İçeriğe geç

Akıl Hastalığı ve Psikoloji Kitap Alıntıları – Michel Foucault

Michel Foucault kitaplarından Akıl Hastalığı ve Psikoloji kitap alıntıları sizlerle…

Akıl Hastalığı ve Psikoloji Kitap Alıntıları

Öte yandan, bir deli­lik psikolojisi, en temelde yatanla ilgilenmemezlik edemez; zira kör topal bir şekilde, olanaklarının buluştuğu noktaya doğru yönelir. Başka bir deyişle, kendi akıntısının ters yönünde ilerle­yip insanın kendisiyle ilişki halinde olduğu ve kendisini homo psychologicus haline getiren, bu yabancılaşma biçiminin doğma­sına neden olduğu bölgelere doğru yola çıkar.
“ Toplumsal bir olgunun, belirli bir toplum nezdinde normal olarak adlandırılabilmesi ancak, bu toplumun gelişiminin belirli bir evresine bağlı olarak müm­kün olur” (Durkheim yaklaşimi)
Bununla bir­likte, hasta ne kadar bilinçli olursa olsun, rahatsızlığına ilişkin doktorun sahip olduğu perspektife sahip değildir.
Gerileme, geçmişe doğru doğal bir düşüş değil, şimdiki zamandan kasıtlı bir kaçıştır. Bir dönüşten ziyade, bir çaredir. Ne var ki, şimdiki zamandan yerine başka bir şey koymadan kaçılamaz.
Makinelerin dünyasına ve insanlar arasındaki dolaysız duygusal ilişkilerin sönükleşmesine bağlı olan, yaşadığımız çağdaki deli­likle ilgili çok söz söyleniyor. Kuşkusuz böyle bir bağın olduğu doğrudur ve marazi dünyanın günümüzde sıkça, mekanik us­sallığın, duygusal yaşamın süreğen doğallığını dışladığı bir dün­ya görüntüsüne sahip olması bir rastlantı değildir.Yine de hasta insanın, içinde kaybolduğu şizofren bir dünyayı yansıttığı için kendi dünyasını makineleştirdiğini söylemek saçma olur. Bu in­sanın şizofren olduğunu söylemek bile yanlış olur; zira kendisi için kendi gerçek dünyasının dayatmasından kaçabilmesinin tek yolu budur. Doğrusu, insan kendi dilinde olup bitene yabancı kaldığında, ekonomik ve toplumsal zorunlulukların kendisini zorlamasından dolayı, kendi etkinliğinin ürünlerine ilişkin in­sancıl ve canlı bir anlam bulamayıp bu dünyada da yersiz yurt­suz kaldığında şizofreni türünden patolojik bir biçimi olanaklı kılan bir kültürde yaşıyor demektir. Gerçek bir dünyada yabancı olup herhangi bir nesnelliğin artık garanti edemediği “mah­rem bir dünyaya” sürülmüş durumdadır. Öte yandan, bu gerçek dünyanın dayatmasına maruz kalmış bir halde, kaçıp sığındığı dünyayı bir yazgı olarak duyumsar. Çağdaş dünya, şizofreniyi olanaklı hale getirir ama dünyadaki olayların dünyayı insansız ve soyut bir yere dönüştürmesinden dolayı değil; kültürümü­zün, insanın dünyada kendini kaybolmuş hissetmesine yol açan, dünyayı okuma şeklindendir.
Psikoloji”, modern insanın hakikatini aradığı ve kaybettiği etik dünyanın yüzeyindeki önemsiz bir fo­toğraf filminden başka bir şey değildir.
Delilerin şöylesine bir özelliği vardır: Bir kez özgürlüklerine kavuştuktan sonra, aileleri ve içinde bu­lundukları grup için tehlike arz edebilirler. İşte bundan dolayı, onları bir yerde tutup “delileri ve tehlikeli hayvanları” başıboş bırakanları kanunen cezalandırma gerekliliği baş gösterir.
Bu soruna çözüm bulabilmek için, Devrim ve İmparatorluk dönemleri sırasında, eski ıslah evleri yavaş yavaş delilere, yalnız bu sefer, sadece delilere ayrılmaya başlandı. Demek ki, o çağın insanseverliğinin özgürleştirdiği, delilerin dışındaki geri kalan herkes idi. Deliler ise, bir yandan kapatılmanın doğal mirasçıları olurken; diğer yandan, eskinin dışlamaya yönelik tedbirlerinin ayrıcalıklı sahipleri oluyorlardı.
Delilik, normalde sanıldığın­dan çok daha fazla tarihsel olup aynı zamanda çok daha gençtir
Gerçek­ten de, oluşmakta olan burjuva dünyasındaki en büyük kötülük, ticaret dünyasındaki en önemli günah artık bilinmektedir. Bu, ortaçağda olduğu gibi kibir ve açgözlülük değil, işsizliktir. Islah evlerinde bulunanları içine alan ortak kategori, bu insanların üretime, dolaşıma ya da zenginliklerin birikimine dahil olma yönündeki kapasitelerinin (kendi hatalarından dolayı ya da kaza sonucu) yetersizliğidir.
Bu ıslah evleri, herhangi bir tıbbi amaç gütmez. İnsanlar bu­ralara, tedavi edilme amacıyla değil, artık toplumun bir parçası olamayacaklarından ya da olmamaları gerektiğinden kapatılır. Klasik çağda, delirmiş kişinin diğerleriyle beraber kapatılmasının altında, deliliğin hastalıkla olan ilişkisi yer almaz. Söz konusu olan, toplumun kendisiyle olan ilişkisi ve insanların davranışlarında neyi onaylayıp onaylamadığıdır.
Eğer kaygı, bir bireyin tarihini kaplıyorsa, bunun nedeni, kaygının, bu tarihin temelini ve ana maddesini oluşturmasıdır.
Gerçekten de kaygı, geçmişi şimdiki zamanla birleştirerek, birini diğerine göre konumlandırır ve ikisine bir anlam birliği atfeder.
Bir başka açıdan da kaygı, ölüme ve yaşama, aşka ve nefrete duyulan tek bir arzunun tecrübesini oluşturur.
Zulüm dünyası her açıdan kendini gösterir.
Her libidinal evre aynı zamanda gizil patolojik bir yapıdır. Nevroz ise, libidonun spontane bir arkeolojisidir.
18. yüzyıl sonundan beri akıl hastalarına dayatılan hapsetme ve vasilik durumu ile tıb­ bi kararlara hastanın bütünüyle riayet etmek zorunda oluşu, 19. yüzyıl sonuna doğru histerik kişiliğin oluşmasında şüphesiz önemli yer etmiştir. Aile konseyi ve vasi tarafindan haklarından mahrum edilmiş, otomatik olarak hukuksal ve ahlaki azınlık statüsüne yerleştirilmiş, kadiri mutlak doktor tarafindan özgür­ lüğünden koparılmış olan hasta, her türden toplumsal önerilere maruz kalmaktaydı. Bu türden pratiklerin kesişme noktasında ise, histerinin en önemli belirtisi olan telkin edilebilirlik bulun­ maktaydı. Telkin gücünü dışarıdan hastasına dayatan Babinski, hastasını öyle bir delilik durumuna sürüklemekteydi ki, sessiz ve hareketsiz hasta, çökmüş bir durumda o mucizevi sözü yeri­ ne getirmeye hazır durumdaydı: “Ayağa kalk ve yürü.” Böylece doktor da bu dinsel alıntının başarısında simülasyonun işaretini görmekteydi; zira hasta da bu iroııik kutsal buyruğu takip ede­ rek, gerçekten de ayağa kalkıyor ve gerçekten de yürüyordu.
Takıntılar. “Normal bir zihinsel durumda, belirsizliğin, şüp­henin ve kaygının yanında, düzensiz paroksistik belirmeler biçi­minde çeşitli takıntılı dürtülerin ortaya çıkması.”

Janet’in çalışmalarından beri, psikasteninin başlıca özellikle­ri şunlardır: organik belirtilere sahip sinirsel bitkinlik durumu (kas zayıflığı, sindirim sistemi sorunları, baş ağrısı); zihinsel zayıflıklar (çabuk yorulma, çaba sarf edememe, engel karşısında şaşkınlık; gerçekliğe ve içinde bulunulan ana dahil olmada güç­lük: Janet bu durumu “gerçekliğin işlevinin kaybı” olarak adlandırmaktaydı); ve son olarak duygusal sorunlar (üzüntü, kaygı, paroksıstik anksiyete).

Dupre histeriyi şöyle tanımlamaktaydı: “ Benim psikoplastisite olarak adlandırdığım, düşünce ve bedenin bu özel sinerjisiyle birleşmiş, telkin edilebilme ve hayal gücünün içinde bulunduğu durumun, similatörlerin ortaya çıkardıklarından ayırt edilmesi imkânsız patolojik sendromların az çok istemli simülasyonunu, işlevsel zihin bulanıklıklarının mitoplastik organizasyonu sonucunu doğurmasıdır.”Böylelikle,bu klasik tanım, histerinin majör belirtileri olarak, organik temelli olmayıp mutlak şekilde psikolojik kaynağa sahip telkin edilebilmeyi, paralizi türünden zihin bulanıklıklarının ortaya çıkışını, anesteziyi ve anoreksiyi belirtmektedir.
Gerileme, geçmişe doğru doğal bir düşüş değil, şimdiki zamandan kasıtlı bir kaçıştır. Bir dönüşten ziyade, bir çaredir.
Akıl hastalığı olarak adlandırılan şey, yabancılaşmış delilikten başka bir şey olmayıp, kendisinin olanaklı kıldığı bu psikolojide yabancılaşmıştır.
”Uyanık olanların, ortak ve benzersiz bir dünyası vardır; uyuyan kişi ise, kendi dünyasına döner. ”
Kendini bilge sanırken, deliye dönüşür; bilgi sahibi olduğunu düşünürken, bilmediği ortaya çıkar, doğru yolda olduğunu zannederken, aklını yitirir.
Ortada iki soru var: Psikoloji alanında hangi şartlar altında
hastalıktan bahsedilebilir? Akıl patolojisinin olgularıyla
organik patolojinin olguları arasında ne tür bir ilişki tanımlanabilir? Bütün psikopatolojiler bu iki sorun etrafında şekillenir.
Gerileme, geçmişe doğru doğal bir düşüş
değil, şimdiki zamandan kasıtlı bir kaçıştır. Bir dönüşten ziyade, bir çaredir. Ne var ki, şimdiki zamandan yerine başka bir şey koymadan kaçılamaz.
Kendilik bilincinin farklılaşmaması, bir şey yapmakla acı çekmek arasındaki ayrımı engellemektedir (dövmek-dövülmek; aldatmak-aldatılmak).
Evrimde, geçmiş, şimdiki zamanı gerçekleştirir ve mümkün kılar. Tarihte ise, şimdiki zaman geçmişten ayrılarak geçmişe bir anlam katar ve geçmişin anlaşılır olmasını sağlar.
Kendini bilge sanırken, deliye dönüşür; bilgi sahibi olduğunu düşünürken, bilmediği ortaya çıkar, doğru yolda olduğunu zannederken, aklını yitirir.
Dünyevi Zevkler Bahçesi, ne deliliğin düzenlenmiş ve sembolik bir imgesi ne de hezeyan halindeki bir hayal gücünün anlık görüntüsüdür. Bu daha çok, aklını yitirmiş kişinin mutlak farklılığına açık olmak için, kendine yeteri kadar yakın ve uzak olan bir dünyanın algısıdır.
Bu iki dünya, o kadar aynı hizadadır ki, fantastik bir serapta ikiye bölünenin kendi dünyamız mı olduğu; yoksa tersine, öteki dünyanın mı bu dünyayı ele geçirdiğini ya da sonuçta, bizim dünyamızın sırrının, haberimiz olmadan, zaten öteki dünya olmak olduğunu, hiçbir şekilde bilemeyiz.
Bu işgal, Öteki dünyayı, bu dünyayla aynı seviyeye yerleştiren aklını yitirmiş kişinin işgalidir.
Böylece Rönesans, ölüme ilişkin büyük saplantısından, kıyamet korkusundan ve öteki dünyanın tehditlerinin ardından, bu dünyada yeni bir tehlikeye maruz kaldı. Bu tehdit, içerden gelen dilsiz bir işgal, benzetmede bulunacak olursak, bir nevi, gezegenin gizli esnemesi türünden bir tehdittir.
“Akıl hastalığı” olarak adlandırılan şey, yabancılaşmış delilikten başka bir şey olmayıp, kendisinin olanaklı kıldığı bu psikolojide yabancılaşmıştır.
Psikoloji”, modern insanın hakikatini aradığı ve kaybettiği etik dünyanın yüzeyindeki önemsiz bir fotoğraf filminden başka bir şey değildir. Nietzsche bunu, tersini söylediği iddia edilmiş olsa da iyi görmüştü.
Sen hayallerin peşinden koşarken, hayatın sessizce senden aldıklarıdır kader.
Deliliğin “psikolojisi” başlığı altında keşfedilen şey, deliliğe uygulanan operasyonların sonucundan başka bir şey değildir. Bütün bu psikoloji, 19. yüzyılın “insanseverlığinin”, ikiyüzlü bir “özgürleştirme” kisvesi altında, bu psikolojinin içine hapsetmiş olduğu ahlakçı sadizm olmadan var olamayacaktı.
Kâhin olma yolunda yürüyen bir adam, çok büyük bir rahatsızlık kaynağıdır”.
Janet’nin, medyumlara özgü görüntülere sahip ve bedeninde stigmatalar bulunan hastası, başka devirlerde olsaydı mistik bir gönül insanı ve keramet sahibi birisi olabilirdi. Sempatilerin bulaşıcı dünyasında gezinen takıntılı kişi, tanrı rızasına yönelik hareketleriyle, ilkel büyücünün pratiğine sahipmiş gibi görünür. Ritüeller aracılığıyla, takıntılı olduğu nesneyi kandırmaya yönelmesi, tabuya olan bu inanç karşısında marazi durumda olan bizlerin gözünde anlam kazanır.
Hastalığın, hastalık gerçekliğine ve değerine sahip olabilmesi ancak, onu bu şekilde tanımlayan bir kültür içerisinde mümkün olur.
Herakleitos’uıı uykuyla ilgili sözünü hatırlatır: uyanık olanların, ortak ve benzersiz bir dünyası vardır (eva xai hoivöv KÖapov); uyuyan kişi ise, kendi dünyasına döner (dç ’ı’Sıov dîtooTpecfiE O0ai).”
Dünya artık “sessiz, dondurucu ve ölümcül” bir yer haline gelmiştir.
Biraz daha ileride, hasta şunları söylemekteydi: “insanlar, bir rüyanın içindeymiş gibi görünüyor.
Çevreleriyle hiçbir bağları olmadan, tek başlarına kaldıkları oranda, bu nesneler kendi kendilerine var olmaya başlıyorlardı.
dünyasının acı veren yalnızlığını ve yabancılığını kabul eder. Aynı şekilde, iki dünyanın da var olduğunu kabul edip ilkine olduğu gibi İkincisine de uyum sağlayarak, davranışının arka planında, hastalığının belirli bir bilince sahip olduğuna tanıklık etmiş olur.
Hastalıklı kıskançlıklarında, varoluşlarının en derin gerçeğini ve mutsuzluğunu görürler.
Paranoyak kişiye gelince çelişkilerini kendi içlerinde barındıran tüm duygularını öteki kişilere yansıtarak, kendisini mitsel bir şekilde haklı göstermeye çalışır.
Kıskanç kişinin, eşini, sadakatsiz olduğu yönünde ikna etmeye çalışmasındaki tutarlılık, kusursuzdur. Aynı şekilde, takıntılı kişinin aldığı önlemlerdeki tutarlılık da kusursuzdur. Ne var ki, bu tutarlılık, büyüdüğü oranda, aşmaya çalıştığı çelişkiyi derinleştirdiğinden ötürü, aynı zamanda absürt bir tutarlılıktır.
Seni aldatan ben değilim, sen bana ihanet ediyorsun; O’nu seven ben değilim, O beni arzuluyor ve benim peşimi bırakmıyor; O’na karşı aşk değil, nefret duyuyorum. Bütün bunlar, bir paranoyağın kendi eşcinselliğinden kaçınmaya çalışırken kapıldığı kıskançlık krizini oluşturan mekanizmalardır.
Paranoyak, partnerine kendisini aldattığına ilişkin sitemde bulunduğunda, bu sadakatsizlikle ilgili bütün yorumlarını sistematik bir hale getirdiğinde, aslında yaptığı şey, kendi kendisini suçlamasından bağımsız, partnerini suçlamadığıdır. Eğer metresini, kendisini bir arkadaşıyla aldattığından dolayı suçluyorsa, esas kendisi özellikle böyle bir arzu duymaktadır.
Görüldüğü üzere, hastalık belirtisinin ifadesi hemen görünmeyip bir dizi savunma mekanizması aracılığıyla oluşmaktadır.
Ne kadar basit olsalar da bir şizofrenin dünyasını yapılandırdığı organizasyonları es geçmememiz gerekir. Betimlediği parçalanmış dünya, dağılmış bilincine benzer durumdadır, içinde bulunduğu geleceği ve geçmişi olmayan zaman, kendisini gelecekte kurgulamadaki ve geçmişte tanımlamadaki yetersizliğinin bir yansıması gibidir.
çünkü kişiliğin gelişiminde geri dönüş yolu yoktur).
18. yüzyıla kadar, Batılı insan, kendi hakikatinin karanlığını, usdışının bu deneyiminde bulduğunda; bu deneyime mutlak itirazı, bizim için halen geçerli olan, insanın doğal hakikatine ulaşmanın yolu olacaktı. Böyle bir durumda, bu yolun son derece ikircikli olmasının altında bir yandan (dışlamanın eğrisel çizgisine bağlı olarak) nesnel indirgemelere olanak tanırken, diğer yandan (teslimiyetçi ruh halinin eğrisel çizgisine bağlı olarak) sürekli bir şekilde kendine dönüşü telkin etmesi yatar.
Bu durumda iki soru sorulabilir: Kültürümüz hastalığa sapkınlık anlamı yükleyecek ve hastaya, kendisini dışlayan bir statü verecek hale nasıl geldi? Ve buna rağmen, toplumumuz, içinde kendisini bulmayı reddettiği bu marazi biçimlerde, kendini nasıl ifade edebiliyor?
Kendimi, karşımda sürekli gösterilip duran, içine giremediğim kaotik bir filmin izleyicisi olarak, yaşamın dışında, dünyadan atılmış hissediyordum
İnsanlar, bir rüyanın içindeymiş gibi görünüyor, onların kendilerine has niteliklerini ayırt edemiyordum.
Hasta hiçbir zaman, hastalığı, bilincinde olsun ya da olmasın, kendisinden bağımsız işleyen nesnel bir süreç olarak ele almasına olanak verecek bu spekülatif mesafeye sahip değildir. Hastalığın bilinci, hastalığın içinde yer alıp oraya demir atmış durumdadır. Bu bilinç, hastalığı fark ettiği anda, hastalığı dile getirir.
Acaba her şeyi anlamak mümkün müdür? Normal davranışın karşısında, akıl hastalığının özü, her türlü anlama çabasına direnip açıklanabilir olabilmesi değil midir? Abartılı hallerini bile anladığımızda bize normal görünen kıskançlık, en temel tepkilerini bile hiç anlayamadığımız durumda, hastalıklı bir hale kavuşmaz mı?
Histerik kişi kaygısını bastırıp geçersiz kılarken, bunun bedensel bir belirti olarak ortaya çıkmasına olanak verir. Takıntılı kişi ise, bir sembol aracılığıyla, karşıt değerliliğin her iki kutbunu tatmin etmesini mümkün kılan davranışları kurallara bağlar. Paranoyak kişiye gelince çelişkilerini kendi içlerinde barındıran tüm duygularını öteki kişilere yansıtarak, kendisini mitsel bir şekilde haklı göstermeye çalışır.
Gerileme, geçmişe doğru doğal bir düşüş değil, şimdiki zamandan kasıtlı bir kaçıştır. Bir dönüşten ziyade, bir çaredir.
Bununla birlikte, kıskançlığı bir türlü kaybolmuyor; olgular, kocasının sadakatini kanıtlar göründüğü oranda, kadının şüpheleri daha da güçleniyor. Çelişkili bir şekilde, kadının kıskançlığı, aldatılmadığının kesinliği etrafında yoğunlaşıyor. Klasik paranoya biçimindeki marazi kıskançlık, meşruluğunu akıl yürütmenin en uç biçimlerinde aramaya çalışan sarsılmaz bir inanç olsa da Freud’un bu gözleminde, dayanak noktasını sürekli sorgulayan, her an kendisini yalanlamaya çalışan, içinde pişmanlık duygusu barındıran itkisel bir kıskançlık örneğiyle karşı karşıyayız. Bu, son derece ilginç (ve seyrek rastlanan) bir takıntılı kıskançlık vakasıdır.
En geniş anlamında delilik, ilk çıkışında Farklılık, Anlamsızlık ve Akılsızlık olarak ele alınan şeyin, negatif olarak değerlendirilmesinin başladığı, kültürel olgulardaki bu tortulaş­ma seviyesinde bulunur.
Kuşkusuz, insanların davranışında ve dilinde, toplumun be­lirli bir tavır takındığı bazı olgular karşısında hassasiyet gös­termeyecek kültür yoktur. Bu insanlara ne tamamen hasta ne suçlu olarak ne tamamen büyücü ne de sıradan insanlar olarak davranılır. Bu insanlarda, farklılıkla ilgili ve farklılaşmaya yöne­lik bir şey vardır. Bizim bilimsel aklımızın, akıl hastalığı olarak, karanlık ve karmaşık olan, ilk bilinci tanımlayacağını söylemek­ten, kendimizi alıkoymalıyız.
Günün birinde, deliliği, bütünsel bir yapı, özgürleşmiş ve ya­bancılaşması sona ermiş, bir nevi kökenindeki dile tekrar sahip olmuş şekliyle incelemeye çalışmak gerekecektir.
Psikoloji”, modern insanın hakikatini aradığı ve kaybettiği etik dünyanın yüzeyindeki önemsiz bir fo­toğraf filminden başka bir şey değildir.
Deliliğin “psikolojisi” başlığı altında keşfedilen şey, deliliğe uygulanan operasyonların sonucundan başka bir şey değildir. Bütün bu psikoloji, 19. yüzyılın “insanseverlığinin”, ikiyüzlü bir “özgürleştirme” kisvesi altında, bu psikolojinin içine hapsetmiş olduğu ahlakçı sadizm olmadan var olamayacaktı.
Bununla birlikte, delilerin şöylesine bir özelliği vardır: Bir kez özgürlüklerine kavuştuktan sonra, aileleri ve içinde bu­lundukları grup için tehlike arz edebilirler. İşte bundan dolayı, onları bir yerde tutup “delileri ve tehlikeli hayvanları” başıboş bırakanları kanunen cezalandırma gerekliliği baş gösterir.

Bu soruna çözüm bulabilmek için, Devrim ve İmparatorluk dönemleri sırasında, eski ıslah evleri yavaş yavaş delilere, yalnız bu sefer, sadece delilere ayrılmaya başlandı. Demek ki, o çağın insanseverliğinin özgürleştirdiği, delilerin dışındaki geri kalan herkes idi. Deliler ise, bir yandan kapatılmanın doğal mirasçıları olurken; diğer yandan, eskinin dışlamaya yönelik tedbirlerinin ayrıcalıklı sahipleri oluyorlardı.

Delilik, normalde sanıldığın­dan çok daha fazla tarihsel olup aynı zamanda çok daha gençtir.
Gerçek­ten de, oluşmakta olan burjuva dünyasındaki en büyük kötülük, ticaret dünyasındaki en önemli günah artık bilinmektedir. Bu, ortaçağda olduğu gibi kibir ve açgözlülük değil, işsizliktir. Islah evlerinde bulunanları içine alan ortak kategori, bu insanların üretime, dolaşıma ya da zenginliklerin birikimine dahil olma yönündeki kapasitelerinin (kendi hatalarından dolayı ya da kaza sonucu) yetersizliğidir.
Toplumunuz, kovduğu ya da hapsettiği bu hastada ken­dini görmek istemez. Hastalığı teşhis ettiği anda bile, hastayı dışlar.
Ait oldukları top­lumu belirleyen davranışa en yakın doğal reflekse sahip olanlar ayrıcalıklı durumdalarken, uygarlıklarında var olmayan davranı­şa yakın bir doğal refleksi olanlar ise yönlerini şaşırmış durum­ da olurlar.
Uzun süreden beri bir olgu, sosyoloji ile akıl patolojisinin ortak alanı haline geldi. Hastalığın, hastalık ger­çekliğine ve değerine sahip olabilmesi ancak, onu bu şekilde tanımlayan bir kültür içerisinde mümkün olur. Janet’nin, med­yumlara özgü görüntülere sahip ve bedeninde stigmatalar bu­lunan hastası, başka devirlerde olsaydı mistik bir gönül insanı ve keramet sahibi birisi olabilirdi.
Binswanger, deliliğe ilişkin olarak, Herakleitos’un uykuyla ilgili sözünü hatırlatır: uyanık olanların, ortak ve benzersiz bir dünyası vardır, uyuyan kişi ise, kendi dünyasına döner
Kendimi, karşımda sürekli gösterilip duran, içine giremediğim kaotik bir filmin iz­leyicisi olarak, yaşamın dışında, dünyadan atılmış hissediyordum.
Kıskançlıklarını, geçmiş yaşantılarını referans göstererek normalleştirmeye çalışırlar. Öte yandan, kıskançlıklarını şiddetli bir altüst oluş olarak değerlendirip yalıtarak, bu durumdan kendilerini ayrı tutmaya yeltenirler. Aynı zamanda bu kişi­ler, hastalıklarına, yaşamlarını mahvedip tüketen bir yazgı olarak yaklaşırlar.
Hasta kişi, hastalığını önlemek ve kendisini hasta olarak tanım­lamamak için, hastalığına organik ve rastlantısal bir süreç anlamı yükler. Hasta hastalığını, bedeninin sınırlarında barındırır. Psikolojik deneyimin her türlü başkalaşımını inkâr ederek ya da unutarak hasta sonuçta sadece, de­neyiminin organik içeriğini algılayıp temalaştırır.
Acaba her şeyi anlamak mümkün müdür? Normal davranı­şın karşısında, akıl hastalığının özü, her türlü anlama çabasına direnip açıklanabilir olabilmesi değil midir? Abartılı halleri­ni bile anladığımızda bize normal görünen kıskançlık, en te­mel tepkilerini bile “hiç anlayamadığımız” durumda, hastalıklı bir hale kavuşmaz ıııı?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir