Andre Maurois kitaplarından Aile Çevresi kitap alıntıları sizlerle…
Aile Çevresi Kitap Alıntıları
Uzun zaman acıklı, dayanılması imkânsız olan anılar şimdi benden kopup gitmiş, zararsız hale gelmiş Istıraplı ve canlı bir bugün, ölü bir dün oluvermiş. Beni acıdan çıldırtan hatalar ölü bir geçmiş halinde Şimdi kendisinden kaçmış olduğum bugün, o kadar çetin, o kadar karanlık olan bugün de ileride gerçekdışı, uyuyan bir geçmiş olacak herhalde.
Tevekkül göster ey gönül, hayvanca uyumaya devam et. Evet, ara sıra hayvanca uyumak, her şeyi unutmak, hayvanın canlanmasına fırsat vermemek gerek. Ama uyanışlar yok mu? Uyanışlar ve zaferler?
Gelecekte ne olacağını önceden kestirmeye çalışmak, oturup sakin sakin düşünülerek yapılacak iş değildir; hiç durmadan kafasını duvarlara vurur insan. Bunun sonu ne olur? Genel olarak da bir sona ulaşır mı bu? Son mudur, başlangıç mı?
İyimserliğinizi seviyorum, Bertrand. Umutsuz bir yanı var ki hoşuma gidiyor Uçuruma atlıyorsunuz ve ‘Her şey yolunda’, diyorsunuz.
Mutlak monarişinin zayıf tarafı, prenslerin kişisel giderleri ve devletin malî imkânlarının yetersiz oluşuydu. Demokrasiyse daha da zayıf. Bir laf cambazlığından ibaret olup seçmenlere yaranmak için bir ülkenin varını yoğunu çarçur ediyor çünkü. Çabuk harekete geçemediği için de felce uğruyor.
Kararsızlık, dengesizlik diyorum ya size işte. Bütün bunların ilacı yok. Sevdiğim insanları faaliyete sevk ederek içimdeki büyük susuzluğu gidermeye çalışıyorum, böylece de onlara kötülük ediyorum
İnsanların kötülüğünün sonu yoktur ve bu kötülüğün büyük kısmı da kıskançlıkla korkudan meydana gelir. Mutsuzluksa bunu etkisiz hâle getirir. Bu yüzdendir ki, sevilmediklerine üzülen kimseler, başlarına gelen felaketler onları mağdur hâle sokarak toplumun gözünde temize çıkarıyor diye buruk bir zevk duyarlar.
Ama öyle sanıyorum ki günümüzde biz tersine işleyen ikiyüzlülükten zarar görüyoruz. Dostlarımız arasında kaç tanesi var ki sakin bir yaşayışı özlerler, ama beslemedikleri arzuları gidermek için hayatlarını altüst ederler.
Felaketli bir dönem var ki bu gençliktir. Bir de felaketi düşünme dönemi vardır ki bu da olgunluk çağıdır.
”Şiir, ancak sükûnetin içinde hatırlanan bir duygudur. ”
Burjuvazi yok olmayacak, yok oldu bile, diyordu. Kolasız yaka takıp motorları kendisi onararak proleter oldu. Nitekim asiller siyah elbiseyi benimseyerek burjuva olmuşlar, Kral da Opera’ya muhafızsız giderek kral olmaktan çıkmıştı. Bir sınıf kendisini üzen kurallardan ve sıkan imtiyazlardan vazgeçti mi, kendini inkâr etmiş demektir.
Bir insanın aklı kendini aldatma, çatışmayı aklileştirme imkânı bulduğu sürece sıhhatli kalır. Kendini affetme imkânını artık hiç bulamayacağı, çok önemli bir çatışma karşısında kalınca, halk dilinde adına delilik denen ve belirli hiçbir şey ifade etmeyen halin içine sığınır.
Halüsinasyon halinde, feda edilen benliklerden biri ayrı bir kişi haline girer. Bu siz değilsinizdir artık. Sizi sürükleyen ya da mahkûm eden şeytandır
Genç, canlı bir insan sevgiden vazgeçebilir mi hiç?
Ey ölüm, inanıyorum sana ve çok şeyler umuyorum karanlığından
İnsan ruhu bütünüyle bu işte Tanrısal bir sığınağa doğru yürüyen titrek bir ışık. Bu sığınağın var olduğunu tasavvur ediyor, arıyor ama göremiyor.
İnsan hayatına katlanacak yerde onu kendisi mi yaratmalı? Buna hayır demek, dünyayı ve kendini anlaşılmaz hale sokmak, hercümerci kabul etmek ve onu ilkin kendi içine yerleştirmek demektir. Oysa hercümerç hiçtir. Var olmak ya da olmamak. Bunlardan birini seçmeli insan.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
İnanç öyle derin bir bölgedir ki, düşünce orada ancak faaliyet sayesinde tutunur. Ama hangi faaliyet? Tek bir tanedir bu: Tabiatla savaşıp onu yaratan, benliği ezerek yoğuran faaliyet
Dinleyin beni Bu evrende iyicil ve ahenkli şeyler var: Gökyüzü, müzik, sizin gibi kadınlar Sonra da zararlı ve uygunsuz şeyler var: Hastalık, kötü yazılmış yazı, savaşlar Niçin bunların birini görmeli de öbürlerini görmemeli?
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Kederiniz varsa onu düşünce haline sokmayın. Tarif etmeye de kalkışmayın. Keder bir bakıma zaaf demektir zaten.
Sonsuzluğun bir köşesine fırlatılmış bir atom zerresiyim sanki; herkesin, her şeyin sarstığı, incittiği, allak bullak ettiği küçük bir atom. İnsanın bu kadar yalnız, böylesine zavallı ve yalnız olabileceği hiç aklıma gelmezdi
Ne pis şeydi şu dünya, çirkinleşmeyen tek bir insan bile yoktu.
İnsanları yöneten karanlık kudret beni de avucunun içine almıştı. İnanç, güven ve umudun kısa sürdüğünü, insanın sebebini dahi bilmeksizin acı çekmeye mahkûm olduğunu anlıyordum şimdi.
Her yanda gördüğüm şey sonsuzluk; bunlar beni ancak dönüşü olmayan bir an için bir atom gibi, bir gölge gibi sarıyor. Bütün bildiğim, yakında ölecek olduğumdur, fakat asıl bilmediğim de kurtulamayacak olduğum bu ölümün kendisinin ne olduğudur.
Beni ne kimin dünyaya getirdiğini; ne dünyanın, ne de kendimin ne olduğunu bilmiyorum; her şey hakkında korkunç bir bilgisizlik içindeyim; bedenimin, duyularımın, ruhumun, ne olduğunu bilmediğim gibi, benliğimin söylediklerimi düşünen, her şey hakkında ve kendisi hakkında fikir yürüten ve kendini tanımayan o parçası hakkında da bilgi sahibi değilim.
Tabiatımız baştan başa bilgiden, baştan başa sevgiden meydana gelmiştir. Sıkıntılarımızla acılarımız, öğrenmeye olan bu susamışlıkla sevgiye olan bu ihtiyacı yaşadığımız çevrenin gideremeyişinden doğar.
Erkekler tuhaftır. Her biri kendi durumunu benzersiz, kendi varlığını da tabii sayar.
“Benim günahım gurur, dedi. “Dünyayı yerinden oynatmak istedim İzin vermediniz bana.
Kibirli miyim ben? Yüreğinde kendisinin bile bükemeyeceği, çelikten bir çubuğu andıran katı bir duygu bulmuştu.
Biz yalnız bir erkek için yaşayan zavallı yaratıklarız.
İnsan kendine acı çektirmeli Hassas noktaların üzerine basmalı
Ne tuhaf, Uzun zaman acıklı, dayanılması imkânsız olan anılar şimdi benden kopup gitmiş, zararsız hale gelmiş Istıraplı ve canlı bir bugün, ölü bir dün oluvermiş. Beni acıdan çıldırtan hatalar ölü bir geçmiş halinde Şimdi kendisinden kaçmış olduğum bugün, o kadar çetin, o kadar karanlık olan bugün de ileride gerçekdışı, uyuyan bir geçmiş olacak herhalde. O zaman da başka güçlükler gözüme korkunç, yenilmez görünecek. Sonra onları da ölüm yatıştıracak
mutlu anlar en iyi perhiz yemeği yerine geçer.
Gelecekte ne olacağını önceden kestirmeye çalışmak, oturup sakin sakin düşünülerek yapılacak iş değildir; hiç durmadan kafasını duvarlara vurur insan. Bunun sonu ne olur? Genel olarak da bir sona ulaşır mı bu? Son mudur, başlangıç mı? Bu da yeni bir yaratış usulü müdür, insanlıkdışı, ex nihilo bir yaratış? Yaşlı profesör, hıçkırıklarla sarsılan öğrencisi Katya’ya ‘Bilmiyorum’, diye cevap verir. Çehov da bütün ağlayanlara, bütün işkence görenlere ‘Bilmiyorum,’ diye cevap verir. Çehov üzerine bir incelemenin şu sözlerle, yalnız ve yalnız şu sözlerle sona ermesi gerek: Tevekkül göster ey gönül, hayvanca uyumaya devam et.
Denise kitabı kapadı, düşünmeye başladı.
Neden hayvanca? dedi içinden. Bertrand olsa o da ‘Bilmiyorum, der, fakat şunları eklerdi: ‘Ama bir şeyler öğrenmeye çabalayabilirim, Tevekkül göster ey gönül, hayvanca uyumaya devam et! Evet, ara sıra hayvanca uyumak, her şeyi unutmak, hayvanın canlanmasına fırsat vermek gerek. Ama uyanışlar yok mu? Uyanışlar ve zaferler?
İnsan aldatıldığını sanıyor, sonra aldanmadığını anlıyor. Bunun üzerine bir güven geliyor içine. Aldatıcı olan bu güven işte.
İnsanların kötülüğünün sonu yoktur ve bu kötülüğün büyük kısmı da kıskançlıkla korkudan meydana gelir.
Ah! Sana sadık gözlerimi
Senin o güzel ellerin kapayınca,
Son anım ne kadar hoş olacak!
Sen yanımdayken ölüme de, sükûna da seve seve gideceğim
yükselen denizin dalgaları kendisini itip ilerlettiği için çok usta bir yüzücü olduğuna inanmıştı.
Mutlu bir karı koca, durgun havada bir salın üzerinde giden yolculara benzer
Yeryüzünün erdemleriyle tevekkülünü öbür dünyada mutlulukla değiş tokuş ediyorlardı. İyi bir yatırımdı bu.
Aslında Tolstoy, Flaubert, hatta Proust gibi bütün büyük romancıların hiç de romanlara yaraşmayan hayatları olmuştur.
Şiir, ancak sükûnetin içinde hatırlanan bir duygudur Felaketli bir dönem var ki bu gençliktir. Bir de felaketi düşünme dönemi vardır ki bu da olgunluk çağıdır Gerçek neredeydi?
Anlamıyorum, dedi. yıldızları gözlemekten hoşlanan Goethe nasıl olmuş da sonsuzluk zevkini öğrenmemiş onlardan? Ne ölüm korkusu, ne günah anlayışı vardı onda Tuhaf şey.
yaşlanıyorum. Stendhal gibi ben de pantolunumun tokasına ‘Kırkıma yaklaşıyorum,’ diye yazabilirim.
Stendhal, ‘Ellime ‘ diyordu Bay Schmitt Kırk yaş gençlik demektir. Hem yaşlılıkla da yatışmaz insan Bakın Chateaubriand’in kendisine, Anatole France’a, Goethe’ye Şeytan yaşlıdır, Bay Schmitt. Onun için siz de bunu anlamadan önce yaşlanın.
Kutsal azizler de yaşlıdır.
Yooo, yooo Tersine, gençlikte daha çok kutsallık vardır bence.
Kendi benliğinizin karşısında olmadığımız zaman nerdesiniz? Kendinizi çekip çevirme işini savsakladınızsa, bedeninizle ruhunuzu sıkıya koymak neye yarar?
Bir insan fırtınada kaybolmuş bir gözetleme yerinden başka şey değildir.
Kuklalar piyesi anladılar
Hayatta daima aldığımın daha fazlasını verdim, en büyük tesellim bu olacak.
bizden önceki kuşakların affedemediğim tarafı, onların ikiyüzlülüğü
İnsanı hiçbir amaca götürmüyorsa çok acayip şey bu dünya, doğrusu Ölümü düşünürseniz nasıl çalışabilirsiniz?
İmgelerden pek korkarım ben, insan hayale kapılır bunlar yüzünden
Dordogne’daki seçmenler Bunlar bütün geçimlerini topraktan sağlayan tarımcılardır. Dışarısıyla olan alışverişleri yılda altı yüz franklık bakkaliye eşyasından ibarettir. Bu parayı da birkaç çuval buğday satarak öderler. Bu hali görünce onlara hiçbir krizin önemli bir zarar vermeyeceğini anlarsınız
Burjuvazi yok olmayacak, yok oldu bile Kolasız yaka takıp motorları kendisi onararak proleter oldu. Nitekim asiller siyah elbiseyi benimseyerek burjuva olmuşlar, Kral da Opera’ya muhafızsız giderek kral olmaktan çıkmıştı. Bir sınıf kendisini üzen kurallardan ve sıkan imtiyazlardan vazgeçti mi, kendini inkâr etmiş demektir.
Uzmanların gururu vardır bunlarda, gururların en kötüsü yani.
Ekonomik konferanslarda bulundum. İşler nasıl olur orada, anlatayım. Genellikle yumurta biçimi, yeşil çuha örtülü büyük bir masa vardır. Sayıları on iki ile yirmi arasında değişen çok kelli felli baylar bunun başına geçip otururlar. Avrupa’nın büyük ülkelerini temsil eden bakanlar, büyükelçilerdir bunlar. Bu Yeşil Masa Şövalyeleri hiçbir şeyden anlamazlar. Etliye sütlüye karışmayan, zararsız kimselerdir. Arkalarında, alelade iskemlelerde sayıları dört ile altı kişi arasında değişen gruplar oturur. Bunların adı teknisyendir. Potas, çelik ya da tahıl konusunda çok yetkili kimselerdir. Bütün işleri gayet iyi bilirler. Yalnız aralarında anlaşamazlar hiçbir zaman. Uzmanların gururu vardır bunlarda, gururların en kötüsü yani. Bereket versin ki zavallı insanlığın selameti için de böylesi çok daha iyi- yanları sıra yeşil çuhalı masanın o temiz yürekli cahilleri vardır. Böyle olmasa her ekonomi konferansı bir savaşla sonuçlanır. Fakat uzun bir dalaşmadan sonra on iki cahil işe karışır, yatıştırıcı ve dolambaçlı laflar söylerler. Teknisyenleri sustururlar. Sonunda hiçbir anlamı olmayan, fakat işleri yine olacağına vardıran bir metin üzerinde uyuşurlar. Avrupa’nın ekonomik örgütlenmesi işte budur, sayın Bay Holmann.
Ziyafetin önemli kişisini daha yemeğin başında ortaya sürmeyi bayağı ve beceriksizce buluyordu. Ya da tek bir cümleyle yapıyordu bunu; hani Beethoven da bazen bir senfoninin başında bir temaya başlayıverir de sonra birkaç dakika daha hafif başka melodilerle oyalanır ya, tıpkı onun gibi Bu da ziyafetin ana yemeği olan fıkralarla paradoksların huşu içinde dinlenilmesini elzem saydığı ana kadar sürüyordu
Reenkarnasyon diye bir doktrin var ya hani, gerçek bir şey Yalnız, birkaç yaşantıda değil de tek bir yaşantı boyunca başka başka yaratıklar oluyoruz biz.
Gidelim hadi, bu ihtişam ölme arzusu veriyor bana
Siz bu gözleri her sabah açtığınızda, ‘Ne güzel şey yaşamak!’ diye düşünmüyor musunuz?
Hayır, dedi. Her sabah daha çok şu güzel şarkıyı söylerdim, Monteverde’ninki galiba Ey ölüm, inanıyorum sana ve çok şeyler umuyorum karanlığından
‘ölmek sanatı’ üzerine küçük bir kitap okumuş, iddiasına göre insanlar ölürken meslekleriyle ilgili sözler söylerlermiş Napoleon: Baş Ordu Gramerci Rahip Bouhours: ‘Ölüyorum yahut ölmek üzereyim; ikisi de söylenebilir’, Prusya Kralı I. Friedrich Willhelm’in, papazlar ölüm döşeğinin başucunda ‘Dünyaya çıplak geldim, çıplak gideceğim,’ diye ilahi okurlarken söylediği: ‘Hayır, hiç de öyle değil, üniformamı giyeceğim’, Heinrich Heine: Tanrı beni affedecek, işi bu zaten, Ama en güzeli de, ölen bir kadının, Bayan d’Houdetot’nun şu sözü olsa gerek: ‘Kendime acıyorum’
engin göğe bakarken içinde Bitmemiş Senfoni’nin hep yarım kalan, harikulade şarkısının çınladığını duydu. Haberci gibi iki tane nota; sonra kıvrıla kıvrıla yükselen o tanrısal mutluluk. Neye doğru?
Sahici olmayı denemek gerek.
dağın yamacındaki şu çamlar ne tuhaf, değil mi? Topraktan eğik bir şekilde çıkıyorlar, sonra sanki bir düzlükte doğmuş gibi doğrulup gökyüzüne yükseliyorlar.
«Çevremde bir sürü ihtiyarla yaşıyorum İçim sıkılıyor!
İnanç öyle derin bir bölgedir ki, düşünce orada ancak faaliyet sayesinde tutunur. Ama hangi faaliyet? Tek bir tanedir bu: Tabiatla savaşıp onu yaratan, benliği ezerek yoğuran faaliyet İnsan hayatına katlanacak yerde onu kendisi mi yaratmalı? Buna hayır demek, dünyayı ve kendini anlaşılmaz hale sokmak, hercümerci kabul etmek ve onu ilkin kendi içine yerleştirmek demektir. Oysa hercümerç hiçtir. Var olmak ya da olmamak. Bunlardan birini seçmeli insan.
Filozof Lagneau
beslediğim sevgi çok sıhhatli olmalı, benliğim üzerine ölü bir ağırlık gibi çökmemeli
O kadar yalvardım, ama ‘hayatını kazanmak için kaybetmeye’ cesaret edemedin.”
Kederiniz varsa onu düşünce haline sokmayın. Tarif etmeye de kalkışmayın. Keder bir bakıma zaaf demektir zaten.
İnsan ilkin başkaları gibi giyinmeyi kabul ederek işe başlar, derken başkaları gibi düşünmeyi kabul eder, sonra da hapı yutar gider
Düşünce yavaş cereyan eden bir eylemdir.
İnsanın nefret ettiği bir evi olmasından daha korkunç bir şey olamaz.
Hani bazı deniz bitkileri vardır, durgun havalarda fark edilir de fırtınanın dalgaları onları parça parça edip kıyıya atar: Tıpkı onlar gibi benim de, ruhumun derinliklerine gömülü büyük anılarım var.
Balzac/Vadideki Zambak
Ne pis şeydi şu dünya, çirkinleşmeyen tek bir insan bile yoktu.
İnsanları ellerinde oyuncak eden yenilmez kuvvetlere karşı içim sonsuz bir tiksinti ile dolu olduğu halde, beni avutacak olan uykuya daldım.