İçeriğe geç

Albert Camus – Özgürlük ve Devrim Kitap Alıntıları – Gülser Erçel

Gülser Erçel kitaplarından Albert Camus – Özgürlük ve Devrim kitap alıntıları sizlerle…

Albert Camus – Özgürlük ve Devrim Kitap Alıntıları

Babam, ünlüymüş o meğer, ölene kadar bilmiyordum. Öldüğü zaman anladım. İmrenilecek bir durum değil.
Dünyadaki kötülüklerin çoğunun temelinde, başkasının var olan veya olası sorunlarını görmezden gelmek yatar, iyi niyetli yaklaşımlar da altyapıca yetersiz ise, kötü bir niyetinki kadar tahribata yol açabilir.
Özgürlük gelecek umudu değildir. O, şu ‘an’dadır; insanlarla ve şu andaki dünyayla uyumludur.
İnsanın her zaman isteyebileceği, ancak, zaman zaman bulacağı bir şey varsa, o da insan sevgisidir. Mızmızlığa kaçmayan bir sevgi, büyük sorunlarda ve günün olayları içinde kendi vicdanıyla çekişen insanın etkin sevgisi.
Bununla birlikte, aramızda kendini bilen hiç kimse, umutsuz bir insanlıktan yükselen çağrıya duygusuz kalamaz; orası doğru. Demek ki, ne yaparsak yapalım, kendimizi suçlu bulmak zorundayız. Bu da bizi layık
anlamıyla günah çıkarmaya götürür ki, en belalısı da budur.
Bir mutluluk kitabı yazma isteğine
kapılmadıkça, absürdü bulamaz insan. Ama bir tek dünya var yalnızca. Mutluluk ve absürd aynı yeryüzünün iki oğlu. Birbirlerinden ayrılamazlar. Yanlışlık mutluluğun ille de absürdün bulunuşundan doğduğunu söylemek olur. ‘Her şeyin iyi olduğu yargısına varıyorum,’ der Oidipus, bu söz kutsaldır. İnsanın vahşi ve sinirli evreninde çınlar. Her şeyin tükenmediğini, tüketilmediğini öğretir. Bu dünyaya doyumsuzluğumuz ve yararsız acılardan hoşlanmamız yüzünden gelmiş bir tanrıyı kovar bu dünyadan. Yazgıyı bir insan işi yapar, insanlar arasında sonuçlandırılacak bir işe dönüştürür.
Sisifos Söyleni, 1942
Ben kendi adıma sanatım olmadan yaşayamam. Ama, bu, sanatı her şeyin üstüne koymuş olduğum anlamına da gelmez. Tersine, onsuz edememem,
onun beni herkesle birleştirmesi ve olduğumdan başka türlü olmadan herkesle aynı düzeyde yaşatması demektir. Sanat, benim için tek başına tadı çıkan bir şey değildir. Sanat bence, en büyük sayıda insanı, ortak acılar ve sevinçlerle coşturan
imgeleri, biçimleri bulmaktır.
Albert Camus, NOBEL EDEBİYAT ÖDÜLÜ KONUŞMASI, 1957
“Oldum olası içimde biri, tüm gücüyle, hiç kimse olmamaya çalışıyor.”
Kışın en soğuk zamanında, ben nihayet içimde yenemediğim bir yaz olduğunu öğrendim.
İnsanlık düzeni, bir düzensizliktir henüz; haksızdır, geçicidir, ölünür orada, açlıktan öldürülünür; ne var ki, insanlarca kurulmuştur, onlarca ayakta tutulmakta ve savaşı yapılmaktadır.
Oldum olası
içimde biri, tüm gücüyle,
hiç kimse olmamaya çalışıyor..
Dünyadaki kötülüklerin çoğunun temelinde, başkasının var olan veya olası sorunlarını görmezden gelmek yatar, iyi niyetli yaklaşımlar da altyapıca yetersiz ise, kötü bir niyetinki kadar tahribata yol açabilir.
Özgürlük gelecek umudu değildir. O, şu ‘an’dadır; insanlarla ve şu andaki dünyayla uyumludur.
Her şeyi ortaya koyan bir insana, garip, tutkulu bir rahatlık gelir. Mutluluk, dünyayı, ondan hiçbir şey beklemeden sevmektir. Yansız, yakıcı güneşin altında, insanı, denizi ve toprağı kucaklamak.
İnsan alışkanlıkla değil, yaşamayı seçtiği için yaşar. Onun için, insan ne yaptığını bilerek, talihin bütün kötülüklerini karşısına alarak, boşuna düşlere kapılmayı teperek seçmeli. İnsanın yaşamı tam anlamıyla seçmesi demek, yaşamın saçma, dünyanın haksız, Tanrının sağır olabileceğini düşünmüş olması demektir. İnsan her şeyi yitirmeli ki, her şeyi alabilsin.
Fatihse kendinden başka türlüsünün yok olmasını ister. Onunki bir efendi-köle dünyasıdır, yani bizim şu yaşadığımız dünya. Sanatçının dünyası, diri bir çatışma ve anlaşma dünyasıdır.
Polemik yüzünden, çoğumuzun gözünü perdeler bürümüş, artık insanlar arasında değil, bir gölgeler dünyasında yaşıyoruz.
Karşılıklı konuşma olmayan yerde yaşam da yoktur. Ve dünyanın en büyük bölümünde, bugün, karşılıklı konuşmanın yerini tek yanlı kafa tutma almış, diyaloğun yerini polemik tutmuştur.
Bu ideolojiler, kendilerine, dar kafalarına, budalaca mantıklarına o kadar güveniyorlar ki, dünyanın esenliğini yalnız kendilerinin başa geçmesine ve başkalarının boyun eğmesine bağlı görüyorlar. Oysa, bir insana ya da herhangi bir şeye boyun eğdirmeyi istemek, onun kısır, sessiz, hatta ölü olmasını istemek demektir.
Resmi tarih, oldum olası, büyük katillerin tarihidir. Kabil Habil’i bugün öldürmüş değil, ama bugün Kabil Habil’i akıl uğruna öldürüyor ve onur madalyası istiyor.
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, insanlar, tatsız ve acımasız inançlar yüzünden her şeyden utanır oldular. Kendilerinden, mutlu olmaktan, sevmekten, yaratmaktan utanıyorlar Kendimizi bağışık göstermek moda oldu aramızda.
Benim gerçek aşktan anladığım dilediğince sevme hakkıdır.
Dünyanın hemen her yerinde, cellatlar bakan koltuklarına kurulmuşlar bile. Yalnız balta yerine kalem kâğıt var ellerinde.
Resmi tarih, oldum olası, büyük katillerin tarihidir.
Dünya aydınlık olsaydı, sanat olmazdı.
“Sevmek için zaman gerek. Doğruluk için bile çok az
zamanımız var.”
İnsan otuzunda kendini avucunun içi gibi bilmelidir.
Kusurlarının ve niteliklerinin kesin sayısını, ne kadar uzağa
gidebileceğini bilmelidir, ilerideki başarısızlıkları
öngörebilmelidir. Her ne ise o olabilmelidir. Ve hepsinden
önemlisi, bunları kabul edebilmelidir.
Hümanist bir ahlak, kutsala atfedilen güçlerin insana devridir ve sadece insani dünyanın eseridir.
Kendi haklarının bilincine varmış ve sorumluluk duyabilen
insan hayır diyebilir.
Ölmek zorunda olduğunu ve ölümle birlikte her şeyin
sona ereceğini bilen bir insanın doğal davranışı,
bu hayatı daha yoğun yaşamak olacaktır.
İnsanın eylemlerini yargılayacak herhangi bir değerler
sistemi ve bir Mutlak Varlık olmayınca, bütün eylemler
ahlak bakımından eşittir.
İnsan var olmak istiyorsa hareket etmeye karar vermelidir.
Bir vakitler bizi biz yapan, asla geriye dönüp
bulamayacağımız o kayıp “şeyi” özleriz.
Bütün yıkımlara, acılara rağmen dünyanın döneceği bilincinin yarattığı tatminsizlik, insanı duygularına yabancılaştırır.
Hayatın yaşamaya değer olup olmadığı sorusunu
cevaplamak felsefenin temel sorusudur.
Aşılmaz bir duvarın önünde yaşamak köpekçe yaşamaktır.
Bizler özveriyi gizemcilikten, enerjiyi zorbalıktan, gücü
gaddarlıktan ayıran ince anlam için dövüşüyoruz.
Yurdum için herhangi bir büyüklüğü, hele kana ve yalana
dayanan bir büyüklüğü istemem. Adaleti yaşatarak
yurdumu yaşatmak isterim.
Meursault’nun da herkes gibi değer verdiği şeyler vardır,
ama o insanların genelde önemli bulmayacağı şeylere
değer vermeyi seçmiştir ve bu yüzden yabancılaşmıştır.
Özgürlük gelecek umudu değildir. O, şu ‘an’dadır;
insanlarla ve şu andaki dünyayla uyumludur.
Dünyayı kendime böylesine eş, böylesine kardeş bulunca, anladım ki, eskiden mutluluğa ermişim. Hatta hâlâ da mutluydum.
Korkunç bir bırakılmışlık duygusu. Dünyanın bütün
varlıklarını göğsüme sarsam bile, kendimi hiçbir şeyden koruyamazdım.
Benim gerçek aşktan anladığım dilediğince sevme hakkıdır.
Sanat bence, en büyük sayıda insanı, ortak acılar ve
sevinçlerle coşturan imgeleri, biçimleri bulmaktır.
Çocuklara işkence yapılan bu dünyayı
sevmeyi, ölünceye kadar reddedeceğim.
Gerceği aramak arzulananı aramak değildir
Beni kitaplarımla başbaşa bıraksınlar isterdim.
Çocuklara işkence yapılan bu dünyayı sevmeyi, ölünceye kadar reddedeceğim.
“O kadar hızlı koştunuz ki insan olmak bile ardınızda kaldı.”
Bir insana ya da herhangi bir şeye boyun eğdirmeyi istemek, onun kısır, sessiz, hatta ölü olmasını istemek demektir.
Karşılıklı konuşma olmayan yerde yaşam da yoktur. Ve dünyanın en büyük bölümünde, bugün, karşılıklı konuşmanın yerini tek yanlı çatma almış, diyalogun yerini polemik tutmuştur. XX. yüzyıl tek yanlı çatma ve kötüleme çağıdır.
Kışın en soğuk zamanında, ben nihayet içimde yenemediğim bir yaz olduğunu öğrendim.
Albert Camus: Kendimi yengeç gibi hissediyorum Simone.
Simone Beauvoir: Sebebi nedir?
Albert Camus: Yengeçler denizde yaşar ama yüzemez. Ben de nefes alabiliyorum ama dünyaya bir türlü ayak uyduramadım sanırım
Yaşamın anlamsızlığını bilerek yaşamak kişiyi yüceltir, soylu kılar.
Bu; evrenin saçmalığına karşı, bireyin kazandığı zaferdir.
“Ya tüm çırpınmalarını aşan daha yük- sek bir anlamı vardır bu dünyanın, ya da bu çırpınmalardan başka hiçbir şey gerçek değildir.
İnsan büyüklüğünü bir uca giderek değil, her iki uca dokunarak gösterir.
“Şunu ifade etmek istiyorum:
Yitirilmiş bir yoksulluğa duygusallığa kapılmadan – özlem duyulabilir. Yoksulluk içinde yaşanmış yıllar bir duyarlık oluşturmaya yeter. Bu özel durumda, oğulun anneye duyduğu tuhaf sevgi, onun tüm duyarlığını oluşturur. Bu duyarlığın çok çeşitli alanlardaki belirtileri, çocukluğundaki maddi durumun, gizli kalmış anası ile açıklanabilir (ruha takılıp kalan bir ökse). Bunları fark eden kişide bir minnet ve vicdani rahatsızlık ortaya çıkar. Yine bunlardan dolayı bir kıyaslama yapınca, kişi çevre de değiştirmişse, yitirilmiş zenginlikleri duyumsamaya başlar. Zenginlere gökyüzü, fazladan verilen, doğal bir armağan gibi gelir. Yoksullar için, gökyüzü, sonsuz lütfuna yeniden kavuşur
Eğer tanrı olmasaydı, bir insan aziz olabilir miydi; bu benim bugün bildi- ğim tek samimi problemdir.
Babam, ünlüymüş o meğer, ölene kadar bil- miyordum. Öldüğü zaman anladım. İmrenilecek bir durum değil.
Özgürlük gelecek umudu değildir. O, şu ‘an’dadır; insanlarla ve şu andaki dünyayla uyumludur.
Gerçek sanatçılar politika şampiyonu olamazlar. Çünkü onlar, bilirim, hem de nasıl, rakiplerinin ölümüne duy- gusuz kalamazlar. Sanatçılar yaşamdan yanadırlar, Ölümden yana değil. Etin kemiğin adamlarıdır onlar, yasanın değil. Sanatçı oldukları için, düşmanlarını bile anlamak zorundadırlar.
Peki ama, polemik nasıl bir makinedir, nasıl işler? Karşı- sındakine düşmanmış gibi bakacaksın, onu basitleştire- cek, hiçe sayacaksın, yani görmek bile istemeyeceksin. Kötülediğin kimsenin artık gözünün rengini bile bilmez olacaksın. Hiç güldüğü olur mu, gülerse acaba nasıl güler diye düşünmeyeceksin. Polemik yüzünden, çoğumuzun gözünü perdeler bürümüş, artık insanlar arasında değil, bir gölgeler dünyasında yaşıyoruz.
Karşılıklı konuşma olmayan yerde yaşam da yoktur.
Benim gerçek aşktan anladığım , dilediğince sevme hakkıdır .
Böylece zengin ailelerin neredeyse hiçbir eksiği yokken, yoksul aileler çok güç durumda kalıyorlardı. Veba kendi yönetim merkezinde o etkin yansızlığıyla yurttaşlarımız arasında eşitliği güçlendirecekken, tersine, o normal bencillik oyunuyla, insanların yüreğinde adaletsizlik duygusunu daha da keskin hale getiriyordu. Tabii ki ölümün o mükemmel eşitliği yerinde duruyordu, ama böyle bir eşitliği de kimse istemiyordu. Böyle açlık çeken yoksullar, yaşamın özgür, ekmeğin ucuz olduğu komşu kentleri ve kasabaları daha büyük bir özlemle düşünüyordu. Kendilerine yeterince gıda sağlanamıyorsa, gitmelerine izin verilmeli diye pek de mantıklı olmayan bir duyguya kapılmışlardı. Öyle ki sonunda bazen duvarlara yazılan, bazen de valinin geçtiği sırada bağırdan bir slogan ortaya çıkmıştı: ‘Ya ekmek ya özgürlük!’
Bir mutluluk kitabı yazma isteğine kapılmadıkça, absürdü bulamaz insan. Ama bir tek dünya var yalnızca. Mutluluk ve absürd aynı yeryüzünün iki oğlu. Birbirlerinden ayrılamazlar. Yanlışlık mutluluğun ille de absürdün bulunuşundan doğduğunu söylemek olur. ‘Her şeyin iyi olduğu yargısına varıyorum,’ der Oidipus, bu söz kutsaldır. İnsanın vahşi ve sinirli evreninde çınlar. Her şeyin tükenmediğini, tüketilmediğini öğretir. Bu dünyaya doyumsuzluğumuz ve yararsız acılardan hoşlanmamız yüzünden gelmiş bir tanrıyı kovar bu dünyadan. Yazgıyı bir insan işi yapar, insanlar arasında sonuçlandırılacak bir işe dönüştürür.
Ben kendi adıma sanatım olmadan yaşayamam. Ama, bu, sanatı her şeyin üstüne koymuş olduğum anlamına da gelmez. Tersine, onsuz edememem, onun beni herkesle birleştirmesi ve olduğumdan başka türlü olmadan herkesle aynı düzeyde yaşatması demektir. Sanat, benim için tek başına tadı çıkan bir şey değildir. Sanat bence, en büyük sayıda insanı, ortak acılar ve sevinçlerle coşturan imgeleri, biçimleri bulmaktır.
Albert Camus
Avrupa kimliğinin temel unsurları ilerleme, uygarlık ve Hristiyanlığı kurtarma fikirleri idi. Yahudi düşmanlığı bu fikirler doğrultusunda gelişti ve bunlara yön verdi.
Veba salgını Avrupa’ya yayıldığında.
Tüccarlar değerli malarını kurtarmaya.
Zenginler ihtişamlı evlerini korumaya
Fakirler ise Tanrıya yalvarmaya başladı.
Onlar için kiliseler tek kurtuluş yoluydu.
Kimse bilime güvenmiyordu.
Ve bu cehalet 200 milyon kişiyi öldürdü.
Resmi tarih oldum olası büyük katillerin tarihidir.
Sizi yıpratan insanlardan sessizce uzaklaşın.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir