İçeriğe geç

Aile Çay Bahçesi Kitap Alıntıları – Yekta Kopan

Yekta Kopan kitaplarından Aile Çay Bahçesi kitap alıntıları sizlerle…

Aile Çay Bahçesi Kitap Alıntıları

Sonra sustum. Ses olmadı düşündüklerim..
Korkularımızla öldürüyoruz zamanı. Oysa saniye kolu, tüm cesaretiyle koşmaya devam ediyor.
yaşarken susan babaların ölürken konuşmaya hakkı yok
Her kız çocuğu senin gibi babasına aşık değildir özlem ve bil ki nefret aşktan çok daha güçlü bir duygudur
Oysa yağmur da Islanmanın verdiği huzur hiçbir şeyde yoktur insan olmaktan unutamadığım tek kandırma ağaçlar gibi eşekler gibi köpekler kuşlar kediler bildiğin dinlediğim bütün hayvanlar gibi Islandığını doğanın bir parçası olduğunu hissedersin manzaraya dışardan bakan kibirli insanlardan uzakta o manzaranın bir partisi olursun erkanın kendini beğenmiş seni unutur bir bacak kadar özgürsünarsın kendini doğaya yalan yoktur anda aldatma yoktur iki kuruşluk hesap için beni kazık atan dostlar uç kurunun derdine düşmüş babalar hayatın altüst eden kardeşler yoktur yağmur damlaları vardır sadece bir de sen
ne yapmaya çalışıyordum nefretimi süslü cümlelerle kutsallaştırmanın ne anlamı vardı bir anlam yüklememe ne gerek vardı
İçindeki kötülüğe bahane arama.
Korkularımızla öldürüyoruz zamanı.Oysa saniye kolu, tüm cesaretleriyle koşmaya devam ediyor
Hayat mı daha çok yakışırdı bize, ölüm mü?
Uyumak değil ölmek istiyorum, Müzeyyen.
Hayat peşimizden gelirken kaçmaktan başka çaremiz yok.
Ben senin en yakın arkadaşınım, diyene en az güven, demişti babaannen.
Nasıl yaşamam gerektiğini bilmiyorum. Doğru yaşamak diye bir şey var mı, onu da bilmiyorum.
Kimsenin hayatıma yakından bakmasına izin vermeyecektim.
Ben geçip gitmek isterdim hayattan, o iz bırakmak için uğraşırdı.
O tadına doyum olmaz bir şiirdi, ben taslak halinde bir roman.
Sonra sustum. Ses olmadı düşündüklerim. Nefretimi kusamadım dünyaya. O güvenlikli kabuğumun altından çıkaramadım başımı.
Okuduğum bütün kitaplarda beni bana anlatacak bir karakter arardım.
Yağmurda ıslanmanın verdiği huzur hiçbir şeyde yoktur.
Kuşların, köpeklerin, kedilerin, atların, balıkların, ağaçların, mor kaktüslerin, çiçeklerin, cümle doğanın sözünü anlasaydım, anlasaydık yok olurdu kötülük. Belki.
İstiyorum ki zaman artık kendi bildiğince aksın; neyi sileceğine, neyi bırakacağına o karar versin.
Aile dediğin şey, bitmeyen bir mide yangısı babaanne.
Ömrüm boyunca, ikinci el eşya satan bir dükkânın vitrinine bakar gibi baktım hayatıma.
Çocukluk, utanılacak sayısız anının birikimidir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Korkularımızla öldürüyoruz zamanı. Oysa saniye kolu, tüm cesaretiyle koşmaya devam ediyor.
Az insan tanıyor ve kimseyi de sevmiyordum.
Böylesiniz siz insanlar. Kaypak bir cümlenin, oyunlu
bir cümlenin gölgesinde yaşamayı seviyorsunuz. Ağaç,
ağaçtır. Sana özel bir cümle fısıldamak derdinde değildir.
Bildiği gibi yaşar, bildiği yaşama bizleri ortak eder, hepsi bu. Hangi canlıya iyilik, hangisine kötülük yaptığını düşünmeden, doğanın kahramanı rolüne soyunmadan
doğar, büyür, ölür. Ama siz insanlara yetmez bu, başka anlamlar ararsınız ağacın varlığında. Masallar, meseller,kutsal kitaplar Şu garibim ağacın kudretiyle kendinizi
temize çekme çabaları. Bitmek tükenmek bilmez
kötülüğünüzü gizlemek için bulabildiğiniz her yalana, her benzetmeye sığınırsınız. Yorulmadınız mı kendinizi
kandırmaktan yahu? Birbirinizi öldürmekten, yalan
söylemekten, aldatmaktan, nefretle beslemekten
yorulmadınız mı? Bari ikiyüzlülüğünüze doğayı alet
etmekten yorulun, utanın, vazgeçin. Yapmayın.
İstiyorum ki zaman artık kendi bildiğince aksın; neyi
sileceğine, neyi bırakacağına o karar versin. Ama olmuyor
babaanne. Başaramıyorum. İyi olmayı da başaramıyorum zaten. Bir kurabilsem boşalmış zembereğimi, belki
herkesin kötülüğünü istemem artık. Bunları söylüyorum
diye kızma bana. Güzel haberler de vermek isterdim
sana. Ama dünya her geçen gün daha da yaşanmaz bir yer
oluyor. Bir küfürden ötesini hak etmiyor hayat.
Korkularımızla öldürüyoruz zamanı. Oysa saniye
kolu, tüm cesaretiyle koşmaya devam ediyor.
Oysa yağmurda ıslanmanın verdiği huzur hiçbir şeyde
yoktur. İnsan olmaktan utanmadığın tek andır, ağaçlar
gibi, çiçekler gibi, köpekler, kuşlar, kediler, bildiğin-
bilmediğin bütün hayvanlar gibi ıslandığın an. Doğanın
bir parçası olduğunu hissedersin.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Bir tarafımda rüzgâr tanrıları bir tarafımda su perisiyle mükemmel kadınlığın simgesiyim, ben Rönesans’ın ta kendisiyim.”
Sonra sustum. Ses olmadı düşündüklerim. Nefretimi kusamadım dünyaya.
O güvenlikli kabuğumun altından çıkaramadım başımı.
Ben sadece düşündüm. Zihnimde tartıştım insanlarla. Ne yaşadıysam kabuğumun altında yaşadım.
Ve bil ki, nefret aşktan çok daha güçlü bir duygudur
Sormak yetiyor bana. Cevap bulmakla zaman kaybetmiyorum. Sormayı öğrendikçe daha kararlı, daha sakin, daha güçlü oluyorum.
Sustuk. Çaresizliğin sessizliği değildi bu. Tanımların, benzetmelerin, parlak sözlerin arasına sıkışmadan yaşama dokunabilmenin sessizliğiydi.
Kötü olmak, iyiymiş gibi davranan bir sahtekâr olmaktan daha kötü değil.
Oysa yağmurda ıslanmanın verdiği huzur hiçbir şeyde yoktur. İnsan olmaktan utanmadığın tek andır, ağaçlar gibi, çiçekler gibi, köpekler, kuşlar, kediler, bildiğin-bilmediğin bütün hayvanlar gibi ıslandığın an. Doğanın bir parçası olduğunu hissedersin. Manzaraya dışarıdan bakan kibirli insanladan uzakta, o manzaranın bir parçası olursun. Irkının kendini beğenmişliğini unutur, bir böcek kadar özgür, sunarsın kendini doğaya. Yalan yoktur o anda. Aldatma yoktur. İki kuruşluk hesap için kazık atan dostlar, uçkurunun derdine düşmüş babalar, hayatını altüst eden kardeşler yoktur. Yağmur damlaları vardır sadece. Bir de sen.
Başka çocukların anneleri üst baş kirleten oyunlara kızardı ama babaannem hiç ses çıkarmazdı. . İyidir toprağı avuçlamak, derdi, toprağı seven, insanı da sever.
Bilmezdi ki toprağı değil kirlenmeyi sevdiğim için dalardım o çamurlu yerlere.
Sevmedim; toprağı da, insanı da.
Korkularımızla öldürüyoruz zamanı. Oysa saniye kolu tüm cesaretiyle koşmaya devam ediyor.
Yüzünü unuttum birinin sesini duyuyorsun. Sesini unuttuğun birinin yüzünü hatırlıyorsun. Hayat seni bir köşede sıkıştırıyor. Sırlardan oluşan ağaç yapraklarını dökmeye başlıyor.
.yağmurda ıslanmanın verdiği huzur hiçbir şeyde
yoktur. İnsan olmaktan utanmadığın tek andır, ağaçlar
gibi, çiçekler gibi, köpekler, kuşlar, kediler, bildiğin bilmediğin
bütün hayvanlar gibi ıslandığın an. Doğanın
bir parçası olduğunu hissedersin. Manzaraya dışarıdan
bakan kibirli insanlardan uzakta, o manzaranın bir parçası
olursun. Irkının kendini beğenmişliğini unutur, bir böcek
kadar özgür, sunarsın kendini doğaya. Yalan yoktur o
anda. Aldatma yoktur. İki kuruşluk hesap için bin kazık
atan dostlar, uçkurunun derdine düşmüş babalar, hayatını
altüst eden kardeşler yoktur. Yağmur damlaları vardır
sadece. Bir de sen.
Az insan tanıyor ve kimseyi de sevmiyordum.
“Figüranın repliğini söylemesi zordur,” derdi Özlem, “saatlerce konuşmadan durur sahnede, ustalarının tiratlarını dinlerken kendi sesini bile unutmuştur. Kısacık bir cümle söyleyecektir. Başrolün hayranlık yaratan oyununa devam etmesini sağlayacak küçük bir cümle. O cümleyi yanlış söyler, doğru düzgün bir tonlama yapamaz, yılların aktörlerini kızdıracak bir zamanlamayla açarsa ağzını ikinci bir şansı yoktur. Başroldeki, uzun konuşmalarından birinde şaşırsa bile dert etmez, bir sonraki repliğinde toparlar durumu. Ama figüranın tek şansı vardır, beş-altı saniye sürecek bir replik. O yüzden bil ki ben her oyunun sonunda figüranları alkışlarım. Asıl zoru onlar başarmıştır çünkü.”
Korkularımızla öldürüyoruz zamanı. Oysa saniye kolu, tüm cesaretiyle koşmaya devam ediyor.
“…Babamı kitap okurken düşünüyorum öyle anlarda. Daha doğrusu kitap okuduğu bir sahne hatırlamaya çalışıyorum. Yok. “Olabilir,” diyorum içimden, “herkesin babası kitap kurdu olmak zorunda değil.” Bu kez babamın evde geçirdiği zamanlarda ne yaptığını bulmaya çalışıyor hafızam. Yok. Bulamıyorum.
Babamı, evin içine yerleştiremiyorum. “
Her kız çocuğu senin gibi babasına aşık değildir Özlem. Ve bil ki, nefret aşktan çok daha güçlü bir duygudur.”
“Babamı kitap okurken düşünüyorum öyle anlarda. Daha doğrusu kitap okuduğu bir sahne hatırlamaya çalışıyorum. Yok. “Olabilir,” diyorum içimden, “herkesin babası kitap kurdu olmak zorunda değil.” Bu kez babamın evde geçirdiği zamanlarda ne yaptığını bulmaya çalışıyor hafızam. Yok. Bulamıyorum. Babamı, evin içine yerleştiremiyorum. “

“Her kız çocuğu senin gibi babasına aşık değildir Özlem. Ve bil ki, nefret aşktan çok daha güçlü bir duygudur.”
.. hiçbir maske kötülüğü örtemez..
Gözlük camlarıma düşen her damlaya sevinip uçsuz bucaksız bir okyanusta yüzer gibi ilerledim.
İstiyorum ki zaman artık kendi bildiğince aksın; neyi sileceğine, neyi bırakacağına o karar versin. Ama olmuyor. Başaramıyorum. İyi olmayı da başaramıyorum zaten. Bir kurabilsem boşalmış zembereğimi, belki herkesin kötülüğünü istemem artık. Bunları söylüyorum diye kızma bana. Güzel haberler de vermek isterdim sana. Ama dünya her geçen gün daha da yaşanmaz oluyor. Bir küfürden ötesini hak etmiyor hayat.
Ne olduğunu anlamaya çalışırken iki gergedan görüyorsun. İki beyaz gergedan. Birbirlerine doğru koşuyorlar. Boynuzlarında asırların sırrı var. Yaklaşıyorlar, yaklaşıyorlar ve tam çarpışacakken duruyorlar. Öpüşmek istiyorlar, anlıyorsun. Ama olmuyor. Asırlardır biriktirdikleri savaş, dert, sıkıntı, ihanet, yalnızlık birer boynuz olmuş ağızlarının üstünde, engel oluyor öpüşmelerine.

İki sevgili de olsa, iki kardeş de olsa öpüşemiyor gergedanlar.

Gergedan öpüşmesi kadar çaresiz hayatının derdi oturuyor içine.

Size söylüyorum yıldızlar. Artık bir değeriniz kalmadı. Alın cezvelerinizi galaksinize sokun!
Kalamarları didiklemeye devam ettik. Soğuyunca iyice yağ emmiş, lastiğe dönmüşlerdi.

“Bunların hepsinin bakire olduğunu biliyor musun?” dedi Çiğdem. “Biri anlatmıştı, ayrıntısını hatırlamıyorum ama çiftleşen kalamarlar yumurtalarını bıraktıktan sonra ölüyorlarmış. Yani bu durumda canlı olarak yakalanabilenler çiftleşmemiş oluyor.”

Tabağımdaki eciş bücüş halkaya baktım. Bugüne kadar kaç bakire kalamar yediğimi düşündüm. Kaç kalamarın üremesine engel olduğumu. Çatalı saplayıp taratora bile bulamadan attım ağzıma. Tek lokmada.

Kendi hikâyemin en kuytu köşelerine saklanarak uzak duracaktım o yaradan, o mide bulandıran irin kokusundan. Gün gelecek o köşeler de tükenecekti. Tuvalin sınırları belliydi. O sınırların dışına taşıramayacaktım resmimi. Yine merkeze dönecek, boyadığım yerlerin üstünden geçecektim. Bir hatayı başka bir hatayla örterek geçecekti ömrüm. Pentimento. Yine pentimento. Hamlet avuçlayacaktı Yorick’in kafatasını, Turgut fısıldayacaktı Olric’e, “Ne kadar kazısam hep pentimento Olric!” diye. Anlaşılmasın diye bütün bu hatalar karmaşası, kimsenin hayatıma yakından bakmasına izin vermeyecektim.
Rakının tadı sabit olmasa bu meyhanelerin hepsi kapanır zaten. Şu cacık bile her yerde farklı lezzettedir. Sonuçta salatalıkla yoğurt. Sarmısak, yağ falan. Ama aynı tat olmuyor. Biri cumbul cumbul sulu yapar, birininki ancak bıçakla kesilir. Oysa rakı öyle mi ya? Seçersin markanı, bulursun ayarını, bitti gitti. Bütün içkiler nettir. Üç-beş çeşidini denersin, birinde karar kıldın mı işlem tamamdır. Bak sigara da öyle aslında. Tadı hep aynı. Bir bakkalda iyi, bir bakkalda kötü değil.
“O bunu derse böyle derim, şunu derse şöyle yapıştırırım cevabı,” diye hesap yaptım. Şehrin kokuşmuşluğuyla, insanların kabalığıyla, yolların pisliğiyle, binaların bakımsızlığıyla, köpeklerin havlamasıyla, kedilerin çöp karıştırmasıyla, kadınların sinsiliğiyle, erkeklerin salyalı yalanlarıyla didiştim durdum aklımın karanlık koridorlarında. Sonra sustum. Ses olmadı düşündüklerim. Nefretimi kusamadım dünyaya. O güvenlikli kabuğumun altından çıkaramadım başımı.
Ben de Hamlet gibi “Silerim de bütün boş anıları, bütün kitaplarda yazılan, çizilenleri, gençliğimden, öğrenciliğimden kalanları, yalnız senin buyruğun kalır, beynimin defterinde, yapraklarında, ıvır zıvır bütün bildiklerimin üstünde,” der miyim ona?
Böylesiniz siz insanlar. Kaypak bir cümlenin, oyunlu bir cümlenin gölgesinde yaşamayı seviyorsunuz. Ağaç, ağaçtır. Sana özel bir cümle fısıldamak derdinde değildir. Bildiği gibi yaşar, bildiği yaşama bizleri ortak eder, hepsi bu. Hangi canlıya iyilik, hangisine kötülük yaptığını düşünmeden, doğanın kahramanı rolüne soyunmadan doğar, büyür, ölür. Ama siz insanlara yetmez bu, başka anlamlar ararsınız ağacın varlığında. Masallar, meseller, kutsal kitaplar Şu garibim ağacın kudretiyle kendinizi temize çekme çabaları. Bitmek tükenmek bilmez kötülüğünüzü gizlemek için bulabildiğiniz her yalana, her benzetmeye sığınırsınız. Yorulmadınız mı kendinizi kandırmaktan yahu? Birbirinizi öldürmekten, yalan söylemekten, aldatmaktan, nefretle beslemekten yorulmadınız mı? Bari ikiyüzlülüğünüze doğayı alet etmekten yorulun, utanın, vazgeçin. Yapmayın. En azından sen yapma, Müzeyyen.
Doğa böyle süslü cümlelere, kendini acındırma söylevlerine kanmayacak kadar akıllıdır. Bunu sen de biliyorsun. Ne kendini kandır ne de beni. İçindeki kötülüğe bahane arama. Biz salyangozlar, bütün bu kötülüklerle milyonlarca yıldır savaşıyoruz. Kurbağanın yapışkanlı dilinin tadını doğduğumuz anda biliyoruz biz. Bir kuş tarafından kapıldığımızda kabuğumuzun ne tür kayalara vurula vurula parçalanacağını, etimizin kaç lokmada yutulacağını öğrenerek büyüyoruz. Süslü cümlelerin ardına sığınmadan, başımıza gelecek kötülüklere bir kılıf aramadan. Sen de yüzleş artık kendinle. Kötü olmak, iyiymiş gibi davranan bir sahtekâr olmaktan daha kötü değil. Yüzleş kendinle Müzeyyen.
Ağaçları, kuşları adlarıyla bilmeyen bütün insanlara okkalı bir küfür savurdum içimden. Ağaç değil onun adı; zeytin, çınar, elma, kavak Kuş değil onun adı; güvercin, serçe, karga, saka
İnsan değil bizim adımız; yalancı, katil, ikiyüzlü, rezil
Oysa yağmurda ıslanmanın verdiği huzur hiçbir şeyde yoktur. İnsan olmaktan utanmadığın tek andır, ağaçlar gibi, çiçekler gibi, köpekler, kuşlar, kediler, bildiğin-bilmediğin bütün hayvanlar gibi ıslandığın an. Doğanın bir parçası olduğunu hissedersin. Manzaraya dışarıdan bakan kibirli insanlardan uzakta, o manzaranın bir parçası olursun. Irkının kendini beğenmişliğini unutur, bir böcek kadar özgür, sunarsın kendini doğaya. Yalan yoktur o anda. Aldatma yoktur. İki kuruşluk hesap için bin kazık atan dostlar, uçkurunun derdine düşmüş babalar, hayatını altüst eden kardeşler yoktur. Yağmur damlaları vardır sadece. Bir de sen.
Nefretimi süslü cümlelerle kutsallaştırmanın ne anlamı vardı? Bir anlam yüklememe ne gerek vardı?
İçimde bir yerlerde kararsız kuşlar uçtu yıllarca.
İstiyorum ki zaman artık kendi bildiğince aksın; neyi sileceğine, neyi bırakacağına o karar versin. Ama olmuyor babaanne. Başaramıyorum. İyi olmayı da başaramıyorum zaten. Bir kurabilsem boşalmış zembereğimi, belki herkesin kötülüğünü istemem artık. Bunları söylüyorum diye kızma bana. Güzel haberler de vermek isterdim sana. Ama dünya her geçen gün daha da yaşanmaz bir yer oluyor. Bir küfürden ötesini hak etmiyor hayat.
Zaman, ölülere saygısından siler mezar taşı yazılarını.
Bütün bu hikâyenin içinde benim rolüm neydi, diye düşündüm hep. Benim repliklerimi kim yazmıştı, mizansenlerimi kim belirlemişti? Sahneye hangi taraftan gireceğime, uslu kızı oynarken neler giyeceğime, içimdeki kötülüğü kusmaya başladığımda nelerden soyunacağıma kim karar vermişti? Okuduğum bütün kitaplarda beni bana anlatacak bir karakter arardım. Dinlediğim radyo oyunlarından, izlediğim filmlerden bir cümlecik çalmaya çalışırdım.
Çok gördüm senin gibileri ben. Aileymiş? Sen onu benim külahıma anlat. İki parmak bal çalsınlar ağzına, bir-iki vaatte bulunsunlar, bak nasıl çantanda saklamaya başlıyorsun o alyansı.
Kalkınma palavralarına aldırmayan delik deşik yollarda, bütün çukurlara gire çıka ilerlerken sağa sola bakacaktım. Gördüğüm her yer, bir başka anının kilidini açacak anahtar olup sallanacaktı boşlukta.
Çocukluğumuzda farklıydı bu otobüsler. Mazot kokulu otogarlar da yok artık. Büyük, konforlu otobüslerimize bininceye kadar şık bekleme salonlarında dergi okuyup televizyon izliyoruz. Koltuklar, yolcular, şoförler, her şey değişmiş durumda. Muavinler bile. Eskiden yakası eprimiş, kol ağızları yağlanmış uçuk mavi gömlekler giyerlerdi. Şimdi kravat-yelek şıklığına jöleli saçlar eklenmiş, konuşmalar, duruşlar farklılaşmış. “Muavin” demiyorlar kendilerine zaten, “servis görevlisi” diyorlar.
o tadına doyum olmaz bir şiirdi, ben taslak halinde bir roman.
anlaşılmasın diye bütün bu hatalar karmaşası, kimsenin hayatıma yakından bakmasına izin vermeyecektim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir