İçeriğe geç

Alçakgönüllü Bir Öneri Kitap Alıntıları – Jonathan Swift

Jonathan Swift kitaplarından Alçakgönüllü Bir Öneri kitap alıntıları sizlerle…

Alçakgönüllü Bir Öneri Kitap Alıntıları

Yanlışlar hızla yayılır; gerçekse yanlışların ardından topallayarak gelir. Böylece insan aldatılmışlık çukurundan kurtulduğunda artık her şey için çok geçtir.
Politik yalan çoğunlukla insan yavrusu gibi bebek olarak doğar, büyümeleri zaman alır, yetişkinliğe eriştiğinde çevresine ışıltılar saçar ve zaman ilerledikçe ışıltısını yitirmeye başlar.
Her insan uzun süre yaşamak ister, ama kimse yaşlı olmak istemez.
İnsanlar genellikle zayıflıklarının farkında olmamakla suçlansa da, içlerinden bazıları da kendi güçlerinin farkında olmayabilir. İnsanlar da toprak gibidir, bazen yüzeyin altında sahibinin farkında olmadığı bir altın damarı bulunur.
Hırs çoğu zaman insanlara en alçak işleri yaptırır, demek ki insan bedeni yukarılara tırmanırken sürünürken girdiği biçime girer.
İnsan sokakta yürürken çevresini gerçekten gözlemleyecek olsa, gördüğü en mutlu kimseler cenaze arabaları içindekiler olur.
Bir insan kendisine yönelik eleştirilere karşı üç tutum alabilir:
Eleştirileri hor görebilir; benzer eleştirilerle karşılık verebilir ya da eleştirilmesine hiç fırsat vermeden yaşamaya çalışabilir.
Gerçek anlamda çok az insan gerçekten bugünü yaşar. Çoğunluğu bir başka zaman yaşamaya başlayabilmek adına bekler ve biriktirir.
Artık savaşmayı bırakıp
birbirimize hediyeler sunalım.
Başkalarının hatalarını vurgulamaktan hiç sıkılmayan ,yargıçlarız biz !
Ben bütün yazılarımda şu ilkeye bağlı kalma amacı güttüm: Anlattıklarım, belli bir zaman ve mekânda belli durumlar için geçerli olmakla kalmamalı, genel olarak insana ve onun evrensel doğasına uygulanabilir olmalıdır.
Tartışmaların en eski ve doğal temellerini, arzu ve hırs oluşturagelmiştir; gururun kardeşleri ya da aynı gövdeye bağlı dalları olarak görülebilecek olsa da, bunlar hiç kuşkusuz yoksunlukla bağıntılı meselelerdir. Siyaset üzerine yazı yazanların dilini kullanarak bir örnek verecek olursak, ilk bakışta çoğunluğun iradesine dayanan bir kurummuş gibi görünen köpekler cumhuriyetinde, eksiksiz bir yemekten sonra devletin bütünüyle barış içinde olduğunu gözlemleyebiliriz; ama önde gelen köpeklerden biri büyük bir kemik kapıp da bunu belli bir azınlık arasında paylaştırdığında oligarşiyle, bütün kemiği kendisine sakladığında tiranlıkla karşılaşırız ki bu da sivil toplumda kargaşaya ve ayaklanmalara yol açar.
Gene de insan, düştüğü onca hataya karşın, evreni düzeltmeye, yanlışları doğru kılmaya soyunur, acıları yeryüzünden silip yok edeceğini iddia eder; burnunu sokmadığı köşe bırakmaz; nerede gizli saklı kalmış bir yozlaşma varsa onu tutar gün ışığına çıkarır; tertemiz yerlerde tozları ayağa kaldırır; temizliyormuş gibi yaptığı kirlere bulanır durur.
Bir insan kendisine yönelik eleştirilere karşı üç tutum alabilir: Eleştirileri hor görebilir; benzer eleştirilerle karşılık verebilir ya da eleştirilmesine hiç fırsat vermeden yaşamaya çalışabilir.
ONSOZ’den

Güçlüklere katlanabilen beyinler olduğu gibi, sabun köpüğü gibi beyinler de vardır; bu ikinci türden beynin sahibi, bırakın evini en ekonomik biçimde idare edenlere özgü çekingenlikle o küçük birikimini düzene sokmaya çalışıp dursun; ama onu, beynini kendinden üstün kimselerin kamçısı altına sokmaktan alıkoymalı, çünkü böyle bir kamçı tek bir darbeyle, o haddini bilmeyen, köpükten beyni darmadağın edecektir; beynin sahibiyse sevgili köpüklerini bir daha ömrü billah bir araya toplayamayacaktır. Bilgi olmadan nükte ve zekâ, salt kremadan ibaret olduğundan, bir gecede toplanabildiği gibi, hünerli bir elin tek darbesiyle köpüğe, boş sözlere dönüştürülüp dağıtılabilir; krema ortadan kalktığında altından çıkanlar da domuzlara atılmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Bir kimse sokakta yürürken çevresini layıkı ile gözlemleyecek olsa, gördüğü en mutlu kişilerin cenaze arabasındakiler olduğunu fark edecektir.
Bu dünyaya gerçek bir dehanın geldiğini şu işaretten anlayabilirsiniz: bütün ahmaklar ona karşı birleşirler.
Ancak birbirimizden nefret edecek kadar dindarız, birbirimizi sevecek kadar değil.
Bu dünyada sabit kalan hiçbir şey yok, istikrarsızlıktan başka; gene de Platon, erdem kendini dünyaya gerçek kıyafetiyle gösterecek olsa, tüm insanların onun karşısında büyüleneceğini düşünüyordu.
İnsanın zihni başlangıçta (ifademi mazur görecek olursanız) tabula rasa’gibidir ya da balmumu gibi yumuşaktır, üzerinde her türlü iz bırakılabilir, ta ki zaman onu sertleştirip sabitleyinceye kadar. Ve eninde sonunda Ölüm, o acımasız tiran, bizleri yolculuğumuzun ortasında durdurur. En büyük fatihler bile sonunda Ölüm tarafından fethedilir; Ölüm ki kimseyi kayırmaz, hükümdarından köylüsüne herkes onun kölesidir..
En büyük tiran bile, insanın kendi kendine işkence aracı olan kıskançlıktan daha acımasız bir işkence bulamamıştır:
Işıkla benim aramda durup gölge etmeyin.
Son zamanlarda pek çok deneme yazarı ve ahlak üzerine söylevler yazan pek çok yazar bayat konular işlediklerinden, fazla kullanılmaktan yıpranmış alıntıları tekrar tekrar önümüze sunduklarından ve ele aldıkları konuları bütünüyle ve derinlemesine işleyemediklerinden beni kızdırıyor.
Yaşlı adamlarla kuyrukluyıldızlara aynı nedenle saygı gösterilir: Her ikisinin de uzun sakalları vardır ve her ikisi de gelecekte olacakları bildiği iddiasındadır.
“Asla fazla olmamakla birlikte birazcık akıl, kadında değer verilen bir özelliktir, tıpkı papağanların ezberledikleri birkaç sözü tekrarlamasından hoşlanmamız gibi.”
Bacchus’ün üvey babası Silenus hep bir eşek üzerinde ve başında boynuzlar olduğu halde resmedilir. Demek ki ayyaşlar kendilerine yol gösterici olarak aptalları seçerler ve boynuzlanmış olma ihtimalleri de pek yüksektir.
Politika, sözcüğün en yaygın kullanımı açısından bakıldığında, yozlaşmadan başka bir şey ifade etmez; dolayısıyla iyi bir kralın ya da iyi bir bakanın işine yaramaz. İşte tam da bu nedenledir ki, saraylar politikayla dolup taşar.
Prenslerin bebekliklerinde, çocukluklarında ve gençliklerinde pek çok olağanüstü düşünce ve bilgelik örneği sergiledikleri, insanları şaşırtan ve kendilerine hayran bırakan sözler söyledikleri anlatılır. Bu denli umut vaat eden prensin ardından bu denli utanç verici kralın gelmesi ne tuhaftır! Bu prensler erken yaşta ölmüş olsalar, olağanüstü bilgelik ve erdem örnekleri olurlardı. Yaşadıklarındaysa, gene gerçekten olağanüstülük taşıyorlar, ama başka türden bir olağanüstülük oluyor bu.
Kralların ellerinin en uzak noktalara dek ulaşabildiğini sıkça duymuşuzdur; keşke kulakları da o kadar uzak noktalara ulaşabilseydi.
Kitaplar ve yasalar, son elli yıl içinde arttıkları hızla artmaya devam edecekse, gelecek kuşaklar için ciddi endişeler taşıyorum: İçlerinden gerçekten eğitimli olanlar ya da avukatlar nasıl çıkacak?
“Her insan uzun süre yaşamak ister, ama kimse yaşlı olmak istemez.”
“Göreve en uygun olan kişiyi atayan bir bakan hiç görmedim. Bu çağın en büyüklerinden biri bu meseleyi partiler arasındaki şiddete ve arkadaşlık bağlarının getirdiği mantıksızlığa bağlıyordu.”
“Kutsal kişilerin vaazları iyi niyetli kişileri erdem yolunda tutmaya yarar, ama kötü niyetlilerin erdem yoluna vaazlarla girdiği ya çok azdır ya da hiç görülmemiştir.”
“Övgü mevcut iktidarın kızıdır.” İnsan kendisiyle ne denli tutarsız! Öyle bazı kişiler tanıdım ki kamuyu ilgilendiren meselelerde ve meclislerde gösterdikleri bilgelikle ünlüydü, gene de aptal hizmetkârlar yönetirdi onları. Öyle büyük bakanlar tanıdım ki, engin bilgileri ve bilgelikleriyle ışıldardı, gene de ahmaklardan başka bir tercihleri yoktu. Öyle adamlar tanıdım ki, cesur ve onurluydular, gene de eşleri karşısında birer korkağa dönerlerdi. Öyle adamlar tanıdım ki, sinsilikte üstlerine yoktu, gene de hep kandırılırlardı. Öyle üç büyük bakan tanıdım ki, bir krallığın ihtiyaç duyduğu hesapları en iyi biçimde tutar ve idare ederlerdi, gelin görün ki kendi yaşamlarının ekonomisi söz konusu olduğunda kara cahildiler.
“Tanrı nerede düşünce ya da emek yoluyla çözüm üretme işini insana bıraksa, insan orada, iş görebilmek için kasıtlı olarak, şeyleri mükemmellikten uzak bir duruma sokmuştur: İnsan üretimi olmadan yaşam durur ya da daha doğru bir deyişle, ortadan kalkar.”
Kibirli olmak, gururdan çok güvensizliğin göstergesidir. Kibirli insanlar kendilerine ne denli çok saygı gösterildiğini, ne denli önemli insanlarla yakınlığı olduğunu anlatır durur; böylelikle hak ettiklerinden daha çok onurlandırıldıklarını açıkça itiraf etmiş olurlar, sanki bunları anlatmasalar arkadaşları onlara inanmayacakmış gibi: Oysa gerçekten gururlu bir insan en büyük onurlandırmaları dahi kendi yeteneklerine denk görmez, bunun sonucunda da övünmeyi hor görür. Dolayısıyla şu kuralı öne süreceğim: “Gururlu bir insan gibi görünmek isteyen kimse, kibirliliğini gözlerden gizlemelidir.”
Pek az insan başkalarının yanında parlamasını sağlayacak özelliklere sahiptir; ama pek çok insan makul bir çizgi tutturabilir. Dolayısıyla, günümüzde karşılıklı konuşmalar bu denli kısırsa, bunun nedeni anlak değil, gurur, kibir, huysuzluk, yapmacıklık, ben bilirimcilik, mutlakçılık ya da bunlara benzer başka kötülüklerdir; başka deyişle yanlış eğitimin sonuçlarıdır.
Pek çok erkeğin ve çoğu kadının akıcı konuşmasının ardında konu dağarcıkları ile sözcük dağarcıklarının kısıtlı olması yatar; çünkü dilde yetkin olan ve zihni fikirlerle dolu olan biri, konuşurken, her iki alanda da seçim yaparken tereddütler yaşayacaktır. Öte yandan sıradan konuşmacıların yalnızca tek bir fikirler paketi ve bunları iletebileceği tek bir sözcükler dizisi vardır; bu dizi de her zaman dudaklarından dökülmeye hazır bekler. İnsanlar da kapısında bir kalabalık bulunan bir kilisedense, neredeyse boş bir kiliseden çok daha hızlı çıkarlar.
“Yakınma, cennete sunduğumuz en büyük övgü ve inancımızın en içten parçasıdır.”
Keyfi iktidar bir prens için en doğal baştan çıkarıcı nesnedir; nasıl ki genç bir adamın şarap ya da kadınlar karşısında, bir yargıcın rüşvet, yaşlı bir adamın cimrilik, bir kadınınsa yüzeysellik karşısında baştan çıkması işten bile değildir.
Bazı insanlar bilgeliklerini saklamaya, aptallıklarını saklamaktan daha fazla özen gösterir.
Yaşlılar, anlayış güçlerinin gözünden olduğu kadar doğanın gözünden de bakar; bu nedenledir ki belli bir mesafeden en iyi onlar görür.
Dünya bir kez bizleri kötüye kullanmaya başlamaya görsün, sonrasında vicdan azabı ya da törenleri de azaltarak aynı muameleye devam edecektir.
İyi davranışların altında yatan itkiler kılı kırk yaran bir incelemeye gelmez. İyi olsun, kötü olsun çoğu eylemin nihai nedeninin insanın kendisine duyduğu sevgi olduğu kabul edilir; ama bazı insanların öz sevgisi onları başkalarını mutlu etmeye iter, başkalarınınkiyse yalnızca kendilerini mutlu etmeye. Erdemle kötülük arasındaki ana ayrım budur. Dini inanç, bütün eylemlerin altında yatan itkiler içinde en iyisidir, ama din de insanın kendine duyduğu sevginin en üst biçimi olarak görülebilir.
Hiçbir bilge adam genç olmayı dilemez.
Başıboş bir akıl yürütme, daha önceki sağlıklı akıl yürütmelerinizin ağırlığını azaltır.
Gençliğin mahareti keşiftir, yaşlılığınsa yargı gücü; öyle ki ona sunacak daha az şey buldukça yargı gücümüz de gittikçe daha zor beğenir olur: Yaşamın akışı bunu gerektirir. Yaşlandığımızda arkadaşlarımız bizi memnun etmede gittikçe daha çok zorlanırlar, ama aynı zamanda memnun olup olmadığımız da onları gittikçe daha az ilgilendirir.
Yergi nüktedanlığın en kolay yolu olarak kabul edilir, ama bazı durumlarda bunun tersinin geçerli olduğunu düşünüyorum: Çünkü nasıl ki üstün erdemleri olan birini hakkınca övmek zordur, üstün kötülükleri olan birini de hakkınca yermek zordur. Ilımlı, vasat karaktere sahip insanlar söz konusu olduğundaysa her ikisini de yapmak oldukça kolaydır.
Kötü arkadaşlık köpeğe benzer; en çok, en sevdiklerini kirletir.
Hırs çoğu zaman insanlara en alçak işleri yaptırır, demek ki insan bedeni yukarılara tırmanırken sürünürken girdiği biçime girer.
Servetin ne denli güç getirdiğini ancak acı çekenler kabul eder, çünkü mutlu insanlar bütün başarılarını basirete ya da yeteneğe bağlama eğilimindedir.
Akıllı ve basiretli davranış, en son, başına gelen bir talihsizlik karşısında utanç ve suçluluk duygusuna kapılan bir adamdan beklenir.
İnsan sokakta yürürken çevresini gerçekten gözlemleyecek olsa, gördüğü en mutlu kimseler cenaze arabaları içindekiler olur.
Bilinmezlik ve kuşku içinde asılı kalarak yaşamak acı bir şeydir; örümceklere özgü bir yaşamdır.
Bir kimse, gençliğinden yaşlılığına tüm düşüncelerini aşk, siyaset, din, eğitim vb. üzerine odaklasa, sonuçta ortaya ne denli büyük tutarsızlıklar ve çelişkiler çıkar!
Başkalarına çokça yararı dokunan, ancak kendisinin hiçbir yararını görmediği nice güzel özellikler taşıyan insanlar tanıdım; bu özellikler, bir evin önündeki güneş saatine benzer; komşular ve yoldan geçenler bu saatten yararlanır, ama sahibi yararlanamaz.
İçinde yaşadığımız çağın üyelerinin, bir sonraki çağa katkılarından bahsetmelerini izlemek oldukça eğlencelidir. Bu yaptığımız gelecekte hep anılacak, gelecek kuşaklar hep bunu konuşacak. Oysa, gelecek kuşaklar kendi dönemlerini ve düşüncelerini, kendilerine özgü şeyler olarak görecek, tıpkı bizim bugün yaptığımız gibi.
Kıyamet günü gelip çattığında, ahlaki açıdan zaafları olan bilgelere de, inanç konusunda zaafları olan cahillere de pek az hoşgörü gösterilecektir diye düşünüyorum, çünkü iki tarafın da mazereti yoktur. Bu, cehaletle bilgeliğin yararlarını eşit kılar. Ancak, bilgelerin bazı tereddütleri ile cahillerin bazı kötülükleri belki de affedilebilir, çünkü her iki durumda da baştan çıkmak için güçlü nedenler vardır.
En büyük icatlar hep cehalet dönemlerinde ortaya çıkmıştır, tıpkı pusula, barut ve matbaa gibi; ve hep en vasat ulusun eseridir: Almanların.
Yaşamın sunduğu tüm avantajlara sahip insanlar, düzensizliğe ya da bozulmaya yol açacak pek çok rastlantının tehditkâr gölgesi altında yaşarlar; oysa onları memnun edebilecek rastlantılar pek azdır.
Düşüncelerimiz yalnızca okuduğumuz eylemlere, kişilere ve olaylara odaklanır; yazarlarınıysa hiç de öyle çok düşünmeyiz.
Bilge bir insanın yaşamının geç dönemleri, erken dönemlerinde edindiği aptallıkları, önyargıları ve yanlış düşünceleri düzeltmekle geçer.
Her haz eşit derecede acı ya da bıkkınlık ile dengelenir; bir sonraki yılın gelirinden bir parçayı bu yıl içinde harcamaya benzer.
Din, büyümüş bir çocuk gibidir; onu daima, tıpkı çocukluk döneminde olduğu gibi, mucizelerle beslemek gerekir.
Senin sözün, benim adımlarımı yönlendiren fener, yolumu aydınlatan ışıktır.
İnsan bir beladan yakasını sıyırdığında, gökyüzünden görünmeden inen bir melek ona yol göstermiş oluyor; tersine, başını olmayacak bir belaya sokmayagörsün, şeytan ona günahları nedeniyle bir sille indirmiş sayılıyor. Sızlanıp durmaktan, hayaller görmekten, saçma sapan konuşmaktan başka işe yaramayan değersiz bir ölümlüyü gören bir varlığın, cennetten ya da cehennemden kalkıp da onu herhangi bir biçimde etkileme zahmetine katlanması ya da işini gücünü bırakıp onu gözlemlemeye koyulması fikri akla yatkın mıdır? İşte bu nedenle, bu büyük yanılgıyı ortadan kaldırmayı kendime borç biliyorum: Ruhani yetilere sahip olma hikâyesi de, öbür bütün zanaatlar gibi öğrenme yoluyla edinilen, uygulama ve çalışmayla yetkinleştirilen bir zanaattan ibarettir.
Bizler bu konuda onlara hiç mi hiç benzemiyoruz: Akla dayandığımızı ileri sürerek bir görünmez gücün egemenlik alanını olabildiğince genişletirken, diğerinin egemenlik alanını elimizden geldiğince kısıtlamaya çalıştık; sonuçta da iyi ile kötü konusunda büsbütün cahil kalıp ikisini belirleyen sınırları fena halde birbirine karıştırdık. İnsanoğlu kendi tanrısının tahtını coelum empyroeum’a taşıdı; onu en değerli bulduğu niteliklerle ve yetilerle donattı, bu arada kötü olanı da en uzak köşede prangaya vurdu, lanetlere boğdu; ona yeryüzündeki en sefih adamdan daha kötü bir mizaç atfetti; onu bir kuyrukla, boynuzlarla, kocaman pençelerle ve uçları yukarıya kıvrılmış gözlerle donattı.
Duyuların körelmesi, ruhun gelişmesi anlamına gelir; çünkü insanın duyuları akıl kalesine giden yolları oluştururlar ve bizim sözünü ettiğimiz mekanizmada aklın yeri yoktur. Bu nedenle her türlü çaba, duyulan başka doğrultulara yönlendirmek, onları birbirine dolayıp hareketsiz kılmak, aptallaştırmak, gereksiz heyecanlara gark etmek, eğlendirerek oyalamak, itip kakarak görevlerini yerine getirmelerini önlemek amacını gütmelidir; duyular ortadan kaldırıldığında ya da birbirlerine düşürülerek bir içsavaşla meşgul olmaya zorlandıklarında ruh devreye girer ve kendisine biçilen rolü oynar.
İnsan, düştüğü onca hataya karşın, evreni düzeltmeye, yanlışları doğru kılmaya soyunur, acıları yeryüzünden silip yok edeceğini iddia eder; burnunu sokmadığı köşe bırakmaz; nerede gizli saklı kalmış bir yozlaşma varsa, herkes paylaşsın diye, onu tutar gün ışığına çıkarır; tertemiz yerlerde tozları ayağa kaldırır; temizliyormuş gibi yaptığı kirlere bulanır durur; son günlerini kadınlara, hem de genellikle en layık olmayanlarına köle olarak geçirir; sonunda da kardeşi olan çalı süpürgesi gibi ya kapının dışına konur ya da başkalarını ısıtan alevleri beslemek üzere ateşe atılır.
Mükemmelliğimizi ve başkalarının hatalarını vurgulamaktan hiç sıkılmayan, yan tutar yargıçlarız biz!
Kuşkusuz insan bir Süpürge Sopasıdır! Doğa onu dünyaya güçlü ve sağlıklı bir halde göndermişti, serpilip gelişmeye açıktı, kafasının üstünde kendi saçları vardı, uslamlama yetisine sahip bir sebzeye uygundu bütün bunlar. Sonra ölçüsüzlüğün baltası yemyeşil dallarını kesip attı, onu kupkuru, çıplak bir kütüğe çevirdi, böylece insan da bu eksikliğini boş yere sanat yoluyla kapatmaya çalıştı.
Kim ne derse desin, kendi söylediklerinin doğruluğuna sonuna dek inanıyordu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir