İçeriğe geç

Alevilik Nedir ? Kitap Alıntıları – Mehmed Kırkıncı

Mehmed Kırkıncı kitaplarından Alevilik Nedir ? kitap alıntıları sizlerle…

Alevilik Nedir ? Kitap Alıntıları

Kelime manâsıyla Alevî Hz.Ali’yi seven ve O’na mensup olan kişi demektir.
“Sünnî olsun, alevî olsun bu vatan ve milleti seven bütün âlicenap insanlar bu ihtilâfın halline, bu düşmanlıkların izalesine bütün güçleriyle çalışmalıdırlar.”
“ Yani, Kur’an’dan herhangi bir âyeti Kur’an’dan saymayarak çıkarmak küfür olduğu gibi, ona Kur’an’mış gibi fazladan bir şeyi ilâve etmek de yine küfürdür.”
“ Kur’an’ın bu açık beyanlarına rağmen, Hz.Ali’ye peygamberlik isnad edilmesi bâtıldır, vehmîdir, esassızdır.”
“Zira, her resûl nebidir, fakat her nebî resûl değildir.”
“Hemen şunu ifâde edelim ki, Hz.Ali’ye (RA) ilk defa ulûhiyet isnad eden Yahudi asıllı büyük İslâm düşmanı İbn-i Sebe ve arkadaşları olmuştur. Daha önce de bahsettiğimiz gibi, İbn-i Sebe, bizzat Hz.Ali’nin yüzüne karşı, -hâşâ- Sen Allah’sın demiş ve Hz.Ali tarafından Medayin’e sürülmüştü.
Maalesef, aradan 1400 sene gibi uzun bir zaman geçmesine rağmen, -sayıları az da olsa- bazı kimselerin hâlâ İbn-i Sebe’nin bu sapık fikrini ayakta tutmak için şiirler yazdıklarını, kitaplar yayınladıklarını müşahede ediyoruz.”
“Herkesin kazandığı hayrın sevabı kendine ve yaptığı fenalığın zararı da yine onadır. (Bakara sûresi, 286)”
“Alevîlik aslında bir fırka veya mezheb değildir. Âl-i Beyt’in muhabbetini esas alan bir tarikat şeklinde ortaya çıkmıştır.”
“Allah’a (c.c.) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seveceksiniz, Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise Allah’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. O’na benzemek ise, O’na ittiba etmek (tâbi olmak)tir. Ne vakit O’na ittiba etseniz Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah’ı seversiniz; tâ ki, Allah da sizleri sevsin
“ Şiâ itikadını taşıyan fırkalar içinde tarih boyunca en tahripkârı bu İsmailiyye fırkası, diğer adı ile Bâtınîler olmuştur. Asya’nın başı dönmüş bu kanlı anarşistleri, fikirde, itikadda, ahlâk ve hayatta fesat çıkartmışlar; İslâm âleminde yıllarca süren sükûn ve huzuru bozmuşlardır.”
Günümüze kadar gelen bütün âlim ve arifler Hz. Ali’nin ilim ve marifetinin meyveleri olmuştur.
Ehl-i sünnete mensup müslümanların Yezid’i sevdiklerini ve o mel’unun cinayetlerine rıza gösterdiklerini iddia etmek büyük bir iftiradır.
Allah, fehimlerde tasavvur, zihinlerde tahayyül olunan her şeyin maverasıdır.
Tevhid, Allah’ı kalbine gelen, tahayyül, tasavvur ve tevehhüm ettiğin bütün ahvâlin mâverasında bilmektir.
Kur’an ayetlerinin beyanları her insanı ikna edebilecek kuvvettedir. Avam, beyanların sadeliğine meftun, fikir erbabı da fesahat ve belagatına hayrandır.
Bizde gayet meşhur ve sözü hüccet bir zat-ı muhakkık Kürtçe demiş ki:

ژی شر صحابان مکه قال و قیل
لورا جنتینه قاتل و هم قتیل

Yani: sahabelerin muharebesi hakkında kıyl ü kâl etme. Çünkü katil de maktul de ehl-i cennettir.

Ali’yi seven beni sevmiş olur. Ali’ye buğz eden bana buğz etmiş olur. Ali’ye eziyet eden bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden dahi Allah’a eziyet etmiş olur.
Hz.Ali, Bedir’de, müşriklerin cengâverlerinden Velid bin Ukbey’yi bir kılıç darbesiyle yere sermiş, Hendek muharebesinde ise, müşriklerin en güçlü bir bahadın olarak bilinen ve yirmi-otuz kişiyi tek başına altedebilen Amr bin Abdud’un boynunu uçurarak düşmanın belini kırmış ve muzafferiyette büyük payı olmuştu.
Ben ilmin şehriyim, Ali de o şehrin kapısıdır,
Hz.Ömer, herhangi bir mes’elede O’nun reyini almadan karar vermezdi. Bunun sebebi sorulduğunda, Ali’nin olmadığı bir istişare meclisinden Allah’a sığınırım, ve Ali olmasa Ömer helak olur, derdi.
Hz.Ali (RA) çocuk yaşta, hiç puta tapmadan ve şirke girmeden Müslüman olduğu için kendisine Kerremallahü vecheh denilmektedir.
Dördüncü halife olan Hz.Ali’nin (RA) künyesi Ebû’l-Hasan, lâkabı Haydar, yani Allah’ın Arslanıdır. Ünvanı ise, Emîrü’l-Mü’minîn’dir.
Hz.Osman (RA) buyurdular ki, Resûlüllah ile beraber Hz.Ebûbekir, Hz.Ömer ve ben Sevr dağına çıkmıştık. Dağ sallanmaya başladı. Peygamberimiz dağa mübarek ayağı ile vurdu ve şöyle dedi: Ey dağ, sakin ol. Üzerinde bir peygamber, bir sıddîk ve iki şehid vardır!
Hz.Osman (RA) Peygamberimizin (SAV) iki kızı ile evlenmişti. Bu sebeble Resûlüllah Efendimiz kendisine Zinnureyn lâkabını vermişti.
Bediüzzaman’ın dediği gibi;
  “Bizim düşmanımız cehalet , zaruret,ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı sanat,marifet,ittifak silahı ile cihad edeceğiz.”
Evet, ferdi ve içtimaî hayatın saadet ve lezzeti ittihaddadır.Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi;”ittifakta kuvvet , ittihadda hayat,uhuvvette saadet vardır.
Zira, Medenilere galebe ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar(zorlama) ile değildir.
Bir mü’min, diğer bir mü’min kardeşini, hatalı da olsa sevecek ve hatasının tashihine çalışacaktır.
Temelde dinleri, dilleri ve milletleri bir olan, aynı tarih ve kültüre sahip bulunan ve aynı vatanda yaşayan bu insanlar, gitgide birer hasım, birer düşman vaziyetine sokulmak istenmişlerdir.
 Bu vatanda yaşayan bütün Sünnî Müslümanlar Hz.Ali ve bütün Ehl-i Beyt’i hakkıyla severler. Ancak bu sevgilerinde itidal üzere bulunurlar. Ne onlara ulûhiyet veya nübüvvet isnad eden müfrit bir Şia gibi, ne de onların kadir ve şereflerini inkâr eden Haricîler gibi düşünürler.
Dinimize göre, muhabbet de, buğzda ancak Allah için oldukları takdirde makbuldür ve ibadet sayılır.
“..Kim (karalamak gayesiyle) bir müslümana bir iftira ederse Al­lah o kimseyi bu söylediği sözler (in vebâlin)den (tamamen temize) çı­kıncaya kadar cehennem köprüsü (sırat) üzerinde bekletir.” (Ebu Davud, Edeb, 36)
Zira, Müslümanlar Ehl-i Beyt’i ciddi sevmişler ve Yezid’in işlediği emsalsiz zulme, ne fiilen, ne fikren, ne kalben, ne de hayâlen asla iştirak etmemişler, aksine bundan fevkalâde müteessir olmuşlardır.
Büyük ekseriyeti teşkil eden akl-ı selim sahibi Alevîler ise, Ehl-i Sünnet’e mensup Müslümanların Âl-i Beyt’i ciddi olarak sevdiklerini ve onlara karşı muhabbet beslediklerini, onları daima tâzimle yâdettiklerini yakînen bilirler.
Bu Kur’an Müslümanların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapıp Kur’an’ı ortadan kaldırmalıyız, ya da Müslümanları O’ndan soğutmalıyız.
Hiçbir eserin, ustasına benzemediği bilinen bir gerçektir.
Zira açık bir gerçektir ki, İslâm, tevhid dinidir; şirkin her nev’ini reddeder.
Âhirette, Cenâb-ı Hak bu ibadetsiz kimselere, Niçin namaz kılmadınız? diye sorduğunda, Ya Rabbi, Hz.Ali camide şehid oldu da, onun için şeklinde cevap verebilirler mi? Verseler dahi böyle bir özür makbul olabilir mi?
İnsan için Allah’a muhatap olmaktan ve O’nunla böyle ali bir sohbet etmekten daha büyük bir huzur , daha büyük bir izzet ve şeref düşünülebilirmi?
“ Namazın mânâsı cenab-ı hakk’ı tesbih ve ta’zim ve şükürdür.”
Sünnet-i Seniyyeye ittibâı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz.
İnsan sadece mücerred olarak Âl-i Beyt’i sevmekle, ibadet mükellefiyetinden kurtulamaz.
Sünnet-i Seniyye’ye ittiba eden bir Müslüman, Âl-i Beyt’i hakikî mânâda sevmiş olacaktır. Zira, böyle bir Müslümanın yapmış olduğu bütün ibadetlerden hâsıl olan hayır ve hasenatın bir misli essebebü ke’-fâil Sebeb olan işleyen gibidir kaidesince, Âl-i Beyt’e de yazılmaktadır.
Bir kimse, sahâbelerimi, zevcelerimi ve Ehl-i Beyt’imi sever de onların herhangi birine ta’n etmezse (ayıplamazsa), onların sevgisiyle bu dünyadan göçerse kıyamet günü benimle beraber olur
Peygamber Efendimiz (SAV) bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurdular:
Size verdiği nimetlerden dolayı Allah’ı sevin. Beni de Allah için sevin. Âl-i Beyt’imi de benim için sevin.
Resulüm, sizden peygamberlik vazifesine mukabil ücret istemez. Yalnız Âl-i Beyt’ine meveddet (sevgi ve saygı) istiyor. (Şûra sûresi, 23)
Âl-i Beyt’e Allah için muhabbet etmek, dinimizde vâcibdir. (İmam-ı Şafiî’ye göre farzdır).
Hiçbir hususî fazilet ve meziyet, ibadet farizasının yerine kaim olamaz.
İnsan, kendisine hediye edilen o akıl ile, sadece bu dünya için yaratılmadığını, kendisinin, vazifesiz ve gayesiz olamayacağını idrâk eder.
Bir Müslüman, Hz.Ali (R.A) ve Âl-i Beyt-i Sevmekle İbadet Mükellefiyetinden Kurtulabilir mi ?
Madem ki, bütün Müslümanların ölçüsü Kur’ân ve Sünnet’tir, o halde bir Müslüman beşerî her fikri, her iddiayı, her inancı, her itikadı Kur’ân’a ve O’nun birinci derecede tefsiri olan Hadis-i Şeriflere göre değerlendirecek ve muvazene edecektir.
Gerçekten bu Kur’ân, insanları en doğru yola götürür. (İsrâ Sûresi, 9)
Bediüzzaman, “Milliyetimiz bir vücuttur.Ruhu islamiyet , aklı Kur’an ve imandı”
“Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılınız ve ayrılmayınız”
Gerçek şu ki, Kitap ve Sünnet’i bilen ve gereği gibi yaşayan hakiki bir Alevî, ancak Allah-ü Teâlâ’yı ma’bûd olarak tanır. Kendisini, İslâmiyetin bir ferdi olarak bilir, Peygamberimizi, en son Peygamber, Kur’ân-ı Kerim’i de son semavî kitap kabul eder.
Şah İsmail Anadolu’dan elini çekmedi. Zaman zaman birçok halifeler göndererek Anadolu’daki nüfuzunu kuvvetlendirmek için çalıştı. Bu çeşit faaliyetler, Çaldıran Muharebesi’ne kadar artan bir hızla devam etti. Bu muharebeden sonra İran’la Osmanlı Devleti arasında kesin hudutlar çizildi. Böylece Erdebil sofîleriyle Anadolu arasındaki irtibat kesilmiş oluyordu. Bunun neticesi olarak Anadolu’daki müritler, pirlerin te’sirinden gitgide uzaklaştılar. Bu tarikatın Anadolu’da kalan mensupları, Erdebil tekkesinden aldıkları te’sirle, kendilerinin dışında kalan Müslümanların Ehl-i Beyt’e gerektiği gibi muhabbet beslemedikleri zannına kapıldılar. Onların bu telâkki ve davranışları diğer Müslümanlarla aralarında bir soğukluk husule getirdi. Bu soğukluk, zamanla ihtilâfa dönüştü.
Bu ihtilâf neticesinde, Erdebil tekkesine bağlı Anadolu Türkleri medreseden uzak kaldılar. İtikada, ibadete ait birçok hükümleri gereği gibi öğrenemediler. Sadece babadan oğula intikal eden birtakım telkinlerle iktifa ettiler. Diğer Müslümanlar ise, bunlarla yakın alâka kuramadı ve onlara karşı vazifelerini lâyıkınca yerine getiremediler. Mizansız münakaşalar, yersiz ithamlar ve ölçüsüz davranışlarla, aradaki soğukluk gittikçe büyüdü ve derin bir ayrılığa dönüştü. Buna bir de idarecilerin ihmali eklenince, Anadolu Müslümanları arasında Sünnîlik ve Alevîlik şeklinde bir ikilik ortaya çıktı.
Timur, Osmanlı Sultanı Yıldırım Bâyezid’i yendikten sonra Anadolu’dan aldığı otuz bin kadar esiri İran’a götürmüştü. Bunları Erdebil’e yerleştirmişti. Bunlar zamanla, Erdebil Şeyhi olarak bilinen Şeyh Ali’ye intisap ettiler ve ondan tarikat dersi aldılar. Bir süre sonra Timur, arasıra ziyarete gittiği Erdebil Şeyhi’nin kendisinden bir arzusu olup olmadığını sorduğunda, şeyh, “Hiçbir dileğim yok, sadece Anadolu’dan esir olarak getirmiş olduğun Türkleri serbest bırakmanı istiyorum” dedi. Timur, şeyhin bu arzusunu memnuniyetle kabul etti ve onları serbest bıraktı. Bu esirler, bu vesile ile, şeyhe olan muhabbetlerini aşırı derecede ziyâdeleştirdiler. Şeyhin bu sofilerinin bir kısmı Anadolu’ya döndü, bir kısmı da Erdebil’de kaldı.
Alevîlik aslında bir fırka veya mezheb değildir. Âl-i Beyt’in muhabbetini esas alan bir tarikat şeklinde ortaya çıkmıştır.
Hülâsa, Peygamberimiz (SAV), Allah’ın sevdiği, razı olduğu insan modelidir. Bir mü’min O Rehber-i Ekmel’e benzediği nisbette Allah’ı sevmiş ve O’nun muhabbetini kazanmış olur.
De ki: Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa hemen bana uyun ki, Allah da sizleri sevsin ve suçlarınızı mağfiretle örtsün. Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir. (Âl-i İmrân, 31)
Yukarıdaki âyet-i kerîmenin tefsirinde şöyle buyurulmaktadır:
Allah’a (c.c.) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seveceksiniz, Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise Allah’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. O’na benzemek ise, O’na ittiba etmek (tâbi olmak)tir. Ne vakit O’na ittiba etseniz Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah’ı seversiniz; tâ ki, Allah da sizleri sevsin
Biz Müslümanlar hudutsuz ve nihayetsiz olarak ancak Allah’ı severiz. Sonra Peygamberimizi (SAV) severiz.
Muhabbetullah, Allah-ü Teâlâ’nın kemâl ve cemâlini idrak ve takdir nisbetinde kalbte hâsıl olan bir nûrdur.
Şia’nın Bâtıniye koluna mensup Cennabi oğlu Ebû Tahir, etrafına topladığı birkaç bin çapulcuyla hicri 311 yılında hacca gitmekte olan hacıları pusuya düşürerek çoğunu kılınçtan geçirdi, mallarını yağmaladı.
Hicrî 317 yılında da aynı çete yine Hac mevsiminde Arafat’tan Mekke’ye dönen hacılara saldırarak hepsini kılınçtan geçirdi. Bu toplu katliâmdan kurtulan bir kısım hacılar Kâbe-i Muazzama’ya sığındılarsa da bu anarşistler, Kâbe’ye girdiler ve onları da Beytullah’ın içinde şehid ettiler. Hattâ bir kısmının cesetlerini zemzem kuyusuna attılar. Kabe’nin örtüsünü yağma ettiler. Ebû Tahir, Kâbe’nin kapısını ve Hacerü’l-Esved’i söküp götürdü. Hicri 339 yılına kadar tam 22 sene Hacer-ül Esved bunların elinde kaldı. O zamanki Bağdat hükümeti bu gözü dönmüş Şiâ çapulcularından Hacerü’l-Esved’i geri almak için 50.000 altın teklif etti. Bu teklifi reddettiler. Nihayet Afrika’daki Fâtımîlerin Mehdi sinin şiddetli tehdidi üzerine Hacerü’l-Esved’i iade ettiler.
Hasan Sabbah, tam 33 yıl Alamut Kalesi’nde, bu kanlı faaliyetlerini sürdürdü. İran şiîlerinin bu anarşist şebekesi, yüzlerce, binlerce Müslümanın kanına girdiler. İçtimaî sükûnu kaçırdılar, terör estirdiler. Dirayetli bir devlet adamı olan, Selçukluların dünyaca meşhur veziri, Nizâmülmülk’ü şehid ettiler. Şiilerin yayılmasına mani gördükleri âlim ve fakîhler, Hasan Sabbah’ın fedaileri tarafından katledildiler.
İsmailiyye Fırkası: İrak’ta ortaya çıkmıştır. Bilâhare, Hindistan, Pakistan, İran ve Afrika’nın bazı bölgelerinde tutunmuştur. Bu mezheb sahiplerince din perdesi altında saltanat yolu açılmaya çalışılmış ve sonunda İbn-i Meymun’un torunlarından Ubeydullah isimli birinin başkanlığında bir devlet kurulmuş ve bu devlet bilâhare Şam’dan Fas’a kadar genişleyerek İmparatorluk haline gelmiştir. 270 sene hüküm sürdükten sonra, hicrî 567 senesinde yıkılmıştır. Bunlara, Bâtınîler de denir.
İmamiyye Fırkası: Onlara göre, Hz.Peygamber (SAV), Hz.Ali’yi (RA) bizzat imam tayin etmiştir. Müteâkip imamlarıda, Resûlüllah’ın vasiyeti gereği hep o seçer. Bunlar, imamet mertebesiyle nübüvvet mertebesini birbirine denk tutarlar. Şu farkla ki, imama vahiy gelmez, derler. Bu fırka mensupları daha ziyâde İran, Irak ve Pakistan’da taraftar bulmuştur. Azim bir hataları daha var ki, o da, sahâbeyi tekfire cür’et etmeleridir.
Sebeiyye Fırkası: Kurucusu, Abdullah İbn-i Sebe’dir. Temel inançları; Hz.Ali’ye ve evlâtlarına ulûhiyet isnad etmektir. O’nun ölmediğini, aslında ölenin, O’nun kılığına giren bir şeytan olduğunu iddia ederler. Hz.Ali ise, göğe çıkmıştır. Gök gürlemesi O’nun sesi; şimşek çakması ise, O’nun kamçısının şakırtısıdır.
Mısır’da Sebeiyye Mezhebi nin kurulmasıyla tohumu atılan Şiîlik, İran’da yeşermeye, gelişmeye başladı. Ve bundan yirmiden fazla fırka (kol) türedi.
Üç sahâbî, Ramazan’ın 17’nci günü sabah namazını kıldıracakları sırada öldürüleceklerdi. Takdir-i İlâhî ile Hz.Muâviye ve Hz.Amr Îbnü’l-Âs bu suikastten kurtuldular. Fakat İbn-i Mülcem isimli suikastçı Hz.Ali’yi, şehadetine sebeb olan zehirli bir kılıç ile yaralamaya muvaffak oldu.
Bugün kavga eden mü’minler yarın barışabilir ve tekrar biraraya gelerek İslâm birliğini yeniden te’sis edebilirlerdi. Müslümanlar arasında tâ kıyamete kadar devam edebilecek bir ihtilâf çıkararak onları inanç yönünden parçalamak, hiziplere ayırmak icab ediyordu. Şimdi yapılacak en önemli iş, itikadları aslî çizgisinden saptırmak için dine hurafeler sokmak idi.
Muharrem ayında Sıffîn’de karşı karşıya geldiler.
Bununla beraber Hz.Ali (RA) ile Hz.Muâviye (RA) bu ayda harb etmemek için bir aylık bir mütareke yaptılar.
“Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir.”
Âyetin mânâ-yı işarîsiyle, bir mâsumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda edilmez.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir