İçeriğe geç

Akışkan Modern Dünyadan 44 Mektup Kitap Alıntıları – Zygmunt Bauman

Zygmunt Bauman kitaplarından Akışkan Modern Dünyadan 44 Mektup kitap alıntıları sizlerle…

Akışkan Modern Dünyadan 44 Mektup Kitap Alıntıları

&“&”

Toplumsal baskıyı görmezden gelmek, önemsememek, üstesinden gelmek cesaret hem de büyük cesaret ister. İnsanın sinirlerinin çelikten olması gerekir. Bir de kolay eğilip bükülmeyen, her tür güçlüğe karşı durabilecek sağlam bir karakter gerekir.
Bir yerde sınırlar mekansal düzen oluşturmak ve bunu korumak için çizilir; kimi insanları ve objeleri belli bir yer içinde tutmak ve diğerlerini dışarıda bırakmak için.. Her mekansal düzen modeli, insanları ‘meşru’ ve ‘gayrı meşru’ kodlar üzerinden ‘makbul’ ve ‘sakıncalı’ diye ikiye ayırır.
Yaşamak risk almak anlamına gelir. Ya da, Romalı şair Lucan’ın aşk için sarf ettiği o unutulmaz sözü genele yayarsak: Yaşamak, tıpkı sevmek gibi, ödenecek bedellere razı gelmektir.
Kesin olarak bildiğimiz nedir? Zimbardo’nun kendisinin Stanford Üniversitesi’nde yürüttüğü erken dönem deneylerinde de gördüğü üzere, mahkum rolünü oynayacak rastgele seçilmiş insanlara &‘gardiyanlık’ yapmak için (yine rastgele) seçilmiş insanlarda, yani sadist profili’ kapsamına girmeyen insanlarda sadist davranış şekillerini ortaya çıkarmak mümkündür."
Ya da Stanley Milgram’ın Harvard deneylerindeki, şiddeti giderek artarak acı verdiğine inandırıldıkları elektroşokları başkalarına uygulamaları istenen yine rastgele seçilmiş insanlarda görüldüğü gibi, &‘otoriteye itaat’ otoritenin türüne bakılmaksızın, verilen emirlerin cinsi ne olursa olsun, emredilen eylemler iğrenç ve tiksindirici bulunsa bile, "son derece yerleşik bir davranışsal eğilimdir." Buna bir de sadakat, görev bilinci ve disiplin gibi evrensel denebilecek sosyalleşme içeriğini kattığınızda, "insanlar fazla güçlük çekmeden öldürmeye yönlendirilebilir," diyebilirsiniz.
Duvarların arkasında endişe dağılacağına çoğalır. Böylece site sakinlerinin ruh halinin, tehlikeleri ve tehlike endişesini mekandan uzak tutma vaadiyle pazarlanan &‘yeni ve gelişmiş’ teknolojik aletlere bağımlılığı da artar. Insan kendini ne kadar çok kıvır zıvırla kuşatırsa içlerinden bazılarının &‘işe yarayamayabileceği’ korkusu da o kadar artar. Bütün yabancıların kötülük getirebileceğine ne kadar çok kafa yorulursa, yabancılarla o endişenin sınanabileceği bir muhabbete de o kadar az fırsat tanınır. Beklenmedik olana gösterilen hoşgörü ve takdir ne kadar gerilerse" şehir hayatının canlılığını, çeşitliliğini ve coşkusunu yaşamak, üstesinden gelmek, tadını çıkarmak ve değerini bilmek o kadar imkansızlaşır. Korkuları defetmek amacıyla kapalı bir siteye kapanıp yaşamak, çocuklar yüzmeyi öğrenirken güvende olsunlar diye yüzme havuzunun suyunu boşaltmaya benziyor.
Sokakların boş tutulmasının yan etkisi ya da neticesi olarak pratik anlam ve amacı göz önüne alındığında, &‘kapalı komünite’ teri minin içeriği boşalmıştır. Glasgow Universitesi’nin 2003’te yayınladiğı bir rapora göre, “kapalı ve duvarlarla çevrili alanda &‘topluluk’ ile iletisime geçme arzusu görülmüyor… Kapalı &‘komüniteler’de topluluk algısı çok zayıf. Buralarda yaşayanlar (ve emlakçılar) her ne kadar tercihlerini gerekçelendirmeye çabalasalar da, aslında kimse o fahiş kiraları ya da satış bedellerini kendilerini bir &‘topluluk’ -çelik kıskaçları içine almak istercesine size kollarını açan o uğursuz sırnaşık ve yılışık &‘kolektif işgüzar’- içinde bulmak için ya da buldukları için ödemiyor.
Aksini iddia etseler (hatta bazen buna inansalar) bile, insanlar o paraları kendilerini sadece kendi tercih ettikleri zamanda kendi tercih ettikleri kişiler dışında başka birilerinin muhabbetine maruz kalmaktan kurtarmak için ödüyorlar. Sonuçta yalnız bırakılma ayrıcalığı için para veriyorlar. Duvarların ve kapıların ardında yalnızlar yaşıyor: sadece bir an için beğenecekleri ve o andan bir nebze olsun daha fazla beğenemeyecekleri kadar bir &‘topluluğu’ hoş görecek insanlar.
İnsanlar, kendileri gibi’ olanlarla bir arada durdukça, yanlış anlaşılmaktan ve daha çok zahmet gerektiren ve zorlayan farklı anlam evrenleri arasında çeviri yapma gereğinden kaçınmak için benzerleriyle zahmetsiz ve yüzeysel bir &‘sosyalleşme’ yaşadıkça, ortak anlam paydalarında buluşma sanatını ve birlikteliğin karşılıklı hoş tutmaya dayandığını &‘unutmaları’ o kadar kolay olur. Farklılıkla yaşama becerileri unutulunca ya da bu becerilerin edinilmesi baştan ihmal edilince, yabancılarla yüz yüze gelme ihtimali giderek artan bir gerginlik yaratır. Yabancıların daha da yabancılaşması, tanınmaz, anlaşılmaz hale gelmesi ve bir süre sonra insanların diğerlerinin &‘başkalıklarını’ kendi yaşam alanları içinde barındırmasına ve sindirmesine yol açan karşılıklı iletişimin yok olması ya da hiç oluşmaması, yabancılara gittikçe daha korkutucu bir görünüm kazandırır.
Sefahat artık sona erdi. Hesaplaşma günleri (ayları? yılları?) geldi cattı. Sersemlikten sonra ayılma günleri. Belki de (umarız) ebediyen süreceği sanılan şeyler üzerine düşünme, her şeye baştan başlama günleri. Aynı zamanda Serge Latouche’un uzun décroissance* (bkz. Farewell to Growth kitabı) günlerine delalet ya da alamet olan tehdit edici ya da umut verici (bizim tercihlerimize bağlı!) günler.Bu kitap, kemer sıkmanın ne anlama geldiğini, sefahatten önceki yıllara dönerek, daha az kozmetiğin ve deterjanın (David Bernardi bu hatırlatmayı yapıyor), yollarda daha az arabanın bulunduğu, fakat aynı zamanda daha az çöp ve atık, daha az dışlanma ve farklılık ama sessizlik ve bol enerji barındıran yılları tasvir eder. Belki de havanın daha az kirlendiği, daha az bina ve daha fazla yeşilin olduğu zamanlar gelecektir (yazarın varsayımına göre)… Kim bilir? Bunun gerçekleşeceğinden kim emin olabilir? Geçmişe dönmenin bir yolu var mı (sadece Hollywood filmlerinde özlemle izlenmekle kalmayıp gerçek hayatta da düşülecek yollar)? Yoksa bir Arap atasözünde söylendiği gibi insan atalarına değil kendi zamanına mı çeker?
Bir yanda eleştiriler, diğer yandaysa bir dereceye kadar istenilen, hatta belki hiç de arzulanıp hoş karşılanmayan karılar. Basham kitabını yayımladıktan kısa bir süre sonra Amerikan sağından &‘Gerçek Kadınların Manifestosu’ geldi. Buna göre erkekler ve kadınlar birbirlerinin tamamlayıcısı olarak ve farklı biçimlerde Tanrı’ya hizmet etmek için yaratılmıştı. Erkekler işgücüydü, kadınlar eve aitti. Manifestoya göre bu iki yerin karıştırılması şeylerin düzeninin bozulmasına yol açardı, çünkü bu ilahi bir düzendi, üzerinde durulmasına gerek olmayan ve sonsuza dek bozulmayacak bir düzen.
Tartışma geride kalamadı. Aksine daha da şiddetleniyor. Ancak şimdi tartışmaya şu ana kadar söz almamış başka bir katılımcı giriyor: ekonomik bunalım sonrası dengesizce artan işsizlik. Ve yeni gelen tartışmacı hiç ezilip büzülmeden son noktayı koyabilir. En azından tartışmanın şu anki bölümünde son sözü o söyleyebilir. Hazırlıklı olun.
Ekonomik bunalımların bilinci ve gerçekliği kafamıza dank etmeden önce de bunun çoktandır yaşandığını gösteren bazı işaret- ler vardı. ABD’de Megan Basham’ın Beside Every Successful Man: A Woman’s Guide to Having It All başlıklı kitabı üzerine geniş çaplı toplumsal tartışmalar dönüyor. Yazar bu kitapta, karı kocanın kariyerlerini ayrı ayrı sürdürdükleri ve aile bütçesine ayrı ayrı para getirdikleri duruma kıyasla, kariyerini geliştirmesi için kocaya yardım edilmesinin her iki eş için de, bütününde aile için de daha kârlı olduğunu savunuyor. Bütünüyle finansal terimlerle ifade etmek gerekirse istatistikler de Basham’ın önermesini destekliyor. Eşleri evde oturan erkekler tek
başına yaşayan erkeklere kıyasla ortalama yüzde 31 daha fazla kazanıyor, ama eşlerin ikisinin de tam zamanlı çalışması durumunda bu avantaj sadece yüzde 3,4 fazla ile sınırlı kalıyor.
Bir şeyin gerçekleşme olasılığı mevcut kaygılarımızın malum belirsizliği ve anlaşılmazlığıyla paralel artar. Aslında hayatımızdaki her şey normal görünüyor olabilir: Banka hesabımda yeterince para vardır, son projemi bol keseden methederken patronum yüzüme dostça gülümsüyordur, eşim bana sevgi ve bağlılık gösteriyor, bana dokunmaktan ve benim ona dokunmamdan hoşlanıyordur, çocuklarım okuldan eve iyi notlarla geliyordur. O halde niye endişeleniyorum? Neden günler aydınlık değil de karanlık görünüyor? Rahatsızlığımın nedeni ne? Geceleri neden huzur içinde uyuyamıyorum ve içimde kötü hislerle uyanıyorum? Neden öylesine yoluma devam edip gülümseyemiyorum?
Anın güvenilmezliği ve geleceğin belirsizliği yaşam boyu yolculuğumuzun sürekli yoldaşları. Bir zamanlar &‘kahin’ ya da &‘elçi’ dediğimiz ama artık &‘uzman’ demeyi tercih ettiğimiz, sadece kuşların görebildiği bir açıdan yükseklerde gezinerek -meleklerin yokluğunda- bize bir sonraki dönemeçte gördüklerini, yere çakılı bizlerin gözüne görünmeyen o gelecekte neler olacağını söyleyebilen birinin telefon numarasına ya da internet adresine sahip olmayı istememiz gayet normal. Fakat tekrar etmek gerekirse hiçbir kuş geleceği göremez, çünkü en keskin ve uygun bakış açısına sahip göz için bile görecek bir şey yoktur. &‘Gelecek’ &‘olabilecek, ama kesin olarak bilinemeyen ve bu yönde hiçbir şey yapılamayan’ manasında bulunmuş bir kısaltma ifadedir ancak. Ancak bizler, müzmin seçiciler, ironiktir ki o gelecekteki olayların gerçekleşmesini sağlarız. Bir yandan seçme özgürlüğümüz sayesinde güvenilir cevaplara ulaşmayı imkansızlaştırırken geleceğin neye ben- zeyeceği konusunda sorular sormayı sürdüren yine insan doğasıdır.
Eğitim geçmişte şekilden şekle girdi ve kendine yeni hedefler belirleyerek, yeni stratejiler tasarlayarak değişen koşullara uyum sağlayabileceğini gösterdi. Ama tekrar ediyorum, günümüzdeki değişim geçmiş değişimlere benzemiyor. İnsanlık tarihinin hiçbir dönüm noktasında eğitimciler şimdikiyle kıyaslanabilecek şiddette bir zorlukla yüzleşmedi. Açıkçası, böyle bir durumla daha önce hiç karşılaşmamıştık. Bilgiye doymuş bir dünyada yaşama sanatını yine de öğrenmemiz gerekiyor. Ve dolayısıyla akıllara durgunluk verecek kadar zor olsa da, böyle bir hayata insanları hazırlama sanatını da…
Başarının reçetesi &‘kendi gibi olmak’ ve &‘başka kimseye benzememek’. Benzerlik değil farklılık daha iyi satıyor. Artık işi daha önce yapanların ya da işe henüz başvuranların zaten sahip olduğu &‘iş için gereken’ bilgi ve yeteneklere sahip olmak yetmiyor; bu daha çok bir dezavantaj gibi görülebiliyor. Bunun yerine &‘başkasınınkinden farklı’ kimsenin daha önce önermediği istisnai projeler ve sıra dışı fikirler, hepsinden önemlisi, insanın yalnız başına kendi yolunda yürümesi için, örümcek hislerine sahip olmak gerekiyor.
Dünyamız daha çok Italo Calvino’nun &‘görünmez kenti’ Leonia’yı andırıyor. Orada refah neyin üretildiği, satıldığı ve alındığına bakılarak değil, yenilerine yer açmak için nelerin çöpe atıldığına bakılarak ölçülür." &‘Kurtulma’, &‘sona erdirme’, atma ve fırlatma mutluluğuna erişmek, akışkan modern dünyamızda gerçek bir ihtirastır.
Merhum Richard Rorty biz çağdaşlarına seslenirken neleri kaybettiğimizi gayet iyi biliyordu:
Çocuklarımızı, masa başında oturup klavyelerin tuşlarına basan bizlerin tuvaletlerini temizleyerek ellerini kirletenlerden on kat, Üçüncü Dünya ülkelerindeki fabrikalarda klavyelerimizi üretenlerden yüz kat fazla ücretle çalışmamızı içlerine sindiremeyecekleri gibi yetiştirmeliyiz. İlk sanayile şen ülkelerin henüz sanayileşmekte olanlara kıyasla yüz kat refah icinde yaşadığı gerçeğini dert etmelerini sağlamalıyız. Çocuklarımız ôncelikle kendi kaderleriyle başka çocukların kaderi arasındaki eşitsizliğin ne Tanrı’nın isteği ne de ekonomik yeterlilik için gerekli bir bedel olduğunu, bunun kaçınılabilir bir trajedi olduğunu öğrenmeliler. Birileri gırtlağına kadar doyarken kimsenin açlık çekmemesini sağlamak için dünyanın nasıl değiştirilebileceğini bir an evvel düşünmeye başlamalılar.
Toplumsal huzursuzluklar, kentlerdeki çalkantılar, suç, şiddet, terör -bunlar kendimizin ve çocuklarımızın güvenliği adına kötüye işaret, yeterince dehşet verici manzaralar. Ancak bunlar adeta eski sosyal sorunlara eklenen yenilerinin, zaten derin olan eşitsizlikleri daha da derinleştiren gelişmelerin ateşlediği toplumsal huzursuzlukların çarpıcı ve yoğunlaşmış feveranları, dışa yansımaları. Artan eşitsizliğin arkasında bıraktığı bambaşka bir zarar daha var: ahlaki yozlaşma, etik körlük ve duyarsızlık, insani acılara ve insanın insana ettiği gündelik zulme alışma -azar azar ama insafsızca, hayatı anlamlı, birlikte yaşamayı mümkün ve zevkli kılan değerlerin, yavaş yavaş ve yeraltından fark edilmeksizin ve karşı çıkılmaksızın erozyona uğramasına alışma.
Aslında hepimiz korkmaktan korkuyoruz. Kim gürültücü kıyamet habercileri korosuna karşı itiraz edecek kadar cüretkar ve küstah, akılsız ve düşüncesiz olabilir, kim bu blöfleri görüp söz konusu riskin genelde icat edildiğini, fazlasıyla abartıldığını ya da saçma oranlarda şişirildiğini ispat edebilir -ve sonra görmezden gelinip sağ kurtulabilir?
Christopher Lane hayatta en sık rastlanan insani durumlardan biri olan kronik ya da anlık utangaçlığın tıp ve ilaç sektörünün elinde ne hale geldiğini araştırmış (Elimizi vicdanımıza koyduğumuzda, han- gimiz kendimizi hiç cesaretsiz, temkinli ya da çekingen hissetmediği- mizi söyleyebiliriz?). Bu genel ve sıklıkla yaşanan tatsız durum artık tıbbi pratikte kulağa daha ciddi gelen adıyla &‘sosyal anksiyete bozukluğu’ diye anılıyor. 1980’de pek güvenilir DSM tanı kriterleri [Akıl Hastalıkları için Tanı ve İstatistik EI Kitabı] içinde, şimdi vazgeçilen adıy- la bu duruma henüz &‘sosyal fobi’ deniyor ve &‘nadir’ rastlandığı belirtiliyordu. 1994’te &‘aşırı yaygın’ diye tanımlandı. 1999’a gelindiğinde ilaç devi GlaxoSmithKline bu &‘şiddetli tıbbi durumu’ (artık reklamlarda belirtildiği üzere) bastırmayı hatta ortadan kaldırmayı garanti eden Paxil adlı ilacına pazar yaratmak için milyonlarca dolarlık bir anksiyete tanitım kampanyasına girişti.

Christopher Lane, Paxil’in ürün direktörü Barry Brand’den alıntı yapıyor:
Her pazarlamacının rüyası bilinmeyen ya da adı konmamış bir pazar bulup geliştirmektir. İşte bizim sosyal anksiyete bozukluğu ile yapmayı başardığımız buydu."

İlaç şirketlerinin yaratıcılığı, yetki kullanımına ve sağlık sorunları konusundaki ikna yetenekleri hiç durmadan yükselen bir fitness ve kendiní beğenme uğraşına indirgenmiştir -tüketicilerden oluşan bu toplumda yaşayan biz tüketicilerin takip etmeye sürüklendiği, ikna edildiği ve bunun için eğitildiği bir uğraş. Daha formda olmanın ve kendini daha çok beğenebilmenin, en yeni ticari ürünleri özenle takip etmekten geçtiği çoktan yaşam felsefemizin ya da ortak aklımızın bir parçası haline geldi. Bu takibin sonunun mağazalara vardığını hepimiz biliyoruz. Ve ortak aklın ayrılmaz bir parçası haline gelirken, &‘herkesin bildiği’, &‘herkesin onayladığı’, &‘herkesin yaptığı’ şeylerden birine dönüşürken, yaşam felsefemiz de şirketleri birbiriyle kapıştıran sonsuz bir kazanç kaynağına dönüştü.
New York Review of Books’da (15 Ocak 2009) kitap uzunlugun da uç yeni araştırmayı eleştiren Marcia Angell’in belirttiği gibi, son yıllarda ilaç şirketleri pazarlarını genisletmek için yeni ve son derece etkin bir yöntemi mükemmelleştirdiler. Hastalıkları tedavi edecek ilaçlar geliştirmek yerine ilaçlarına uyacak hastalıklar geliştirmeye başladilar." Yeni strateji "Amerikalıları iki tür insan olduğuna ikna etmek: ilaç tedavisine ihtiyaç duyan sağlık koşullarında yaşayanlar ve bundan henüz haberi olmayanlar."

Ancak, şunu söylemeliyim ki bu yeni stratejiyi icat edip geliştirenler ille de ilaç şirketleri değildi. İlaç şirketleri daha çok günümüze özgü piyasa uygulamalarındaki genel geçer trendi takip ettiler. Günümüzde yeni malların arzı mevcut talebe göre şekillenmiyor: tatmin arayışındaki insani ihtiyaçların mantığı yerine, kâr arayışındaki ticari şirketin mantığı takip edilerek, piyasaya çoktan sürülmüş mallara talep yaratılması gerekiyor. Bu yeni trend ancak insanın kendini mükemmelleştirmeye yönelik harcamalarının ölçüsünün ve bu ölçüdeki artışın yarattığı tatminin hiçbir sınırı olmadığı ve olamayacağı anlayışı bir kez zihinlerimize sızdıktan ve iyice yerleştikten sonra tam kapasite işlemeye başlayabilir. Mevcut durumunuz istediği kadar harika olsun, her zaman daha da iyileştirilmesi mümkündür ve zaten iyileştirilmesi gerekir…

&‘Hasta olmak’ artık bir doktorun yardımını istemek demek; bu arada yardım aldığınız doktor da sizi hasta ilan edecek… Yumurta mi önce çıkar, tavuk mu? Peki, bu gerçeklerden hangisi tavuk, hangisi yumurta acaba?
İçinde tüketicilerin barındığı dünya &‘aradığınız her şey burada’ mağazalarından birine dönüştü. Kültürse artık o mağazada bir reyona dönüşüyor. Bu mağazanın diğer reyonlarındaki gibi raflar sürekli yenilenen mallarla tıka basa dolu. Tezgahlar son ürünleri tanitan reklamlarla bezenmiş. Onlar da reklamını yaptıkları atraksiyonlarla birlikte pek yakında ortadan kalkmaya mahkumlar. Mallar ve reklamlar aynı şekilde, eskiyi korumaya dair her tür arzuyu ya da isteği bastırıp yeni ürünlere arzu uyandırmak ve istek yaratmak üzere (George Steiner’in meşhur tespitiyle maksimum etki yaratmak ve anında gözden düşmek" üzere) tasarlanıyor. Tüccar ve reklam yazarı, ürünlerin baştan çıkarıcı gücüyle kronik &‘üstünlük kompleksini’ birleştirmeye güveniyor ve müstakbel müşterilerini &‘avantaj kazanmaya’ ya da en azından &‘moda akımı’ takip etmeye zorluyorlar.
Tüketicilik çok amaçlı ve çok işlevli bir fenomen: sanki her tür kilidi açan bir tür maymuncuk, baştan aşağı genel bir beceri. Tüketicilik her şeyden önce insanları tüketiciye çevirmek ve bunun dışındaki diğer tüm yönlerini önemsiz ve sonradan türemiş saymak, aşağı sıralara indirgemektir. Tüketicilik aynı zamanda biyolojik ihtiyaçları ticari sermayeye, hatta bazen siyasi sermayeye dönüştürmek demektir.

Bununla ne demek istediğimi açıklayayım. Teröristlerin yönlendirdiği uçakların içinden geçerek yıktığı, Amerikan hakimiyetinin ikiz sembollerinin gölgesinde şoka girmiş ve afallamış Amerikalılar’a Başkan George W. Bush’un gönderdiği ilk mesaj neydi? “Alışverişinize geri dönün. Bu mesajın normal hayata dönüş çağrısı olarak anlaşılması isteniyordu. Düşman saldırısından önce Amerikalılar, alışverişin her tür acıyı dindirmenin, her kötülüğü defedip geçiştirmenin ve her tür aksaklığı gidermenin bir yolu olduğuna (belki de tek ve kesinlikle en önemli yol) zaten ikna edilmişlerdi. Alışılmamış, duyulmamış ve bütünüyle görülmemiş ve dolayısıyla istisnai biçimde dehşet verici, afallatıcı ve şaşırtıcı bir meydan okumaya karşı doğru bir tepki olarak alışverişi uygun görmek, bu yüzden korkunç bir olayı sıradan bir sıkıntıya indirgemenin -büyüsünü kaldırmanın, ehlileştirmenin, evcilleştirip olağanlaştırmanın ve (sonuncusu ama en önemlisi) zehrini akıtmanın- en basit ve emin yolu sayılırdı. &‘Alışverişe gidin,’ normale döndük demekti. Bunlar olağan işler. Daha az dramatik ama asla daha önemsiz denilemeyecek pek çok başka örnekteki gibi, (mesela, GSMH’de periyodik bir düşüş gibi. Yani, el değiştiren paranın miktarında, ülkenin ekonomik refahını gösteren resmi ölçüde düşüş; ya da yaklaşan, engel çıkaran ekonomik durgunluğun tırmanan dehşeti gibi) kurtuluşun tüketicilerin alışveriş yapma ve kazandıkları ya da kazanmayı umdukları -kısa sürmesi umulan bir kemer sıkma molasından sonra- paraları harcama görevlerini hakkıyla yerine getirme kararlılığından gelmesi bekleniyordu. &‘Ülkeyi bunalıma sürüklenmekten kurtarmanın’ ya da &‘ülkeyi durgunluktan çıkarmanın’ tüketicilerin elinde olması hiç sorgulamadığımız bir dogmaya, kamu vicdanının ve sağduyunun dayanaklarından birine dönüştü. &‘Vatandaşlık’ kelimesinin anlamı görevinin bilincinde bir tüketici modeline doğru evrilirken, &‘vatanseverlik’ kelimesinin anlamı da azimli ve kendini adamış bir alışveriş modeline dönüştü.

Perpetuum mobile** olarak moda, bu sayede her tür durgunluğu tutkuyla, hünerle ve tecrubesiyle ortadan kaldırır. Moda, yaşam tarzlarını sürekli, bitmeyen bir devrim tarzında şekillendirir. Moda fenomeni, insana dair iki &‘ebedi’ ve &‘evrensel’ dünyada olma tutumuyla ve bunların eşit ölçüde telafi edilmez bağdaşmazlıklarıyla yakından bağlantılı olduğundan, yaygın varlığı sadece tek bir yaşam tarzıyla ya da bazı seçilmiş yaşam tarzlarıyla sınırlı kalmaz. Insanlık tarihinin herhangi bir zamanında ve insana ait her tür yerleşkede insanın dünyada olma tarzının normlarındaki değişimleri sürekli dönüştürmekte önemli işlevsel bir rol oynar. Ancak işleyiş tarzı ve onu ayakta tutan ya da hizmetinde bulunan kurumlar bir yaşam tarzından ötekine değisir.

Moda fenomeninin bugünkü versiyonuysa insanın o ebedi yönünün tüketim piyasaları tarafından sömürülüp istismar edilmesi üzerine kuruludur.

Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
9 Eylül 2009 tarihli Guardian’da Hadley Freeman’ın kısa ama çarpıcı yazısında belirttiği gibi, “moda endüstrisi kadınların kendilerini daha iyi hissetmeleriyle ilgilenmiyor. Moda insanların ulaşamayacaklarını düşündükleri bir şeyi istemeleri üzerine kurulu … ve erişilen her tür tatmin geçici ve biraz da moral bozucu.
Hepimiz, ya da en azından çoğumuz ve giderek daha fazlamız, modayı takip etmezsek hayatlarımızın başarısız görüneceğine inandırılmışız." Neal Lawson şöyle toparlamış: “Satın aldıklarımızı ne olmak istediğimize ve başkalarının hakkımızda ne düşünmesini istediğimize göre seçiyoruz." Yani, “satın aldıklarımız kimliğimizle tamamen iç içe geçmiş. Artık neyi satın alırsak o oluyoruz."
Y kuşağı mensupları ağır bir şok yiyebilir. Patlama Kuşağının aksine &‘yedek siperleri’, eski anıları ve yarı unutulmuş becerileri, son çare olarak başvurabilecekleri uzun zamandır kullanılmasa da bir zamanlar denenmiş marifetleri yoktur. Acımasız, aşılması imkansız gerçekliklerle, ekonomik kıtlık ve zorunlu kemer sıkmalarla, &‘işten ayrılmanın’ çözüm olmadığı zorlu zamanlarla dolu bir dünya pek çoğu için büsbütün yabancı bir ülkedir. Hiç gitmedikleri ve şayet gitmiş olsalardi asla yerleşmeyi düşünmeyecekleri bir ülke; orada barınabilmek için son derece zevksiz uzun ve zorlu bir çıraklık döneminden geçilmesi gereken öylesine akıl almaz bir ülke.

Y kuşağının bu sınavı geçtikten sonra ne şekle bürüneceğini görmek lazım. Ve ardından gelen Z kuşağının babalarından miras kalan dünyayı yenilemek için nasıl bir hayat felsefesi tasarlayacağını, be nimseyeceğini ve uygulayacağını da…

Pek çokları tarafından &‘modern dünyayı en iyi tanımlayan metinlerden birinin’ yazarı sayılan Fernando Pessoa’nin bir zamanlar dediği gibi, yaşamanın en doğru yolunu ancak ölülere öğretebiliriz."
Elde edilen parçalarla duygusal bağın tamamen ortadan kalkması beklenmedik ama yine de kaçinilmaz bir sonuçtur:
En değerli an, sahip olma anıdır. Sonsuza dek sürecek dostluk değerden düşmüştür. Gençlerin sahip olduğu cep telefonlarının yarısı ya kayboluyor ya bir yerlerde unutuluyor. Artık imrenerek aranmayan spor ayakkabıları satın alındıktan kısa süre sonra çöpü boyluyor. Her şey patladığı kadar hızlı gözden düşüyor. Hızlı elde edilen, hemen birakılıp baştan savılan yığınla mal içinde, &‘yürekten sevilerek sahip olmaktan gurur duyulan bir eşya’ bulunması çok güç. Varsa bile bunun fazla uzun sürmeyeceği kesin. Sonsuza dek canlı kalması gereken tek şey tarz, tarzı yansıtan kıvır zıvır değil. Bu tarz ise hiç görülmedik bir hızla aksesuarların birbiri peşi sıra dizilmesini gerektiriyor.
İster açıkça, ister gizlice ya da dolaylı ilan edilmiş ve bildirilmiş olsun, yeni farkına varılan ve bugünlerde mücadele edilen kötü adamlara açılan savaşın vardığı yer ebeveyn kontrolünün gevşemesidir; ebeveynlerin çocukların hayatını kendi varlıklarıyla her an işgal edip denetlemekten vazgeçmesi, &‘yaşlı’ ve &‘genç’ arasında -hem aile içinde hem aile arkadaşları çevresinde- bir mesafe yaratıp bunun sürdürülmesidir.
insan ilişkilerinin gerçek labirentiyle karşılaşıldığında ortaya çıkan kafa karışıklığı şifa bulamaz." İletişim teknolojileri geometrik, hatta üslü katlarla ilerleyerek gelişse bile kafa karışıklıği hep sabit kalacaktır.
Artık &‘uzakta olmak’, &‘erişilemez olmak’ anlamına gelmiyordu, gelemezdi, gelmemeliydi. İnsan elbette dışarı çıkarken yine de telefonunu masanın üzerinde bırakabilir. kaybedebilir ya da zamanında açamayabilir. Ama çalan bir telefona neden cevap verilmediğine dair tüm açıklamalar artık ihmalkarlık, itaatsizlik, ayıp ve çirkin bir kayıtsızlık, bir baştan savmalık – kişisel ve öznel sayısız başka yanlıştan ya da kötü niyetten biri- olarak görülebilir.
Cep telefonları sürekli erişilir ve müsait olma ihtimalinin teknik temelidir.
Her şeyden önce gizlilik, kişinin kendisine ait bir alan yaratması için, kendisini davetsiz misafirlerden, rahatsızlık veren dolayısıyla hoş karşılanmayan ahbaplıklardan uzak- laştırmak için kullandığı bir mahremiyet aracı değildir sadece. Aynı zamanda insanlar arası bağları kuvwetlendirmekte bilinen ve akla gelen en sağlam araç oluşuyla güçlü bir birliktelik aracıdır. İnsanın sırlarını başkalarına tümüyle kaparken, seçilmiş, az sayıda &‘çok özel’ birkaç kişiye vermesiyle arkadaşlık ağları örülür, &‘en iyi arkadaşlar’ belirlenmiş ve atanmış olur, koşulsuz ve kalıcı ilişkilere girilir ve bunlar sürdürülür ve birtakım dağınık insanlar sihirli bir şekilde sıkı sıkıya bağli ve bütünleşmiş gruplara dönüşür. Özetle, aidiyetle bağımsızlık arasında yaşanan zorlu ve üzücü çatışmaların bir kereliğine unutulduğu o dünyadan kurtarılmış bölgeler çıkarılır. Bu kurtarılmış bölgelerde kisisel çıkarla başkalarının iyiliği arasında, özveri ile şımarıklık, kendini sevmekle başkasını düşünmek arasında tercih yapabilmek insanı hem kahır hem de vicdan azabı çekmekten kurtarır.
Thomas Hardy’nin de dediği gibi; ‘insanın kaderi karakteridir.’
Yaşamak, tıpkı sevmek gibi, ödenecek bedelleri razı gelmek demektir.
Düzen: doğru şeylerin doğru yerde bulunması anlamına gelir. Neyin nerede ‘doğru’ olduğunu (yani orada olmaya hakkı olduğunu) ve neyin ‘yersiz’ olduğunu saptayan sınırdır. Banyo gereçleri mutfaktan, yatak odasına ait şeyler oturma odasından, sokaktaki şeyler ev içinden uzak tutulmalıdır. Yağda yumurta kahvaltı tabağında işte açıcı görünebilir ama yastığınızın üzerinde asla. Cilalanıp parlatılmış ayakkabılar göze güzel görünür ama yemek masasında değil. Yerinde olmayan şeyler pis sayılır….
Uzun mu uzun ziyan olmuşlar listesinde bir isimsin ancak…
Kurallara göre yaşamaktan usandınız mı? Gerçekten çok çalışmanız, büyük borçlara girip bir ev alabilmek için çok para kazanmanız gerektiğini söyleyen kurallar! Emekli olduğunuzda elinizde kalacak avuç kadar bir evin borcunu ödemek ve nihayet hayatın tadını çıkarmaya başlamak için bugün daha daha çok çalışmanız mı gerek? Kulağa hiç hoş gelmiyor sizde aynı fikirde iseniz işte şu anda doğru adrestesiniz!!!
İnsanın dünya görüşünün değişmesi ve insanın toplum içindeki yerini, rolünü kavraması ve hem de bu toplumda yaşamanın doğru yolunu bulup tercih etmesi öyle çabuk ve kolay olmaz. Buna rağmen bu değişim mecburi ve gerçekten kaçınılmaz görünüyor.
Ne kadar sık ötersem ve öttüğüm internet sayfasını ne kadar çok insan ziyaret ederse, çok tanınanlar saflarına katılma şansım o kadar artar. Ünlüler örneğindeki gibi, ne hakkinda öttügüm gerçekten önemsizdir. Ünlüler hakkında okuduklarımız ve duyduklarımız da, kahvaltıları, randevuları, tek gecelik ilişkileri ve alışveriş kaçamaklarından fazlası değildir ki. Yeryüzündeki bir insanın varlığının ağırlığı/önemi &‘iyi tanınırlığıyla’ ölçüldüğüne göre benim ötüşüm de kendi manevi ağırlığımı/önemimi artırmamın bir yoludur.
Twitter’ın usulü sayesinde, eylemlerimizin nedenini, maksadını ve onlara eşlik eden duyguları ifade etmekteki kronik hatta utanç verici suskunluğumuz ve beceriksizliğimiz bir handikap olmaktan çıkıp erdem haline geldi. Bizden bir farkı olmayan herkese ve bize şu veya bu anda ne yaptığımızı bilmemizin ve başkalarına da bildirmemizin çok önemli bir mesele olduğu söylendi, biz de inandık. En önemli mesele &‘göz önünde olmak’. Neyi neden yaptığımız ve ne düşündüğümüz, amaçladığımız, düşlediğimiz, neden keyif aldığımız ya da yapmaktan sıkıntı duyduğumuz ya da hatta bizi varlığımızı bildirmekten farklı bir şey söylemeye/ötmeye iten başka nedenler gerçekte önem taşımıyor.
“ Twitter’ın en cazip ve baştan çıkarıcı yönü varlığınızın çok sayıda -anlamlı bir sohbet için kapasitenizin, hevesinizin çok üstündeki sayılarda -insan tarafından bilinmesi ve hissedilmesi değil mi?”
Aslında hayatımızda her şey normal görünüyor olabilir: ‘Banka hesabımda yeterince para vardır, son projemi bol keseden methederken patronum yüzüme dostça gülümsüyordur, eşim bana sevgi ve bağlılık gösteriyor, bana dokunmaktan ve benim ona dokunmamdan hoşlanıyordur, çocuklarım okuldan eve iyi notlar da geliyordur. O halde niye endişeleniyorum? Neden günler aydınlık değilde karanlık görünüyor? Rahatsızlığımın nedeni ne? Geceleri neden huzur içinde uyuyamıyorum ve içimde kötü hislerle uyanıyorum? Neden öylesine yoluma devam edip gülümseyemiyorum?
Her yerde evimdeyim, ama evim hiç bir yerde değil diyebilirim.
Moda endüstrisi kadınların kendilerini daha iyi hissetmeleri ile ilgilenmiyor. Moda insanların ulaşamayacaklarını düşündükleri bir şey istemeleri üzerine kurulu… ve erişilen her türlü tatmin geçici ve biraz da moral bozucu.
Doğrusu, baskılara dayanmak, dalgalara direnmek, akıntıya karşı yüzmek, tüm mesuliyeti üstlenip büyük güçlüklere kulak asmak, bütün bunlar ‘kalabalıktan biri’ olmanın gerektirdiği rahatlığın cazibesine karşı aşılı olmanın yanı sıra cesaret ve kararlılık da gerektirir.
Araştırmaya göre çocukların yüzde 20’si sokakta oyun oynuyor, on yaşındaki kızların büyük çoğunluğu “saç, moda ve makyaj konularında takıntılı” ve yüzde 26’sı yeterince zayıf olmadıkları düşüncesiyle kilolarına kafayı takmış. Reitemeier, “ kendilerini yeterince zayıf, yeterince güzel hissedemedikleri ve dergilerdeki rötuşlu idollerin gerçek dışı imajlarıyla kıyasladıkları için genç kızlar arasında anksiyete seviyesinin hızla yükseldiğine dikkat çekiyor.
Toplumsal baskıyı görmezden gelmek, önemsememek, üstesinden gelmek cesaret hem de büyük cesaret ister. İnsanın sinirlerinin çelikten olması gerekir. Bir de kolay eğilip bükülmeyen, her türlü güçlüye karşı durabilecek sağlam bir karakter gerekir.
Kim olduğumu bana kim söyleyebilir?
Kimse için ve hiçbir şey için ‘ölüm bizi ayırana dek’ türünden bağlılık yeminleri etme.!
Ancak ben bu cümleleri yazarken aynı dünyanın üzerinden giderek daha da kararan bulutlar toplanıyor. Gençler dünyanın ‘doğal’ hali sandıkları iyimser ve vaat dolu mutlu hayat devam edemeyebilir. Son ekonomik bunalım tortuları-kronik işsizlik sorunu, hızla geri çekilen yaşam fırsatları ve kararan umutlar – kolay kolay belki de hiç erimeyebilir. İhtimal varsa bile, birbirinden güneşli günler kesinlikle çabuk geri gelecek gibi görünmüyor..
“ İnsan ne okursa odur. “
…seçenekleri kaderin yarattığını ama tercihleri karakterin yaptığını söylemiştim.
Ne de olsa günlük gazete manşetlerinin te­mel görevlerinden biri de hafızalardan geçen haftanın manşetlerini sil­mektir
Her şeyden önce gizlilik, kişinin kendisine ait bir alan yaratması için, kendisini davetsiz misafirlerden, rahatsızlık veren dolayısıyla hoş karşılanmayan ahbaplıklardan uzak­laştırmak için kullandığı bir mahremiyet aracı değildir sadece. Aynı za­manda insanlar arası bağları kuvvetlendirmekte bilinen ve akla gelen en sağlam araç oluşuyla güçlü bir birliktelik aracıdır.
“Kim olduğumu bana kim söyleyebilir?”
Modern bireyin izlediği çetrefil güzergahı akıllıca analiz eden Fran­sız sosyolog Alain Ehrenberg, halen içinde bulunduğumuz zamanları başlatan son modern kültür devriminin (en azından Fransa ayağının) -28 Haziran 1914’te Avusturya Arşidükü Franz Ferdinand ve karısına Saraybosna’da Gavrilo Princip’in yönelttiği ve Birinci Dünya Savaşı’nı başlatan kurşuna ya da 7 Kasım 1918’de savaş gemisi Aurora’nın yaylım ateşiyle Bolşevikler’in taarruza geçmesi ve kışlık sarayın işga­line eşdeğer bir kültür devriminin- doğum tarihini saptamaya çalışmış­tı. Ehrenberg, 1980’lerin bir sonbahar akşamında Vivienne adında bir kadının popüler bir televizyon programında, yani milyonlarca izleyici­nin önünde, kocası Michel’in erken boşalma problemi yüzünden evli­likleri süresince hiç orgazm olmadığını söylemesini seçmişti.
Vivienne’in açıklamasını bu denli devrimci kılan nedir? iki şey var. Birincisi: O güne kadar özü gereği ve hatta durumun adını koy­masıyla, mahrem sayılan bir bilgi türü kamusallaşmış. Ve İkincisi: Ka­musal alan bütünüyle mahrem bir meseleyi ifade edip tartışmaya aç­mak için kullanılmış.
“Görülü­yorum öyleyse varım.”
Descartes’ın meşhur ‘varoluş kanı­tı’ yani “Düşünüyorum öyleyse varım!” sözünün yerini, kitle iletişimin­den ibaret çağımıza uygun şekilde güncellenmiş hali almış: “Görülü­yorum öyleyse varım.”
Bizden bir farkı olmayan herkese ve bize şu veya bu anda ne yaptığımızı bilmemizin ve başkalarına da bildirmemizin çok önemli bir mesele olduğu söylendi, biz de inandık.
Gençler en çok, bir ihtiyaç (ya da aslında bir heves) halinde ya da vakti geldiği düşünüldüğünde ‘kimli­ği’ ve ‘iletişim ağını’ yeniden şekillendirme becerisini ellerinde tutmayı önemsiyor. Büyüklerinin münferit kimlikleri üzerine yaşadıkları kaygıla­rın yerini aralıksız yeniden kimlik saptama kaygısı alıyor. Kimlikler atı­labilir olmalıdır. Yetersiz ya da yeterince tatmin etmeyen ya da miadı dolmuş bir kimliğin, vazgeçilmesi kolay olması gerekir. Belki de günü­müzde en makbul kimlik özelliği biyolojik çözünürlük olacaktır.
Sanal ilişkiler, özen isteyen karşılık­lı ilişkinin meşakkatli (her şeyden önce zaman alıcı) sonuçları önün­de koruma sağlayan ‘sil’ ve ‘spam’ tuşlarıyla donanmıştır.
Günümüzde gençlerin ‘bizim gibi yetişkinler olma yo­lunda’ ilerlemeleri umulmuyor ya da beklenmiyor. Onlar farklı türden insanlar, hayatları boyunca bizden farklı kalmaya mecbur varlıklar gibi düşünülüyor.
Bu çevrimiçi dünya­da hiç kimse asla uzak değil, herkes sürekli diğerinin emrine ve çağ­rısına hazır. Hatta biri yanlışlıkla uyuyakalsa bile onun geçici yokluğu­nun hissedilmeden atlatılması mümkün, çünkü mesajlar gönderile­cek, birkaç saniyeliğine karşılıklı tweet’leşilecek (ötüşülecek) yeterin­ce insan var.
Onu icat edip satışa sunanlar müşterilerine şu vaatte bulunuyordu: “Bir daha asla yalnız kalmayacaksınız!”
“son yıllarda ilaç şirketleri pazarlarını genişletmek için yeni ve son derece etkin bir yöntemi mükemmelleştirdiler. Hastalıkları tedavi edecek ilaçlar geliştirmek yerine ilaçlarına uyacak hastalıklar geliştirmeye başladılar.” Yeni strateji “Amerikalıları iki tür insan olduğuna ikna etmek: ilaç tedavisine ihtiyaç duyan sağlık koşullarında yaşayanlar ve bundan henüz haberi olmayanlar.”
Taklit fotokopi maki­nesinin işidir. Taklitle hiçbir zaman insan yaşamının hedeflemesi ge­reken sahici bir sanatsal yaratı çıkarılamaz.
“insanın kaderi karakteridir,”
ABD eşitsizlik ligin­de birinci sırada, Japonya en sonda. ABD’de 100.000 kişiden 500’ü hapiste, Japonya’da 50’den azı. ABD’de nüfusun üçte biri obez, Ja­ponya da yüzde ondan azı. ABD’de 15-17 yaşlarında bin kadın içinde 50’den fazlası hamile, Japonya’da sadece üç. ABD’de nüfusun yüzde yirmi beşinden fazlası akıl hastası; İngiltere, Avustralya, Yeni Zelanda ve Kanada gibi daha eşitsiz toplumlardaki beşte bire kıyasla Japonya,ispanya ve Almanya gibi zenginliğin nispeten adil dağıtıldığı toplumlar-
da on kişide bir akıl hastalığı sorunu bildiriliyor.
“yaşamanın en doğru yolunu ancak ölülere
öğretebiliriz.
Descartes’ın meşhur ‘varoluş kanı­tı’ yani “Düşünüyorum öyleyse varım!” sözünün yerini, kitle iletişimin­den ibaret çağımıza uygun şekilde güncellenmiş hali almış: “Görülü­yorum öyleyse varım.” Beni ne kadar çok insan görebiliyorsa (ve gör­meyi seçmesi mümkünse) burada varoluşumun ispatı o kadar inandı­
rıcıdır…
Gerçekten tanımak istiyorsak, tanıdığımızı
sandığımız şeyleri önce yabancı duruma getirmemiz gerekir.
Hiçbir şey “el altında”, “hep orada” “hiç değişmeyen” şeylerden daha büyük bir süratle, azimle ve inatla gözden kaçırılmaz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir