İçeriğe geç

Alman İdeolojisi Kitap Alıntıları – Karl Marx

Karl Marx kitaplarından Alman İdeolojisi kitap alıntıları sizlerle…

Alman İdeolojisi Kitap Alıntıları

Filozoflar sadece dünyayı yorumladılar. Asıl sorun onu değiştirmektir.
Zira, işin bölüşümü yapılmaya başlanır başlanmaz, artık
herkesin kendisine dayatılan ve içinden çıkamayacağı belirli
ve kesin bir faaliyet alanı vardır. Avcıdır, balıkçıdır, çobandır
ya da eleştirel eleştirmendir; ve geçim araçlarını kaybetmek
istemiyorsa eğer, öyle de kalmak zorundadır. Oysa hiç
kimsenin kesin bir faaliyet alanına sahip olmadığı, dilediği
her alanda kendini yetiştirebildiği komünist toplumda, genel
üretimi toplum düzenler. Böylece de bana, dilediğimce, bugün
bu işi, yarın bir başka işi yapabilme –avcı, balıkçı, çoban ya
da eleştirmen olmamı gerektirmeden, sabah ava çıkıp öğleden
sonra balığa gitme, akşamları hayvan yetiştirme, yemekten
sonra da eleştiri yapma olanağı sağlar.
kadının ve çocukların evin erkeğinin kölesi olduğu
aile içinde gördüğümüz mülkiyeti de içinde barındırır. Aile
içindeki, elbette bu henüz çok kaba, gizli kölelik, ilk
mülkiyettir ve bu mülkiyet, daha bu aşamada bile, mülkiyeti
başkalarının işgücü üzerinde hak sahibi olmak olarak tarif
eden modern iktisatçıların tanımına eksiksiz uymaktadır.
“Biz sadece bir bilim tanıyoruz, tarihin bilimi. Tarih doğanın tarihi ve insanlığın tarihi şeklinde ayrılan,iki perspektiften incelenebilir. Bu iki cephe birbirinden ayrılamaz, insan var olduğu sürece doğanın tarihi ve insanın tarihi birbirine bağlıdır.”
Komünizm, kendinden önce gelen bütün hareketlerden, daha önceki bütün üretim ve karşılıklı ilişkilerin temelini altüst etmesi bakımından, bütün doğal öncülleri, ilk kez, bizden önceki insanların yarattıkları öncüller olarak bilinçle ele alması bakımından, bu öncülleri doğal niteliklerinden soyup onları birleşmiş bireylerin gücüne bağımlı kılması bakımından, ayrılır.
Her çağın hakim fikirleri, o çağın hakim sınıfının fikirleridir.
“Hiyerarşi, Tin’in en yüce egemenliğidir.”
İnsan eğer hakikati kavramak istiyorsa,
Hakikatin kendisi kadar hakiki olmak zorundadır.
“Mutlak, salt dışsal bir şey olarak görülür.”

Ne var ki hakikati özümsemek için bireyin arındırılması gerekir, fakat “bu da dışsal bir biçimde olur; kefaretle, oruçla, kırbaçla, ziyaretle, hacla.

“Zenci, tüm dizginsizliği ile doğal insanı temsil eder.”
Proleterya ancak kendini ve karşıtını ortadan kaldırarak zafer kazanabilir.
Eski materyalizmin bakış açısı burjuva toplumdur, yeni materyalizmin bakış açısı ise insan toplumu ya da toplumsal insanlıktır.
Soyut düşünceyle tatmin olmayan Feuerbach, sezgiyi ister; fakat duyusallığı
pratik, insana özgü duyusal etkinlik olarak görmez.
Bundan önceki tüm materyalizmin (Feuerbach’ınki de dahil olmak üzere)
başlıca kusuru; nesnenin, gerçekliğin, duyumsallığın duyusal insan etkinliği,
pratik olarak, öznel olarak değil, yalnızca nesne ya da sezgi [Anschauung1) biçiminde kavranmasıdır. Bu yüzden, etkin yan, materyalizmin tersine, gerçek duyusal etkinliği olduğu haliyle elbette tanımayan idealizm tarafından soyut olarak geliştirilir. Feuerbach, kavramsal nesnelerden gerçekten farklı olan duyusal nesneler istemesine karşın, insan etkinliğinin kendisini nesnel etkinlik olarak kavramaz. Dolayısıyla, Das Wesen des Christenthums’ta2, insana özgü gerçek tutum olarak yalnızca teorik yaklaşım görülürken, pratik yalnızca kirli-Yahudi görünümüyle kavranıp saptanır. İşte bu yüzden, Feuerbach, ”devrimci’: pratik-eleştirel etkinliğin önemini kavrayamaz.
İnsan düşüncesinde nesnel hakikatin payı olup olmadığı, teorik değil pratik bir sorundur. İnsan, hakikati, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu
dünyaya ait oluşunu pratikte kanıtlamak zorundadır. Pratikten yalıtılmış düşüncenin gerçekliği ya da gerçek dışılığı üzerine yürütülen tartışma, tamamıyla skolastik bir sorundur.
“Gazetelerimiz tıka basa politikayla dolu, çünkü onlar insanın -zoon politikon- olmak için yaratıldığı kuruntusuna kapılmışlardır.
Saplantı, tekil bireyin içindeki hiyerarşidir.
Onun içindeki düşüncenin, onun üzerindeki egemenliğidir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
“Hey adam, kafanda heyulalar cirit atıyor!… Sabit bir fikrin var.”
“Nesneleri”, bir dizi aritmetik aposizyon yoluyla “Tin için tin”e dönüştürme sanatıdır.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
“O halde sen her daim hakikati bilmeye çalışıyorsun, değil mi?”
“Aksine, o, dünyadaki en gerçek, asıl hakiki olan şeydir. O, hakikatin kendisidir. Yalnızca hakikaten düşündüğümde hakikati düşünüyorum. Hakikat hakkında yanılabilirim, onu kavramayabilirim. Fakat hakikaten bilgi edindiğim zaman bilgimin nesnesi hakikattır.”
“O bir tin’in dönüşen zahiri bedenidir, o heyuladır.”
Hegel’in Mantık’ında olduğu gibi, hiçbir şeyden hiçbir şey aracılıyla hiçbir şeye ulaşılmış değildir.
Mesele kendi kendini yoktan var eden tin’dir.
Sen ilk düşünceni yaratarak kendi kendini, düşüneni yaratmış olursun.
“Antiklerin dünyevi bilgelik dışında ortaya koyabilecek hiç bir şeyleri olmadığını”, “modernlerinde asla tanrı ilminin ötesine geçemediklerini” keşfederek (…)
Hegel şöyle ifade etmişti: Stoacılık, Septisizm, Epikürcülük… “ tini, gerçekliğin sunduğu her şeye karşı kayıtsız kılmayı amaçladı.”
Antikler, “şeyler dünyası”nın sırrına ermeye çalışan “çocuklardır.”
“Bu tekdüze formalizmin enstrümanını kullanmak, üzerinde yalnızca iki renk -örneğin tarihsel bir şey (“şeyler dünyası”) söz konusu olduğunda yüzeyi boyamak için siyah ( gerçekçi, çocuksu, zencimsi vs), ve manzara (“gökyüzü, tin, kutsal olan vb”), söz konusu olduğunda “sarı” (idealist, gencimsi, Moğol) “bulunan bir ressamın paletini kullanmaktan daha zor değildir.
I. Zenci, (Realizm, Çocuk)
ll. Moğol, (İdeailzm, Genç)
lll. Kafkas, (Realizmin ve İdealizmin negatif birliği, Adam)
Hegel, insan yaşamının dört evresini dirilikle kurmaya koyuluyor; çünkü reel dünyada yadsımanın çifter kez gerçekleştiğini varsayıyor; yani ay ve kuyruklu yıldız olarak (Bkz: Hegel’in Doğa Felsefesi), dolayısıyla da burada üçlünün yerini dörtlü alıyor. Stirner biricikliğini, ay ve kuyruklu yıldızı çakıştırarak koyuyor ve böylelikle talihsiz ihtiyarı bir insan yaşamı ndan silip atıyor.
“Kadın, seninle ne yapacağım ben?”
“Adamı delikanlıdan ayıran şey; onun dünyayı olduğu gibi kabul etmesidir.”
“Gerçi her şey tine bağlı, ama her tin doğru tin midir? Doğru ve hakiki tin, tinin ideal olanı ‘kutsal tin’dir. O ne benim ne de senin tinindir, tam tersine tam da “ideal, öteki dünyaya ait bir tindir, o ‘Tanrı’dır, ‘Tanrı tindir’. “
“Saf düşünceyi gün ışığına çıkarmak ve kendini ona adamak; bu, gençlik coşkusudur.
Genç, “düşüncelere hükmetmeye çalışır”, “fikirleri tini anlar” ve “fikirler arar”; “düşüncelere dalar.”
Gencin bakış açısı ilahi bakış açısıdır.
Çünkü, “tin, ilk kez kendi kendini keşfediş” demektir.
Çocuklar olarak “bizler şeylerin temelini ya da şeylerin arkasında yatanı bulmaya çalışırız; dolayısıyla” demek ki çocuk doğrudan şeylerin temelini bulmaya çalışan metafizikçi haline geliyor.
“Ben, kendi payıma, bundan bir ders çıkarıyorum”
Bu büyük egoistlere hizmet etmek yerine, kendim egoist olmayı tercih ederim.!
-devlet içindeki bütün savaşımlar demokrasi, aristokrasi ve monarşi arasındaki savasım, oy hakkı uğruna vb. savaşım, çeşitli sınıfların yürüttükleri gerçek savaşımların büründükleri aldatıcı biçimlerden başka bir şey değildir.
Bir ulusun üretici güçlerinin ulaştıkları gelişme düzeyi,en açık şekilde, işbölümünün ulaştığı gelişme düzeyinden anlaşılır.
Yaşamı belirleyen bilinç değil,
tersine, bilinci belirleyen yaşamdır.
Felsefenin kaçınılmaz sonu dindar olmaktı.
…dünya Eski Ahit’in dünyası olduğundan, hâlâ yasanın, “dogmatik formüller”in sopası altındadır.
“Etten, kemikten, yaşayan gerçek insan henüz doğmuş değil!.”
Her şeyi kurgulamaktan ve en aykırı şeyleri sözde nedensel ilişkilerle birbirine bağlamaktan oluşan bu spekülatif hokkabazlık, azizimizin kafasından parmaklarına sirayet etmiş bulunuyor gerçekten. Bu hokkabazlık mutlak bir içeriksizliğe ulaşıyor ve dibe vurarak en ciddi edayla dile getirilen gülünç totolojilere dönüşüyor.
Zira o, babalarımızdan saklanan, büyük babalarımızın dahi bilmediği bir sırrı
“ancak eleştirinin eylemiyle insan soyunun ve böylece insanların yaratıldığı” sırrını ifşa ediyor.
Eleştirmen, zaferinden emin olarak kendi yolunda karşı konulamaz bir biçimde ilerliyor.

İftiraya uğruyor; o gülümsüyor.

Ona sapkın deniyor; o gülümsüyor. Eski dünya ona karşı bir haçlı seferi başlatıyor; o gülümsüyor.

Ruh itaatkârdır, bedense zaaflı.
Duyumsallık; gözün şehvetidir, bedensel şehvet ve kibirliliktir.
Felsefe, dinle ittifak halinde daima bireyin mutlak bağımlılığı için çabalamış ve bireysel yaşamın tümel yaşam içinde, rastlantısalın töz içinde, insanın mutlak tin içinde erimesini talep edip buyurmasıyla bu bağımlılığı gerçekten sağlamıştır.
Spekülatif felsefe, hakiki, tutarlı, ussal teolojidir.
“ Felsefe asla, en genel biçimine indirgenmiş ve en makul ifadesini almış teolojiden başka bir şey olmamıştır.”
‘Ben tüm bunlarım, hatta biraz fazlasıyım. Hem bu hiçin her şeyiyim, hem de her şeyin hiçiyim.’
Belli bir tarihsel dönemde devrimci düşüncelerin varlığı; devrimci bir Sınıfın varlığını gerektirir;
El koyma prolterya’nın niteliği gereği, yanlızca evrensel olabilecek bir birlik aracılığıyla ve ancak devrim yoluyla gerçekleştirilebilir.
O, aynı anda hem “söylem” hem de “söylemin sahibidir”; hem Sanço Panzadır hem Don Kişot.
Bu, belirli koşullar altındaki rastlantısallığın doya doya hazzına varabilme hakkı, şimdiye dek kişisel özgürlük olarak adlandırıldı.
Üretici güçler ile ekonomik ilişki biçimi arasındaki bağ, toplumsal ilişki ile bireylerin faaliyeti ya da uğraşı arasındaki bağdır.
Dolayısıyla her devrimci mücadele, o ana kadar iktidarda olan sınıfı hedef alır.
Üretici güçlerin gelişimi sürecinde öyle bir aşamaya ulaşılır ki, üretici güçler ile ekonomik ilişki araçları mevcut koşullar altında yalnızca zarara yol açar, üretici olmaktan çıkıp yıkıcı güçler haline gelir. (makineler ve para)
Öyle ki, “insan”, her tarihsel aşamada şimdiye kadarki bireylerin yerine geçirilmiş ve tarihin itici gücü olarak gösterilmiştir. Bütün bu süreç “insan”ın kendine yabancılaşması süreci olarak düşünülmüştü.
El koyma, proletaryanın niteliği gereği, yalnızca evrensel olabilecek bir birlik aracılığıyla ve ancak devrim yoluyla gerçekleştirilebilir.
Büyük ölçekli sanayide ve rekabette, bireylerin bütün varoluş koşulları, belirlenimleri, sınırlanmışlıkları, en basit iki biçim içinde eriyip kaynaşmıştır: Özel mülkiyet ve emek.
Tüm uygar ulusları ve onların her bir üyesini, ihtiyaçlarını karşılamak için bütün dünyaya bağımlı kıldığı ölçüde, ilk kez dünya tarihini yaratarak ayrı ayrı ulusların eskiden sahip oldukları doğal özgünlüklerini yok etti.
Eskiden, birbirleri ile ilişki kurdukları ölçüde, mütevazı bir mübadele yürüten uluslar, manüfaktürün ortaya çıkmasıyla birlikte rekabet içine girerek koruyucu gümrük vergileri, yasaklamalar ve savaşlar yoluyla sürdürülen ticari bir savaşıma başladılar. Bu andan itibaren ticaret artık siyasal bir anlam yüklendi.
Birini sınırlı bir kent-hayvanına, diğerini sınırlı bir kır-hayvanına dönüştüren ve ikisinin çıkarlarının karşıtlığını her gün yeniden üreten bir tabi kılmadır bu.
Hatta egemen sınıf içindeki bu bölünme, iki tarafın belli bir karşıtlığına ve düşmanlığına da dönüşebilir. Ne var ki bu karşıtlık ve düşmanlık, bu sınıfın kendi varlığını tehdit eden her pratik çatışma karşısında kendiliğinden ortadan kalkar ve onunla birlikte, egemen düşünceler, egemen sınıfın düşüncesi olmadığına ve bu sınıfın gücünden farklı bir güce sahip oldukları dair görünüş de yok oluverir.
Yani, başka şeylerin yanı sıra düşünürler olarak, düşünce üreticileri olarak da onlar egemen olurlar, kendi çağlarının düşünce üretimini ve bu düşüncelerin yayılmasını düzenlerler. Yani açıktır ki, onların düşünceleri, dönemin egemen düşünceleridir. Örneğin, kraliyetin, aristokrasinin ve burjuvazinin birbirleriyle egemenlik mücadelesi verdiği, dolayısıyla egemenliğin bölünmüş olduğu bir devirdeki bir ülkede, kuvvetler ayrılığı öğretisi, egemen düşünce haline gelir ve ölümsüz bir yasa olarak ifade edilir.
tarih, daima kendi dışında bulunan bir ölçüte göre yazılmak zorundaydı. Yaşamın gerçek üretimi tarih dışı, tarihsel olan ise olağan yaşamdan ayrı, tamamen dünya üstü bir şey olarak görünür. İnsanın doğayla olan ilişkisi böylelikle tarihten çıkarılmakta ve bu da doğa ile tarih arasındaki karşıtlığı doğurmaktadır. Bu nedenle, bu tarih anlayışı, tarihte yalnızca politik temel olayları ve devlet eylemlerini, dinsel ve genel olarak teorik mücadeleleri görebilmiş; özellikle her bir tarihsel dönem söz konusu olduğunda da, o dönemin yanılsamasını paylaşmak zorunda kalmıştır.
Burjuva toplum, bir aşamanın tüm ticari ve sınai yaşamını kapsar ve bu bakımdan, devlet ve ulus çerçevesini aşar; ama diğer yandansa, kendisini dışarıda milliyet olarak kabul ettirip içeride de devlet olarak örgütlemek zorundadır.
“Tin” en başından itibaren, kendini burada titreşen hava katmanları, sesler, kısacası dil biçiminde gösteren maddeyle “yüklü” olmanın lanetine uğramıştır.
Yaşamı belirleyen bilinç değildir, tersine, bilinci belirleyen yaşamdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir