iyi dikkat et; ama bu öğüt, toplum içinde beraber yaşayan hayvanların uzun deneyiminin ürünüdür; ve insan da dahil muazzam toplumsal hayvan kitlesi içinde, bu ilkeye göre davranma alışkanlık haline geldi. Zaten bu ilke olmadan hiçbir toplum varolamaz, hiçbir soy savaşması gereken doğal engelleri yenemezdi.
İyi olan, Bentham ve Mill’in dediği gibi, birey için değil, tüm ırk için güzel ve iyi olandır.
Demek ki, iyi ve kötü düşüncesinin dinle ya da mistik bilinçle hiç ilişkisi yoktur; hayvan soyunun doğal bir gereksinimidir bu. Dinlerin kurucuları, filozoflar ve ahlakçılar bize ilahi ya da metafizik mevcudiyetten söz ettiklerinde, her bir karıncanın, her bir serçenin kendi küçük toplumunda uyguladığı şeyi yineleyip durmaktan başka bir şey yapmazlar:
Topluma yararlı mıdır? O zaman iyidir. Zararlı mıdır? O zaman kötüdür.
Böcekten insana dek genel olarak hayvanlar alemi, ne Kutsal Kitabı ne de felsefeyi inceleme gereği duymadan, neyin iyi neyin kötü olduğunu mükemmel biçimde bilir. Bunun böyle olmasının nedeni yine kendi doğalarının gereksinimidir: Soylarını koruma ve böylelikle her bireyin olası en büyük mutluluk payına sahip olma gereksinimi.
bizler ne rahip ne de yargıç istiyoruz.
Ve yalnızca şunu diyoruz:
Şeytantersi ağacının salgısı pis kokuyor, yılan beni ısırıyor, yalancı beni aldatıyor mu? Bitki, sürüngen ve insan, her üçü de doğanın gereksinimine uyar. Olsun! Demek ki ben de, pis kokan bitkiden, zehriyle öldüren hayvandan ve hayvandan daha zehirli insandan nefret ederek, kendi doğamın gereksinimine uyuyorum. Ve bunun için, ne zaten tanımadığım şeytana, ne de yılandan daha çok tiksindiğim yargıca başvurmadan, gerektiği gibi davranacağım. Ben ve benim antipatilerimi paylaşan herkes, doğamızın gereksinimine boyun eğiyoruz. Doğa
karşısında hangimizin haklı ve dolayısıyla güçlü olduğunu göreceğiz.
Kendilerini ateist, materyalist ya da anarşist sansalar bile, tamamen kilise papazları ya da budizmin kurucuları gibi fikir yürütmektedirler.
Erdemli diye adlandırılan davranışlar ya da kokuşmuş denenler, küçük dolandırıcılıklar kadar büyük özveriler de, çekici davranışlar kadar itici davranışlar da, tümü, aynı kaynaktan türer. Tümü, bireyin doğasının bir gereksinimine yanıt vermek içindir. Hepsinin amacı zevk arayışı, bir acıdan kaçınma isteğidir.
Günümüzde ten, tutku sözcükleri, şeytan ın yerini almıştır. Melek sözcüğünün yerine bilinç ya da ruh sözcükleri geçecektir.
İnsanda, iyi, yüce, yüksek nitelikli ve bağımsız ne varsa yavaş yavaş körelir, kullanılmadan duran bıçak gibi pas tutar. Yalan, erdem olur; yaltaklanma, görev. Nasıl olursa olsun zengin olmak, anın tadını çıkarmak, zekayı, yeteneği, enerjiyi tüketmek; bunlar, idealleri burjuva gibi gözükmek olan yoksul insanların çoğunun olduğu kadar, geçim derdi olmayan sınıfların da parolası haline gelir. O zaman, yöneticilerin -yargıcın, ruhbanın ve hali vakti az çok yerinde sınıfların- ahlak bozukluğu öyle çileden çıkarıcı bir hal alır ki, sarkacın diğer yöne salınımı başlar.
Gençlik yavaş yavaş zincirlerinden kurtulur, önyargıları üstünden atar, eleştiri geri gelir. Düşünce uykudan uyanır, önce birkaç kişide; ama uyanış, alttan alta, kitlelere ulaşır. Atılım oluşur, devrim ortaya çıkar.
Uzun bir
uyku döneminin ardından uyanma anı geldiğinde,
düşünce, ilgili herkesin -yöneticilerin, yasa koyucuların, ruhbanların- onu özenle sarıp sarmaladıkları
zincirlerden kurtulur. Bu zincirleri parçalar. Kendisine öğretilen her şeyi sert bir eleştiriden geçirir ve bağrında yetiştiği dinsel, politik, yasal ve toplumsal önyargıların boşluğunu tüm çıplaklığıyla gözler önüne serer. Araştırmayı bilinmedik yollara yöneltir, umulmadık bulgularla bilgimizi zenginleştirir, yeni bilimler yaratır.
Haksızlığa, yalana ve adaletsizliğe isyan et. Mücadele et! Mücadele ne kadar canlı olursa, yaşam da o kadar yoğun olacaktır. O zaman yaşamış olursun ve bu yaşamın birkaç saatini, çürümüş bataklıktaki ot gibi yaşamın yıllarına feda etmezsin.
Mücadele et! Mücadele ne kadar canlı olursa, yaşam da o kadar yoğun olacaktır.
Tutkular, özgür bir toplumda hiçbir tehlike oluşturmaz. Yeter ki siz kendiniz özgürlüğünüzden vazgeçmeyin; yeter ki siz başkalarının sizi köleleştirmesine izin vermeyin.
“Mücadele et! Mücadele ne kadar canlı olursa, yaşam da o kadar yoğun olacaktır.”
“Güçlü ol! Duygusal ve entelektüel enerjiyle dolup taş, o zaman zekanı, sevgini, eylem gücünü başkalarına aktarabilirsin!”
“Hayal gücünüz ne kadar güçlüyse, acı çektirilen bir varlığın hissettiklerini o kadar iyi hayal edebilirsiniz ve ahlak duygunuz da daha yoğun, daha yüksek nitelikli olur.”
“İnsan, bilinçli ya da düşünülmüş davranışlarında daima kendisini mutlu edecek şeyi arar.”
Dinsel korkulardan kurtulan beyin, “niçin bu ikiyüzlü ahlakın ilkelerini izleyeyim?” diye kendi kendine sorar. -“Niçin herhangi bir ahlak gereksin?”
İnsanda iyi ve kötü fikri vardır. İnsan, ulaştığı entelektüel gelişme düzeyi ne olursa olsun, düşünceleri önyargılar ve kişisel çıkarlar tarafından ne kadar bulandırılırsa bulandırılırsın, genel olarak içinde yaşadığı topluma yararlı olan şeyi iyi, zararlı olanı da kötü kabul eder.
İnsan ne yaparsa yapsın, daima bir zevk elde etmeye çalışır ya da bir acıdan kaçınır.
güçlü ol! duygusal ve entelektüel enerji ile dolup taş; o zaman zekanı, sevgini, eylem gücünü başkalarına aktarabilirsin.
düşüncelerini başkaları ile paylaşmadan düşünmenin hiçbir çekiciliği olmaz. bin bir zahmetle bir düşünce elde edip onu da kendi mührünü basmak için özenle saklamak isteyen insan, yalnızca bir düşünce fakiridir.
..ideallerden uzak yaşamak, yaşamak mıdır?
çocuk ruhu güçsüzdür. ürküterek ona boyun eğdirmek çok kolaydır; yaptıkları da budur. çocuğu ürkekleştirirler, ve o zaman, ona cehennem işkencelerinden söz ederler; lanetlenmiş ruhun ıstıraplarını, merhametsiz bir tanrının cezalandırmasını onun önünde överler. bir süre sonra devrimin korkunçluğundan söz edecekler, onu düzenin dostu haline getirmek için devrimcilerin aşırılıklarını istismar edeceklerdir. din adamı, ilahi yasa olarak adlandırdığı şeye çocuk daha iyi itaat etsin diye, onu ceza yasası düşüncesine alıştıracaktır; avukat da ceza yasasına daha iyi itaat ettirmek için çocuğa ilahi yasadan söz edecektir. böylece, gelecek kuşakların düşüncesi – otorite ve kölelik her zaman el ele yürüdüğünden- hem otoriter hem de köle ruhlunolmayı sağlayan bu dinsel alışkanlığı, çağdaşlarımızda da gereğinden çok gördüğümüz bu boyun eğme alışkanlığını kazanmış olacaktır.
Din adamı, ilahi yasa olarak adlandırdığı şeye çocuk daha iyi itaat etsin diye, onu ceza yasası düşüncesine alıştıracaktır; avukat da ceza yasasına daha iyi itaat ettirmek için çocuğa ilahi yasadan söz edecektir.
Yalnızca kendimizle yetinemeyiz: Kendi acılarımızın talep ettiğinden daha fazla gözyaşımız, kendi varlığımızın olanak tanıdığından daha fazla yedek sevincimiz var.
İnsan için dört ayak üstünde yürümek, ahlâk duygusundan kurtulmaktan daha kolaydır. Bu duygu, hayvanın evriminde, insanın dik durmasından önce gelir
Bireyin türüyle bu dayanışması olmadan, hayvanlar âlemi asla gelişemez, mükemmelleşemezdi. Yeryüzündeki en gelişmiş varlık hâlâ sularda yüzen ve ancak mikroskopla görülen o küçük pıhtılardan biri olurdu. O bile var olabilir miydi acaba, çünkü ilk hücre topaklanmaları mücadelede işbirliği etmek için biraraya gelmiş değil midir?
Erdemli diye adlandırılan davranışlar ya da kokuşmuş denenler, küçük dolandırıcılıklar kadar büyük özveriler de, çekici davranışlar kadar itici davranışlar da, tümü aynı kaynaktan türer. Tümü, bireyin doğasının bir gereksinime yanıt vermek içindir. Hepsinin amacı zevk arayışı bir acıdan kaçınma isteğidir.
Zevk elde etmeye çalışmak, acıdan kaçınmak organik dünyanın genel gerçeğidir. Hatta yaşamın özü budur.
İnsan ne yaparsa yapsın, daima bir zevk elde etmeye çalışır ya da bir acıdan kaçınır
Eğer karıncalar, karınca yuvasının refahı için hep birlikte çalışmaktan büyük zevk almasalardı, karınca yuvası olmazdı
İnsanlık, sevgi, ruh ve coşkuyla taşan ve karşılığında hiçbir şey istemeden duygularını, zekalarını ya da eylem güçlerini insanlık soyunun hizmetinde kullanan gönlü zengin insanlardan bugüne dek asla yoksun kalmadı.
Mücadele et! Mücadele ne kadar canlı olursa, yaşam da o kadar yoğun olacaktır. O
zaman yaşamış olursun ve bu yaşamın birkaç saati­ni, çürümüş bataklıktaki ot gibi yaşamın yıllarına feda etmezsin.
Dar kafalı insanlar hep varol­muştur; aptallar hep olmuştur. Ama ne tarihin ne de jeolojinin herhangi bir döneminde bireyin iyiliği toplumunkiyle asla çatışmamıştır. Bunlar her zaman özdeş kalmış ve bunu en iyi kavrayanlar da yaşamdan daima eksiksiz zevk almışlardır.
Mücadele etmek, tehlike­ye meydan okumak; yalnızca bir insanı değil, her­hangi bir kediyi kurtarmak için bile olsa suya atla­mak; isyan ettiğiniz büyük haksızlıklara son ver­mek için kuru ekmekle beslenmek; sevilmeyi hak edenlerle kendini uyum içinde hissetmek, onlar ta­rafından sevildiğini hissetmek, güçsüz bir filozof için tüm bunlar belki bir özveridir; ama enerji, güç, canlılık ve gençlik dolu erkek ve kadınlar için bu, yaşadığını hissetmenin zevkidir.
Bugün, sürekli olarak duygusal bir ikilem yaşıyo­ruz. Hepimiz, az çok bilinçli ya da bilinçsiz olarak bu toplumun kötülük ortağı olduğumuzu hissediyoruz. Nefret etmeye cesaretimiz yok. Bu durumda sevme­ye cesaretimiz olur mu? Sömürü ve köleliğe dayalı bir toplumda insan doğası değerinden yitirir.
Ama, kölelik yok olduğu ölçüde, haklarımızı yeni­den elde edeceğiz. Belirttiğimiz kadar karmaşık du­rumlarda bile olsa nefret etme ve sevme gücünü kendimizde hissedeceğiz.
Yalnızca tek bir şey istiyoruz: Günümüz toplu­munda bu iki duygunun özgür gelişimini engelleyen her şeyi, düşünce tarzını bozan her şeyi ortadan kal­dırmak.
Devleti, Kilise’yi, sömürüyü; yargıcı, papazı, yö­neticiyi, sömürücüyü ortadan kaldırmak.
Kilisenin eskiden insanlara ahlak kazandırmak için onları cehennemle tehdit ettiğini ve bunu, insanları ahlaksızlaştırarak, morallerini bozarak başardığını biliyoruz. Yargıç, toplumda yok ettiği bu aynı toplumsallık ilkeleri adına, insanları pranga, kırbaç ve darağacı ile tehdit eder; ve toplumu ahlak­sızlaştırır, moralini bozar. Ve her türden otorite yanlıları, yargıçla papazla birlikte yeryüzünden yok olabileceği düşüncesi karşısında, toplumsal tehli­ke! çığlıkları atmaya hala devam ediyorlar.
sürekli olarak duygusal bir ikilem yaşıyo­ruz
İnsan için, dört ayak üstünde yürümek, ahlak duygusundan kurtulmaktan daha kolaydır.
Şeytantersi ağacının salgısı pis kokuyor, yılan beni ısınyor, yalancı beni aldatıyor mu? Bitki, sü­rüngen ve insan, her üçü de doğanın gereksinimine uyar. Olsun! Demek ki ben de, pis kokan bitkiden, zehriyle öldüren hayvandan ve hayvandan daha ze­hirli insandan nefret ederek, kendi doğamın gereksinimine uyuyorum. Ve bunun için, ne zaten tanımadığım şeytana, ne de yılandan daha çok tik­sindiğim yargıca başvurmadan, gerektiği gibi davra­nacağım. Ben ve benim antipatilerimi paylaşan her­kes, doğamızın gereksinimine boyun eğiyoruz. Doğa karşısında hangimizin haklı ve dolayısıyla güçlü olduğunu göreceğiz.
İnsan, hayvandan başka bir şey değildir, davranışları yalnızca doğasının gereksinimine yanıt vermek içindir; bu yüzden insan için ne iyi ne de kötü davranış vardır. Tüm davranışları aynıdır.
İnsan her zaman yalnızca doğasının gereksinimleri­ ne boyun eğerek davranıyorsa, tıpkı bilinçli bir oto­mat gibiyse, ölümsüz ruha ne gerek var? Çok az zevk tadıp fazlasıyla acı çekmiş olan ve öteki dünya­da bunun karşılığını alacağını hayal edenlerin son sığınağı ölümsüzlük de nesi?
İnsan, bilinçli ya da düşünülmüş davranışlarında daima kendisini mutlu edecek şeyi arar.
Haksızlığa, yalana ve adaletsizliğe isyan et.
Her birimizin mutluluğu etrafındaki herkesin mutluluğuna sıkı sıkıya bağlıdır. Başkalarının kötülüğü üzerinde yükselen bir toplumda, raslantı sonucu, birkaç yıl görece mutlu olunabilir, ama bu mutluluk, kumdan şatolar gibi yıkılır, devam edemez, en küçük şey bile onu parçalamaya yeter.
Düşüncelerini başkalarıyla paylaşmadan düşünmenin hiçbir çekiciliği olamaz. Bin bir zahmetle bir düşünce elde edip, onu da, kendi mührünü basmak için özenle saklayan insan, yalnızca bir düşünce fakiridir.
Güçlü ol! Duygusal ve entelektüel enerjiyle dolup taş, o zaman zekânı, sevgini, eylem gücünü başkalarına aktarabilirsin! İşte, Doğu’ya özgü çileciliğin ikiyüzlülüğünden sıyrılmış ahlâk öğretisi tümüyle bundan ibarettir.
Biriken her güç, önüne yerleştirilmiş engeller üzerinde basınç yaratır. Harekete geçebilmek, harekete geçmek zorunda olmaktır.
Karşılıklı güven olmadan hiçbir mücadele olanaklı değildir; hiçbir cesaret, hiçbir insiyatif, hiçbir dayanışma ve hiçbir zafer mümkün degildir! Bu kesin yenilgidir.
Her türlü dinsel önyargıdan bağımsız olarak, ahlâkî açıklamayı insan doğasının fiziksel gerçekliğinde aradı ve bu yüzden, bir yüzyıl boyunca cübbeli ya da cübbesiz din adamları takımı bu kitabı unutturmaya çalıştı.
İşte, yaşlı dünya nın önyargılarından vazgeçtiği ve ne kadar saygıdeğer olursa olsun hiçbir otorite önünde eğilmemek, akıl tarafından ortaya konulmadıkça hiçbir ilkeyi benimsememek , düşünce tarzı budur.
İşte, çocuğun elindeki son ekmek parçasını çalan
bir adam. Onun iğrenç bir bencil olduğundan, yalnızca kendi çıkarını rehber aldığından herkes emindir.
Ama işte, herkesin erdemli olarak tanımlayabileceği bir diğer adam. Elindeki son ekmek parçasını aç
birisiyle paylaşıyor. Üşüyen birine vermek için ceketini çıkarıyor. Dini jargonu ağızlarından eksik etmeyen ahlakçılar, bu adamın komşusuna olan sevgisinin kendinden vazgeçme düzeyine vardığını, onun
bencillikten tamamen farklı bir tutkuya boyun eğdiğini söylemekte birbirleriyle yarışırlar.
Oysa, bu iki eylemin sonuçlan insanlık için ne
kadar farklı olursa olsun, dürtünün her zaman aynı
olduğu biraz düşünüldüğünde hemencecik anlaşılır.
Bu, zevk arayışıdır.
Son gömleğini başkasına veren insan, zevk almasa bunu yapmaz. Çocuğun elindeki ekmeği almaktan zevk duyarsa, bunu yapar; ama bu davranış onu
iğrendirir, ekmeğini vermekten zevk alır; ve verir
Düşüncelerini başkalarıyla paylaşmadan düşüncenin hiçbir çekiciliği olmaz. Bin bir zahmetle bir düşünce elde edip, onu da, kendi mührünü basmak için özenle saklayan insan, yalnızca düşünce fakiridir. Zekâ dolu insan, düşünceyle taşar; düşüncelerini avuç dolusu saçar: Onları paylaşmazsa, yedi iklim dört bucağa serpemezse acı çeker: Onun yaşamı buradadır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir