Henri Bergson kitaplarından Ahlakın ve Dinin İki Kaynağı kitap alıntıları sizlerle…
Ahlakın ve Dinin İki Kaynağı Kitap Alıntıları
İç güdünün ve zekanın temel amacı araçları kullanmaktır.
Toplumsal yasa zorlar ama zorunlu tutmaz.
Kötülük o kadar iyi gizlenir ve giz o kadar güçlü bir şekilde korunur ki her birimiz herkesin oyununa geliriz.
Arkamızı döndüğümüz insanlık aslında kendi derinliğimizde bulduğumuz insanlıktır.
İnsan toplumu, bir özgür varlıklar bütünüdür.
Arkamızı döndüğümüz insanlık aslında kendi derinliğimizde bulduğumuz insanlıktır.
“Din, düşünceyle donanmış varlıklarda görülmesi muhtemel bir yaşama bağlılık eksikliğini dolduran şeydir.”
Sokakta yürüdüğümüz zaman hastalığı göremediğimiz gibi, insanlığın görünen yüzünün arkasında olabilecek ahlaksızlığı da hesaba katmayız. Eğer sadece başkasını gözlemlemekle yetinseydik, insandan kaçar hâle gelmemiz kolay olmazdı. Kendi zayıflıklarımızın farkına vararak insandan şikayet etme veya insanı küçümseme noktasına varırız. Arkamızı döndüğümüz insanlık aslında kendi derinliğimizde bulduğumuz insanlıktır. Kötülük o kadar iyi gizlenir ve giz herkesçe o kadar güçlü bir şekilde korunur ki her birimiz herkesin oyununa geliriz: Diğer insanları çok sert bir şekilde yargılıyormuş gibi yapsak bile, içimizden onların bizden daha iyi insanlar olduklarını düşünürüz. Toplumsal yaşamın büyük bir kısmı bu hayırlı yanılsamaya dayanır.
Yasak elma öyküsü insanlığın belleğinde olduğu gibi hepimizin belleğindeki en eski anıdır. Eğer bu anı hatırlamayı yeğlediğimiz diğer anılarla silinmemiş olsaydı bu durumun farkına varırdık. Kendi başımıza bırakılsaydık çocukluğumuz nasıl olurdu kim bilir! Zevkten zevke koşardık. Ama işte, göremediğimiz ve dokunamadığımız bir engel bütün bu zevklerin önüne geçiyor: Bir yasaklama. Neden bu yasaklamaya boyun eğiyoruz? Böyle bir soru sormayız bile; ebeveynlerimizi ve öğretmenlerimizi dinleme alışkanlığı edinmişiz. Bununla birlikte, onları dinlememizin onları ebeveynimiz ve öğretmenlerimiz olmasından kaynaklandığını da hissediyoruz elbette. O hâlde, bizim gözümüzde onların otoritesi, kendilerinden çok onların bize karşı olan konumlarından ileri gelmektedir. Belli bir yer işgal ediyorlar: İşte buyruk da buradan geliyor; ve eğer başka bir yerden gelmiş olsaydı bu kadar etkili olmazdı.
Bugün geldiğimiz bu noktada kendimizi hayvanla karşılaştırsaydık, utancımızın çok büyük olması gerekirdi! Çok büyük bir olasılıkla hayvan batıl itikadı bilmemektedir. Bizim dışımızdaki bilinçlerde olan şeyleri pek bilmiyoruz; ama dinsel durumlar genelde davranışlarla ve eylemlerle kendini gösterdiğinden, eğer hayvan dinselliğe elverişli olsaydı bazı işaretlerle bundan haberdar olurduk. O hâlde hangi tarafta olduğumuza karar vermek zorundayız. Homo sapiens, yani akılla donatılan tek varlık, aynı zamanda varlığını akıl dışı şeylere bağlayabilen tek varlıktır.
Zekâ madde üzerinde mekanik olarak etkin olmak için vardır; o halde zekâ, şeyleri mekanik olarak tasavvur eder; evrensel mekanizmayı ilke olarak ileri sürer ve hareketin başladığı anda amaca ulaşmadan önce rastladığı her şeyi önceden kestirmesini sağlayan bir bilimi potansiyel olarak tasarlar
Kuramsal olarak yalnızca diğer insanlara karşı yükümlü olsak bile aslında kendimize karşı yükümlüyüz, çünkü toplumsal dayanışma ancak toplumsal bir ben her birimizin içindeki bireysel ben’e eklendiği andan itibaren vardır. Bu toplumsal ben’i işlemek topluma karşı ödevimizin temelidir. İçimizde topluma ait hiçbir şey yoksa, toplumun üzerimizde hiçbir gücü olamaz; ve topluma kadar gitmemiz de pek gerekli değildir, eğer onu kendi içimizde hazır olarak buluyorsak kendi kendimize yetiyoruz demektir. Toplumun varlığı insandan insana değişen etkinliktedir; ama hiçbirimiz ondan mutlak olarak ayrı olamayız. İnsan böyle bir şeyi istemeyecektir çünkü gücünün büyük bir kısmının toplumdan kaynaklandığını ve enerjisindeki bitmez gerilimi, çalışmasının verimli olmasını sağlayan çabasının hep aynı yönde oluşunu toplumsal yaşamın aralıksız süren isteklerine borçlu olduğunu hissetmektedir. Ama istese de toplumdan ayrı olamaz çünkü belleği ve imgelemi toplumun kattığı şeylerle yaşar, çünkü toplumun ruhu konuştuğu dilin içindedir ve hiç kimse orada olmasa da, kişi sadece düşünüyor olsa da, kendi kendine konuşuyordur yine de. Toplumun dışında bir birey tasarlamamız boşunadır.
Bir insan toplumunun ahlakı, aslında diliyle karşılaştırılabilir.
~İnsanlık kendi yarattığı gelişmelerin altında yarı ezilmiş bir şekilde inliyor.~
~Beyin, dikkatini yaşama verme organıdır.~
~Çevresinde bir sezgi saçağı taşıyan üretici zekaya sahip bir beden, doğanın yapabildiği en eksiksiz şeydir.~
~Bir zekâ, insanüstü bile olsa, nereye gidileceğini bilemez, çünkü eylem hareket halindeyken kendi yolunu yaratır, çok büyük oranda gerçekleşeceği koşulları yaratır ve böylece hesaba meydan okur.~
~Zamanında harekete geçirilmeleri koşuluyla, yeteri kadar gerilmiş istençlerin yıkamayacağı engel yoktur.~
~Savaşın kökeni bireysel veya kolektif mülkiyettir ve insanlık yapısıyla mülkiyete mahkum olduğuna göre, savaş doğaldır.~
~Kapalı toplum, insanların kalanına kayıtsız, her zaman saldırmaya ve savunmaya hazır olan ve sonuçta bir savaş davranışına zorunlu olan üyelerinin birbirlerine tutundukları bir toplumdur. ~
~( ) acımızı onun üzerinde fikir yürüterek sürekli uzatıyor ve çoğaltıyoruz.~
~İnsanlık yeniyi ancak o yeni eskinin devamıysa anlayabilmektedir.~
~Ama zekâ tehlikesiz değildir.~
~Toplum halinde yaşayan bütün varlıkların içinde, sadece insan, ortak iyilik söz konusu olduğunda, bencil saplantılara teslim olarak, toplumsal çizgiden sapabilir ( )~
~İnsan koştuğu zaman ayın kendisiyle birlikte koşuyor görünmesi gibi, çevresinin iyi veya kötü niyeti onu her zaman izler.~
~Bir toplum uygarlık yoluna girdiği zaman, basit bir refah artışı olasılığı kuşkusuz toplumun alışkanlıklarını alt etmeye yetecektir.~
~Felsefe yapmadan önce, yaşamak gerekir.~
~Oysa, ister yabanıllar, ister uygarlar söz konusu olsun, bir insanın düşündüğünün temeli bilinmek isteniyorsa, söylediği şeye değil de yaptığı şeye güvenilmesi gerekir.~
~Ama eğer ölüm en üst derecedeki rastlantıysa, insan yaşamı, ne kadar çok başka rastlantılara maruz kalıyor!~
~Deney istediği kadar bu yanlıştır ve muhakeme istediği kadar bu saçmadır desin, insanlık saçmalığa ve yanlışlığa gene de daha fazla sarılmaktan geri durmuyor.~
~Ancak, ilkin zeka özelliği taşıyıp daha sonra içgüdünün taklidine yönelen bir eylem insanda alışkanlık dediğimiz şeydir tam olarak.~
~Bir toplum ne kadar doğaya yakınsa, o toplumdaki rastlantının ve düzensizliğin payı o kadar çoktur.~
Ahlâkımızın önemli bir bölümünün, zorlayıcı özelliğinin son tahlilde toplumun birey üzerindeki baskısıyla açıklandığı ödevleri içermesine çok fazla sıkıntı çekilmeden uyum sağlanır, çünkü bu ödevler olağan bir şekilde uygulanır, çünkü bu ödevlerin açık ve kesin bir formülü vardır ve onları tamamen görünür olan bölümleriyle kavrarken ve köklerine kadar inerken, içinden çıktıkları toplumsal gereksinimi keşfetmek bizim için kolaydır. Ama ahlâkın kalan bölümünün belirli bir heyecan durumunu dile getirmesini, burada artık bir baskıya değil de bir çekime boyun eğilmesini çoklan kabul etmekte tereddüt ederler. Bu tereddütün nedeni, burada çoğu zaman benliğin derinliğindeki asıl heyecanın bulup çıkanlamamasıdır.
Metafizik ve ahlâk, biri zekâ terimleriyle, diğeri istenç terimleriyle aynı şeyi dile getirmektedir; ve dile getirilecek şey ortaya çıktığında her iki ifade de kabul edilir.
Eğer bir din yeni bir ahlâk getiriyorsa, bunu kabul ettirdiği metafizikle, Tanrı üzerine, evren üzerine, Tanrı ile evren arasındaki ilişki üzerine olan fikirleriyle dayattığı söylenir. Bu görüşe, bir dinin aksine ahlâkının yüksekliği ile ruhları kazandığı ve onları olayların belirli bir kavranışına doğru açtığı yanıtı verilmiştir.
Deha ürünü çoğu zaman, ifade edilemez zannedilen ve kendini ifade etmek isteyen, kendi türünde tek olan bir heyecandan doğar.
– ( ) Ancak zeki varlıklar hurafecidirler
– ( ) Eğer sadece başkasını gözlemlemekle yetinseydik, insandan kaçar hale gelmemiz kolay olmazdı!
Kendi zayıflıklarımızın farkına vararak insandan şikayet etme veya insanı küçümseme noktasına varırız.
Arkamızı döndüğümüz insanlık aslında kendi değerlerimizde bulduğumuz insanlıktır
Kendi zayıflıklarımızın farkına vararak insandan şikayet etme veya insanı küçümseme noktasına varırız.
Arkamızı döndüğümüz insanlık aslında kendi değerlerimizde bulduğumuz insanlıktır
Bu boyun eğme alışkanlıklarından her biri istencimiz üzerine baskı yapar. Bu baskıdan kurtulabiliriz ama hareketlendirilen bir sarkaç gibi bu baskıya doğru itiliriz ve ona geri döneriz. Düzen bozulmuştur belki bir şekilde, [ama] bu düzenin yeniden kurulması gerekir. Kısaca, her alışkanlıkta olduğu gibi kendimizi buna mecbur hissederiz.
Bu alışkanlıklardan bazıları emir verme alışkanlıkları olsa da çoğu, ister toplumun verdiği bir yetkiyi kullanarak emir veren bir kişiye boyun eğelim, ister belli belirsiz algılanan veya hissedilen toplumdan kaynaklanan anonim bir buyruk olsun boyun eğme alışkanlıklarıdır.
Böylelikle ilk bakışta toplumsal yaşam, toplumsal gereksinimlere yanıt veren, az çok güçlü bir biçimde kökleşmiş bir alışkanlıklar sistemi olarak görünür bizlere.
Ama bu istençler örgütlendiği andan itibaren bir organizmayı taklit ederler; ve az veya çok yapay olan bu organizmada alışkanlık, doğanın eserlerinde zorunluluğun oynadığı rolün aynısını oynar.
Diğer taraftan bu saptama bir karşılaştırmadan öteye gitmez, çünkü zorunlu yasalara tâbi olan bir organizma ile özgür istençlerden oluşan bir toplum birbirlerinden farklı şeylerdir.
Daha sonra bu şeyin toplum olduğunu söyleriz. Bu şey üzerinde düşünürken, onu, görünmez bağlarla birbirine bağlanan hücrelerinin çok ustalıklı bir hiyerarşik düzen içinde birbirine tâbi oldukları ve doğal olarak bütünün büyük iyiliği için parçanın feda edilmesini gerektirecek bir disipline boyun eğdikleri bir organizmaya benzetiriz.
Başka bir deyişle, ebeveynler ve öğretmenler sanki başkasının adına, vekâleten hareket ediyor gibidirler. Bu durumun tam olarak farkında olamayız ama ebeveynlerimizin ve öğretmenlerimizin gerisinde, onların aracılığıyla üstümüze abanan korkunç veya daha çok belirsiz bir şeyin varlığını keşfederiz.
O halde, bizim gözümüzde onların otoritesi, kendilerinden çok onların bize karşı olan konumlarından ileri gelmektedir. Belli bir yer işgal ediyorlar: İşte buyruk da buradan geliyor; ve eğer başka bir yerden gelmiş olsaydı bu kadar etkili olmazdı.
Kendi başımıza bırakılsaydık çocukluğumuz nasıl olurdu kim bilir!
Yasak meyve öyküsü insanlığın belleğinde olduğu gibi hepimizin belleğindeki en eski anıdır. Eğer bu anı hatırlamayı yeğlediğimiz diğer anılarla silinmemiş olsaydı bu durumun farkına varırdık.
Azizlerin niçin taklitleri vardır ve iyiliğin büyük insanları neden arkalarından yığınları sürüklemişlerdir? Hiçbir şey istemiyorlar ve buna rağmen elde ediyorlar. Çağırmak zorunda değillerdir; yalnızca varolurlar; varoluşları bir çağrıdır. Çünkü bu başka ahlâkın özelliği tam da budur. Doğal ödev baskı veya zorlamayken, tam ve mükemmel ahlâkta bir çağrı vardır.”
Bugün geldiğimiz bu noktada kendimizi hayvanla karşılaştırsaydık, utancımızın çok büyük olması gerekirdi! Çok büyük bir olasılıkla hayvan batıl itikadı bilmemektedir. Bizim dışımızdaki bilinçlerde olan şeyleri pek bilmiyoruz; ama dinsel durumlar genelde davranışlarla ve eylemlerle kendini gösterdiğinden, eğer hayvan dinselliğe elverişli olsaydı bazı işaretlerle bundan haberdar olurduk. O hâlde hangi tarafta olduğumuza karar vermek zorundayız. Homo sapiens, yani akılla donatılan tek varlık, aynı zamanda varlığını akıl dışı şeylere bağlayabilen tek varlıktır.
Dinlerin geçmişteki ve bazılarının bugünkü görünümü insan zekâsı açısından alçaltıcıdır. Bir yığın saçmalık! Deney istediği kadar bu yanlıştır ve muhakeme istediği kadar bu saçmadır desin, insanlık saçmalığa ve yanlışlığa yine de daha fazla sarılmaktan geri durmuyor. Keşke bu noktada kalsaydı! Ama dinin ahlâksızlığı emrettiği, suçları dayattığı da görülmüştür. Bir din ne kadar bayağıysa, bir halkın yaşamında maddi olarak o kadar çok yer işgal etmektedir. Din daha sonra bilimle, sanatla, felsefeyle paylaşacağı şeyi daha önceden sırf kendisi için istiyor ve elde ediyor. İnsanı zeki bir varlık olarak tanımlamakla işe başlandığı zaman bu işte şaşılacak çok şey var.
Kuramsal olarak yalnızca diğer insanlara karşı yükümlü olsak bile aslında kendimize karşı yükümlüyüz, çünkü toplumsal dayanışma ancak toplumsal bir ben her birimizin içindeki bireysel ben’e eklendiği andan itibaren vardır. Bu toplumsal ben’i işlemek topluma karşı ödevimizin temelidir. İçimizde topluma ait hiçbir şey yoksa, toplumun üzerimizde hiçbir gücü olamaz; ve topluma kadar gitmemiz de pek gerekli değildir, eğer onu kendi içimizde hazır olarak buluyorsak kendi kendimize yetiyoruz demektir. Toplumun varlığı insandan insana değişen etkinliktedir; ama hiçbirimiz ondan mutlak olarak ayrı olamayız. İnsan böyle bir şeyi istemeyecektir çünkü gücünün büyük bir kısmının toplumdan kaynaklandığını ve enerjisindeki bitmez gerilimi, çalışmasının verimli olmasını sağlayan çabasının hep aynı yönde oluşunu toplumsal yaşamın aralıksız süren isteklerine borçlu olduğunu hissetmektedir. Ama istese de toplumdan ayrı olamaz çünkü belleği ve imgelemi toplumun kattığı şeylerle yaşar, çünkü toplumun ruhu konuştuğu dilin içindedir ve hiç kimse orada olmasa da, kişi sadece düşünüyor olsa da, kendi kendine konuşuyordur yine de. Toplumun dışında bir birey tasarlamamız boşunadır.
Her birimiz kendine olduğu kadar topluma aittir. Kişinin bilinci, derinlemesine çalışırken, aşağıya indikçe kendinde gitgide daha özgün, diğerleriyle ölçülmez ve ayrıca ifade edilmez bir kişiliğin varlığını ortaya çıkarsa bile, kendi görünümümüz nedeniyle diğer kişilerle süreklilik içindeyizdir; bizler onlara benziyoruz ve onlarla bizim aramızda karşılıklı bir bağımlılık yaratan bir disiplinle onlara bağlıyız. Kendinin bu toplumsallaşmış parçasının içine yerleşme, kendi ben’imiz için sağlam bir şeye bağlanmanın tek yolu mudur? Başka bir şekilde kendimizi dürtüler, kaprisler ve pişmanlıklarla örtülü bir yaşamdan kurtaramıyorsak bu sorunun yanıtı evettir. Ama eğer aramayı biliyorsak, kendi derinliklerimizde, yüzeysel dengeden daha çok arzu edilebilir, başka bir tür denge keşfedeceğiz belki de.
Din şu veya bu tarzda yorumlansa da, ister öz olarak, ister rastlantısal olarak toplumsal olsa da, bir nokta kesindir, o da dinin her zaman toplumsal bir rol oynadığıdır. Diğer taraftan bu rol karmaşıktır; zamana ve yere göre değişmektedir; ama bizimki gibi toplumlarda, dinin ilk olarak toplumun isteklerini destekleme ve bunları güçlendirme etkisi vardır. Din daha da ileri gidebilir ama en azından bu noktaya kadar gitmektedir. Toplum masumlara zarar verecek, suçluları kurtaracak cezalar düzenler; ender olarak ödüllendirir; her şeye kabaca bakar ve çok az tatmin olur: Peki ödülleri ve cezaları gerektiği gibi tartacak insan terazisi nerede?
Alışkanlıklardan bazıları emir verme alışkanlıkları olsa da çoğu, ister toplumun verdiği bir yetkiyi kullanarak emir veren bir kişiye boyun eğelim, ister belli belirsiz algılanan veya hissedilen toplumdan kaynaklanan anonim bir buyruk olsun boyun eyme alışkanlıklarıdır. Bu boyun eyme alışkanlıklarından her biri istencimiz üzerine baskı yapar. Bu baskıdan kurtulabiliriz ama hareketlendirilen bir sarkaç gibi bu baskıya doğru itiliriz ve ona geri döneriz. Düzen bozulmuştur belki bir şekilde ama bu düzenin yeniden kurulması gerekir. Kısaca, her alışkanlıkta olduğu gibi kendimizi buna mecbur hissederiz.
Ebeveynler ve öğretmenler sanki başkasının adına, vekâleten hareket ediyor gibidirler. Bu durumun tam olarak farkında olamayız ama ebeveynlerimizin ve öğretmenlerimizin gerisinde, onların aracılığıyla üstümüze abanan korkunç veya daha çok belirsiz bir şeyin varlığını keşfederiz. Daha sonra bu şeyin toplum olduğunu söyleriz. Bu şey üzerinde düşünürken, onu, görünmez bağlarla birbirine bağlanan hücrelerinin çok ustalıklı bir hiyerarşik düzen içinde birbirine tâbi oldukları ve doğal olarak bütünün büyük iyiliği için parçanın feda edilmesini gerektirecek bir disipline boyun eğdikleri bir organizmaya benzetiriz. Diğer taraftan bu saptama bir karşılaştırmadan öteye gitmez, çünkü zorunlu yasalara tâbi olan bir organizma ile özgür istençlerden oluşan bir toplum birbirlerinden farklı şeylerdir. Ama bu istençler örgütlendiği andan itibaren bir organizmayı taklit ederler; ve az veya çok yapay olan bu organizmada alışkanlık, doğanın eserlerinde zorunluluğun oynadığı rolün aynısını oynar. Böylelikle ilk bakışta toplumsal yaşam, toplumsal gereksinimlere yanıt veren, az çok güçlü bir biçimde kökleşmiş bir alışkanlıklar sistemi olarak görünür bizlere.
Yasak elma öyküsü insanlığın belleğinde olduğu gibi hepimizin belleğindeki en eski anıdır. Eğer bu anı hatırlamayı yeğlediğimiz diğer anılarla silinmemiş olsaydı bu durumun farkına varırdık. Kendi başımıza bırakılsaydık çocukluğumuz nasıl olurdu kim bilir! Zevkten zevke koşardık. Ama işte, göremediğimiz ve dokunamadığımız bir engel bütün bu zevklerin önüne geçiyor: Bir yasaklama. Neden bu yasaklamaya boyun eğiyoruz? Böyle bir soru sormayız bile; ebeveynlerimizi ve öğretmenlerimizi dinleme alışkanlığı edinmişiz. Bununla birlikte, onları dinlememizin onları ebeveynimiz ve öğretmenlerimiz olmasından kaynaklandığını da hissediyoruz elbette. O hâlde, bizim gözümüzde onların otoritesi, kendilerinden çok onların bize karşı olan konumlarından ileri gelmektedir. Belli bir yer işgal ediyorlar: İşte buyruk da buradan geliyor; ve eğer başka bir yerden gelmiş olsaydı bu kadar etkili olmazdı.
Toplum masumlara zarar verecek, suçluları kurtaracak cezalar düzenler; ender olarak ödüllendirir; her şeye kabaca bakar ve çok azla tatmin olur: Peki, ödülleri ve cezaları gerektiği gibi tartacak insan terazisi nerede?
– (…) Ancak zeki varlıklar hurafecidirler
Kafamı kendi zevkime göre doldurmayı sağlayın, ben herkesin şapkasını giymeyi kabul edeceğim.
“Ancak zeki varlıklar hurafecidirler.”
Ah bir kaçabilseydim! Kimsenin beni tanımadığı benim de kimseyi tanımadığım bir köşede saklanabilseydim! Kendime bile tanımadığım bir köşede.
Ama eğer aramayı biliyorsak, kendi derinliklerimizde, yüzeysel dengeden daha çok arzu edilebilir, başka bir tür denge keşfedeceğiz belki de. Yüzeye çıkan su bitkileri akıntı nedeniyle sürekli sallanırlar; suyun üzerine çıkan yaprakları birbirlerine çapraz tutunarak bu bitkilerin yukarıda sabit durmalarını sağlarlar.
Her birimiz kendine olduğu kadar topluma aittir. Kişinin bilinci, derinlemesine çalışırken, aşağıya indikçe kendinde gitgide daha özgün, diğerleriyle ölçülmez ve ayrıca ifade edilmez bir kişiliğin varlığını ortaya çıkarsa bile, kendi görünümümüz nedeniyle diğer kişilerle süreklilik içindeyizdir; bizler onlara benziyoruz
O halde din bizim gözümüzde, toplum buyruğuyla doğa yasası arasında yer alan ve ortak bilincin alışkanlıklarıyla daralan mesafeyi kapatma işlevini tamamlar.
Din şu veya bu tarzda yorumlansa da, ister öz olarak, ister rastlantısal olarak toplumsal olsa da, bir nokta kesindir, o da dinin her zaman toplumsal bir rol oynadığıdır. Diğer taraftan bu rol karmaşıktır; zamana ve yere göre değişmektedir; ama bizimki gibi toplumlarda, dinin ilk olarak toplumun isteklerini destekleme ve bunları güçlendirme etkisi vardır. Din daha da ileri gidebilir ama en azından bu noktaya kadar gitmektedir. Toplum masumlara zarar verecek, suçluları kurtaracak cezalar düzenler; ender olarak ödüllendirir; her şeye kabaca bakar ve çok azla tatmin olur: Peki, ödülleri ve cezaları gerektiği gibi tartacak insan terazisi nerede?
Toplumun koyduğu ve düzeni sürdüren yasalar bazı yönlerden doğa yasalarına benzemektedirler. Filozofun gözünde farkın çok radikal olduğunu düşünüyorum. Filozof saptayan yasayla buyuran yasanın birbirinden farklı olduğunu söyler.
Sokakta yürüdüğümüz zaman hastalığı göremediğimiz gibi, insanlığın görünen yüzünün arkasında olabilecek ahlâksızlığı da hesaba katmayız. Eğer sadece başkasını gözlemlemekle yetinseydik, insandan kaçar hale gelmemiz kolay olmazdı. Kendi zayıflıklarımızın farkına vararak insandan şikâyet etme veya insanı küçümseme noktasına varırız. Arkamızı döndüğümüz insanlık aslında kendi derinliğimizde bulduğumuz insanlıktır. Kötülük o kadar iyi gizlenir ve giz herkesçe o kadar güçlü bir şekilde korunur ki her birimiz herkesin oyununa geliriz: Diğer insanları çok sert bir şekilde yargılıyormuş gibi yapsak bile, içimizden onların bizden daha iyi insanlar olduklarını düşünürüz. Toplumsal yaşamın büyük bir kısmı bu hayırlı yanılsamaya dayanır.
Ben yalnızca insanların hep birlikte bazı eylemleri övmelerinden ve diğerlerini kınamalarından söz etmiyorum. Değer yargılarında bulunan ahlâk kurallarına uyulmadığı yerde bile uyuluyormuş gibi kendimizi ayarladığımızı söylemek istiyorum.
İnsan toplumu bir özgür varlıklar bütünüdür. Toplumun dayattığı ve onun varlığını sürdürmesini sağlayan ödevler, ona, yaşamsal olguların katı düzeniyle sadece benzerliği olan bir düzenlilik getirir.