İçeriğe geç

Ahlâk-ı Alâ’î Kitap Alıntıları – Kınalızade Ali Efendi

Kınalızade Ali Efendi kitaplarından Ahlâk-ı Alâ’î kitap alıntıları sizlerle…

Ahlâk-ı Alâ’î Kitap Alıntıları

Bizim kudret ve irademizin etkili olmadığı dışsal varlıklardan bahseden birinci kısma teorik felsefe denir.
Bizim kudret ve irademizin müdahalesi sabit olan ve bunlar olmaksızın varlığı mümkün olmayan şeylerden bahseden ikinci kısma pratik felsefe denir.
Felsefe, şeyleri oldukları gibi bilmek ve nasıl iseler öyle yapmaktır.
Felsefe, insan nefsinde bilgi ve amelin meydana gelmesi ve insani nefsin bu iki açıdan yetkinlik sayılan mertebeye ulaşmasıdır.
Felsefe, dışarıdaki varlıkları insan gücünün elverdiği ölçüde, gerçekte oldukları gibi bilmektir.
Bütün insanların günler ve aylar boyu bir araya gelerek çabalasalar da eda edemeyecekleri kadar çok hamd, sena, şükür ve övgü ancak insan vücudunu ‘Biz insanı en güzel biçimde yarattık’ ayetinde belirtildiği şekilde yaratarak şereflendiren; onun istidadını ‘Biz onları yarattıklarımızın çoğundan üstün kıldık’ ayetinde ifade edildiği gibi eğiterek süsleyen; sınırsız kudret ve yüce hikmetiyle onun latif ruhunu maddi bedeni ile birleştiren; onu yaratma ve emir aleminde emanet yükünü taşıyabilecek bir kabiliyet ile mümtaz kılan ve kullarına nimet bahçeden Cenabı Hakk’a mahsustur.
Kullu’l-mesâibi kad temerru ‘ale’l-feta
Fe-tehevvenu ğayra şemâteti’l-a’dai
Mutluluk; hayatı olduğu gibi kabul etmek, ağır işlerine razı olmak ve bunların iyileştirilmesine çalışmaktadır.
İnsanlar yaratılış ve terbiye bakımından delidirler. Kazara öyle olsa da akıllı bulundukları zamanlar çok azdır.
Bazı kişiler, aşırı öfkeyi bahadırlık, erkeklik ve insani nefsin en yüksek meziyeti sayarlar. Fakat bu boş bir hayal ve geçersiz bir düşüncedir. Çünkü yiğitlik erdem iken, söz konusu huy rezilliklere sebep olduğu için erdemsizliktir.
Kişinin güzelliği dilini salmasında değil,tutmasındadır.
Evet uyanık olan gönül bilir
Kalpten kalbe bir yol vardır.
Maksat ve gayelerimizin hakikatini bilen Yüce Rabbımızdan yardım istiyoruz.
O, her şeye gücü yetendir.
Ahirette hükümdar ile uşak arasında fark yoktur. Orduları dünyaya hükmeden hükümdarlar, ilahî huzura tek başına gelirler.
devlet, adalet üzre daimdir.
Hoca Nasiruddin Ahlâk-ı Nâsıri adlı kitabını Eflatun’un nasihatleri ile bitirir. Fazıl Devrâni Ahlâk-ı Celâli’sinde buna Aristoteles’in vasiyetlerini de ilave etmiştir. Ben fakir buraya bazı tarikat şeyhlerinin vasiyet ve nasihatlerini de ekledim ve bu amber kitabını miskle tamamladım.
Herhangi bir kimse, Müslümanların işinden bir iş kendisine ulaşıp, kapısını kapayarak mazlumlar ve muhtaçlar onunla görüşemezlerse, Allah’a son derece muhtaç olduğu bir zamanda, rahmet kapısı onun yüzüne çarpılır, Cenab-ı Hakk’ın umumi rahmeti ve eksiksiz kereminden mahrum kalır.
Nakledildiğine göre, Emevî halifeleri kendilerinden adaletin yerine getirilmesini isteyen ve Hulefâ-i Râșidîn’i hatırlatanlara şöyle derlerdi:
Sen bana Ebû Zer ve Ebûd-Derdà gibi tabi ol, ben de sana Ebû Bekir ve Ömer gibi halife olayım.
Halk umumiyetle melik ve sultanları taklit eder ve ona uyar: İnsanlar meliklerinin dinleri üzerinde bulunurlar.
Hikâye olunduğuna göre, Velid bin Abdülmelik Mervan köşk ve saray, bağ ve bostan, imaret ve mescit yaptırmakta meşhurdu. Hatta Şam Beni Ümeyye Camisi onun tarafından yaptırılmıştır ki dördüncü kutsal ve mübarek mabet olarak kabul edilir.
Onun zamanında halk birbiri ile konuştuğu zaman:
Binan tamam oldu mu? Köşkün nasıldır? Benim sofa ve eyvânım (yazlığım) tamam oldu. Havuz ve bostanım harap oldu” gibi ve benzeri inşaatla alakalı sözler söylerlerdi.
Vefatından sonra yerine kardeşi Süleyman halife oldu. O da boğazına çok düşkündü. Onların zamanında halk birbiri ile karşılaşınca:
Bu akşam ne pişirdiniz? Biz falan yemeği pişirdik, son derece lezzetli ve güzeldi gibi yemeye ve içmeye bağlı sözler söylerlerdi.
Ondan sonra temiz insan Ömer b. Abdülaziz halife oldu. O, dünyanın geçici nimetlerinden uzak ve ebedî ahiret işlerini elde etmekle meşguldü. Onun zamanında halk birbiri ile buluştukları zaman:
Bu gece kaç rekât namaz kıldın? Bu ayın kaç günü oruç tuttun? Kur’an’dan ne kadar yer okudun? gibi ibadetten ve hayırlı işlerden bahsederlerdi.
Bazı kimselere Kardeş mi yeğdir, yoksa yâr mı? diye sordular. Yâr olan kardeş yeğdir. diye cevap verdiler.
Ruha yönel ve onun faziletlerini tamamla. Zira sen cisminle değil, ruhunla insansın.
Gece uykuya ve istirahate münasiptir. Çünkü aydınlık, uyumaya mânidir. Uyku ruh cevherinin, bedenin içine yönelmek suretiyle beden ruhtan tamamen ayrılmakla bütün kuvvetlerin çalışmaz hâle gelmesidir. Ziya ve aydınlık çok olunca, bedeni kuvvetlerin istirahati için ruh içeriye yönelemez, uyku hali meydana gelmez.
Çünkü ruh da nur alemindendir. Kendi cinsini (ışığı) görünce, bedenin karanlığına yönelemez. İnsan ruhunun dünya aydınlıklarına, kendi aleminden olduğu için meylettiği süt emmekte olan çocukta dahi görülür. Çocuk bir ışık görse o tarafa döner ve bakıp kalır. Bu itibarla karanlığın uykuya yardımcı olduğu anlaşılmış olmaktadır.
Bunlar azgın imparatorları Cengiz Han’la 617’de Muhammed Harzemşah üzerine yürüyüp Maveraünnehir ve Horasan vilayetlerini yerle bir ettiler ve halkının tamamını kılıçtan geçirdiler.
Bilginlerin beyanlarına göre bu iki şehir bin yıl onarılsa Cengiz istilasından önceki güzellik ve nizamına kavuşamayacak hale gelmiştir.
İbn Esir der ki:
Nuh tufanından sonra yeryüzünde, Cengiz’in tahrip ve katlinden daha büyük bir hadise meydana gelmemiş ve görülmemiştir.
Kimse yanında yatıp uyumamalı ve arkası üzerine yatmamalıdır. Hele horlama adeti olanlar bunu hiç yapmamalı. Zira sırtüstü yatmak horlamaya sebeptir. Zararları da vardır. Ahlakçılar:
Sırtüstü yatarken görülen rüya karışıktır, tabiri yoktur derler. Zira kan, balgam, safra ve sevda adı verilen iç unsurlar dimağa yorgunluk verir, hayale ve bunu kullanan güce zararı dokunur. Onların çalışması ile meydana gelen hadise doğru vuku bulmaz.
Evvela şuna dikkat edilmelidir: Çocuğun hangi ilim ve fenne istidadı varsa, hangisi ile durumu uygun düşüyorsa bu enine boyuna düşünülmeli ve uygun olan ilim ve fenle çocuk meşgul edilmelidir. Zira her fert doğuştan bir ilim ve fenne müsait ve onu öğrenmeye hazırdır. Bunda Cenab-ı Hakk’ın gizli sırrı ve deruni bir hikmeti vardır.
O da alemdeki nizam ve insanoğlundaki kıvamdır. Yukarıdaki söylediğimiz gibi her sanata ihtiyaç vardır ve takdir olunan zaman onlarsız olmaz.
Şayet herkes aynı istidat üzerine yaratılsa idi, mühim sanatlar ve çeşitli ilim ve fen yok olurdu. Herkes yüksek seviyedeki sanatlarla meşgul olsa idi, orta ve aşağı seviyedeki sanatlar meydana gelmez, alemin nizamı bozulur, geçim felce uğrar.
Bu itibarla ilahi hikmet öyle gerektirdi ki her yaradılış bir fenne münasip ve her istidat bir sanata uygun oldu. Bu, şanı yüce ve ulu olan Allah’ın takdiridir.
İnsan istidadı olan sanatla meşgul olunca, az zamanda ve fazla gayret göstermeden netice elde eder.
Ama istidadı olmayan şeyi isteyince, zamanını zayi etmiş ve istidadını boşa harcamış olacağından, sonunda ya netice elde edemez ya da çok zamanda az şey elde etme durumu ortaya çıkar.
İnsan tabiatı huy hırsızıdır. Bilhassa sabilik ve küçüklük çağında bu daha ileridir.
Meşhur bir hadiste buyurulmuştur ki; kıyamet gününde güneş bir mil kadar yüksekte bulunup halk ter içinde boğulduğunda, yedi taife (bölük) Arş Âlâ’nın gölgesinde asude olur:

1) Adil hükümdar,
2) İbadet üzere büyüyen genç,
3) Aklı mescitte olan ve mescitten çıktıktan sonra geri girmeyince rahat etmeyen kimse,
4) Sağ eli ile verdiği sadakayı sol eli duymayan kimse,
5) Kadın kendisini günaha çağırdığı zaman Ben Allah’tan korkarım. diyen kimse,
6) Ahiret kardeşini ziyaret edip Allah için kardeşlikten başka maksadı olmayan kimse,
7) Tenha bir yerde Allah’ı zikreden ve başı gözünden giden kimsedir.

Ahlâk, milletlerin geleceğinin en büyük garantisidir. Manevi değerlerine ters düşmüş ve ahlâktan yoksun milletlerin ayakta duramadığını, tarih ilmi tekraren ispat etmiştir.
İhlas; amellerin hülasası, hâllerin özü, saadetin sermayesi, isteklerin ziynetidir, süsüdür. İhlasla yapılan az amel, ihlassız yapılan çok amelden Allah Teala katında çok çok üstündür.

Zeynüddin Hafi Vasâyây-ı Kudsîyye’sinde zikreder: Medine-i Müneverede bazı temiz kişilerle toplanmıştık. Biri bana Bin yıl ömrün olsa neye sarf ederdin?” diye sordu. Cevap verdim: Bu kadar yıl namaza, bu kadar yıl oruca ve bunun gibi ibadetlere sarf ederdim. O ise şöyle dedi: Benim bin yıl ömrüm olsa dokuz yüz doksan dokuz yıl ihlas tahsil eder, bir yıl ihlaslı ibadet ederdim.” Şeyh Zeynüddin bu sözü çok güzel buldu ve dedi ki: Din kapısında doğru bakış, açık hakikat budur!

Bu fakir gibi ayıp ve masiyet deryasında boğulmakta olanların halas bulması ihtimali var mıdır? Necat bulması düşünülebilir mi? Dışı noksan, içi eksiklerle dolu Sözü işine uymaz, dışı içine uygun düşmemekle isyan üzere isyandadır. Billâhi’l-azîm nehyettiğim günahların çoğunluğu bende vardır ve ben bu söylediklerimin asla ehli olmadığımı itiraf ediyorum. Lakin şayet Hak Teâlâ ilahi affına mazhar kılarak yazdıklarımdan bana ve başkalarına bir fayda sağlar ve günahlarımızın,
isyanlarımızın bazılarından kurtulursak ne saadet! Durumum bundan ibarettir.
Arapların cömertlerinden biri de Mîan-i Şeyh-Bâni’dir.
Bir gün bahçesinde su kenarında oturuyor ve geçip gitmekte olan ömrünü düşünüyordu. Bir türlü bahşişe imkân bulamayan bir şair bir kâğıda şu şiiri yazarak suyun üzerine bıraktı:
Ey Mian’ın keremi! Benim hacetimi Mian’a dile getir. Zira senden başka halimi Mian’a haberdar edici kimse yoktur!
Akarsu kağıdı alıp Mian’ın önüne doğru sürükledi. Mian’ın gözü ona ilişti. Alıp okuyunca yazanı çağırıp bahşişte bulundu. Sonra yaygının altına yerleştirdi. Ertesi gün tekrar çıkarıp okudu. Şairi tekrar çağırıp yüz bin akçe verdi. Şair bunu da alınca bunun elinden geri alınmasından korkarak kaçtı, kayboldu. Ertesi gün Mian tekrar çıkarıp şiiri okudu ve yüz bin akçe verdi. Lakin aradılar, şairi bulamadılar. Mian şöyle söylendi: Havsalasının havfı vücudumuzun feyzine elverişli değilmiş! Yoksa benim himmetime; hazinemde bir dirhem ve bir dinar kalmayıncaya kadar o şaire vermek farz olmuştu.
Rivayet olunur ki bir kimse Ömer b. Abdülaziz Hazretleri’ne kaderin sırrına dair sorunca şöyle buyurdu:
Muhakkak ki Allah Teâlâ sizden kaza ve kadere dair bir şey isteyecek değildir. Ama emrettiği ve yasak ettiği şeylere (uyup uymadığınızdan) soracaktır.
O’nun birliğine Lâ Raybe (şüphesizlik) sayfası hüccettir.
Beni zem itmeden hasûde ne sûd
Kendinin zişt hûyı zâhir olur.
Zem olundukça neșrolur hünerim
Ezseler müşki bûyi zâhir olur.
Bir kimseye beddua etmek aklen çirkin, dinen yasaklanmıştır. O kimse zalim olsa bile beddua etmemek gerek. Zira beddua etmekle mazlum da ona zulmetmiş olur veya onun seviyesinde olur. Ahirete sevabı kalmaz. Yahut da beddua eden, zulüm noktasında çok daha ileri gider ve kazandığı sevaplarından da mahrum kalır. Bu manada hadis-i şerif varit olmuştur. Rasulullah (s.a.v) Hz. Aişe’yi zalime bedduadan menetmişlerdir. Eğer bir insan zalimden intikam almak isterse, söz ve fiille lalettayin taarruz etmeyip Hak olan Hakim’e ve Kahhâr-ı Mutlak’a havale etsin. Birazcık sabredip beklesin. Zulme uğrayan intikam duygularını terk edip zalimi zamana bıraksın. Zira zamana hâkim olan yüce Allah zamanla zalimin cezasını verir.

Büyüklerden bazıları demişlerdir ki: Mazlumun duası umumiyetle tehir olunur. Kutsi bir hadiste şöyle buyurulur: İzzet ve celalin hikmeti budur ki beşerin tabiatında var olan bir husustur: Kişi zulme uğrayınca çok kere muzdarip olur. Fiille, sözle intikam almaya kalkışır. Aczini anlayınca Cenab-ı Hakk’a havale eder. Havalede tehir olduğu için icabette de tehir görür. Eğer o işte kesinlikle intikama yönelerek Cenâb-ı Hakk’a havale edip kalbini teslim etseydi, icabete o anda vasıl ve mazlumun muradı tehirsiz hasıl olurdu.

Lisan yırtıcı bir kuşa benzer, onu salıverip başıboş bırakan kişiyi parçalar. Yalan söz, vahşi kuşun pençeleri gibi yaralayıcıdır.
İnsan bünyesi, hem soyut hem maddi bir boyut taşıması, hem baki bir cevher hem de fani bir unsur ihtiva etmesi itibarıyla harika bir tılsım ve kapsamlı bir berzah hâline gelmiştir. (Mesnevî)
Sokrat’a sorarlar: Niçin daima güler yüzlüsün, neşeli olursun ve vakitlerin sevinç içinde geçer? Gam keder niçin sana musallat olmaz? Filozof şöyle cevap verir: Ben hiçbir şeye gönlümü bağlamam ki kaybından üzüntü duyayım! Hiçbir dünya metasını hırsla istemem ki kavuşamadığım için elem ve mihnet girdabında kalayım!
Bir topluluk bir mecliste otururken bir kimse bir deste gül getirip takdim eder, herkes bir miktar kokladıktan sonra başkasına verir. Herkes bu hal üzere devam eder ve gül elden ele gezinirken sıra birisine gelir. O, güle karşı çok istekli davranır ve kendinin olmasını ister. Gülün sahibi bu kişinin elinden alıp. yanındakine vermeye teşebbüs edince bu şahsı garip bir hüzün sarar. Ve şöyle der: Bir miktar elimde tuttuğum desteyi niçin elimden alıyorsunuz? Sonra da elinden gül destesini almaya yeltenen kişiye aşağılık sözler söyler, kızar, ağzını bozar. Bu şahsın bu tutumu, arkadaşlarına nasıl müstehcen ve çirkin gelirse, fâni dünyanın payidar olmayan ve aslında bir emanet olan sebepler, kazançlar kişinin elinden alınıp başkasına verilince eleme gark olup huzursuz olan kimsenin tutumu da çirkindir, emanete hıyanettir. Çünkü iyice düşünülürse anlaşılır ki bu emanetlerin elden ele geçişi, birinin verip diğerinin almasını hikmete ve âlemin nizamına uygundur. Zira bunsuz nevin bekası, neslin devamı, âlemin ve âdemoğlunun huzuru, salahı mümkün olamaz.
Bilgi cevherini al yanında götür
Altın ve gümüş başkasının olsun
Bugün azaların sağlam, kuvvetin yerinde, fırsat var iken güzel amelleri işle! Ruh kuşu beden kafesinden uçar, kalıp kalpten ayrılır, zaman tez geçer, fırsat elden gider. Fırsatı kaybetmiş olanlar o vakit pişman olurlar. Bu günü kâr bil ki zaman çok değildir. Ertesi gün zaman uzun, kâr yoktur.
Çok yemek anlayış ve aklı giderir. Ayrıca çok yemek pek çok beden hastalıklarının da sebebidir. Tıp kitaplarında yazar: Mide her derdin başıdır. Uzuvlara hastalık oradan ulaşır. Perhiz etmek ise her dermanın başıdır. Hastalıklara şifa ondan geçer. Şer-i mübini şiar edinmiş hekimler demişlerdir: Tıp ilminin bütün meselelerini ve faydalarını şu üç kelime içine alır: Yiyiniz, içiniz ama israf etmeyiniz. (A’raf, 31) ( )

İmam Şafiî Hazretleri’nden rivayet edilir:

Her kim ne girse cûfuna ol oldu himmeti
Her ne çıkarsa cûfundan ol ola kıymeti

(Kimin himmet ve gayreti midesine giren şeye aitse, kıymeti de karnından çıkan kadar olur.)

İnsan düşünmeli ki öncesi mutlak yokluktur. Yokluktan daha aşağı derecede hiçbir şeyin olmadığı akılca bilinen bir şeydir. Bundan sonrası da pis bir nutfedir. Pisliğinden habersiz ve bir isimle kişi olarak anılmaya bu sırada layık değildir. Daha sonra kendisine insan bünyesi ve ruh verilince, yine de zaruri ihtiyaçlarını karşılamak için başkalarına muhtaç durumdadır. Gelişip büyüdükten sonra, hayatın içine girince ne yapsa, yaşamada ve kazanmada tek başına kalamadığını görür. Her şeye sahip olsa da çok az bazı şeylere sahip olmasa mihnet ve elem çekmesi, hatta ölümün kucağında feryat etmesi normaldir. Bir muradına vasıl olsa nicesine vasıl değil, bazı emeller hasıl olsa çoğu hasıl değil. Her gün vücudundan necaset ihracına mecbur, vücudunda fazlalık olan tırnak gibi şeyleri uzadıkça kesip gözetmezse şekilce hayvan gibi olur. İşin sonunda, ömrünün bitiminde ölüm acısına esir, yokluk mihnetine müptela ve binbir zahmetle besledigi bedeninden ayrılmak zorunda. Dost ve ahbapları ölumünün görünüşünden ürküntü duyuyor, haşereler ise toprağa konmuş çok sevdiği vücudundan yiyor. Bu tablo insanın dünyevi halidir. Bir de insanın uhrevi durumu vardır ki bu şer’i mübinde beyan edilmiştir. Dünyada sahih itikat ve salih amel işleyerek ahirette hesabı, kitabı, şiddet ve azabı düşünen kişiler, elbette bu korkudan, bu nevi kederden uzaktadırlar. Ömürleri boyunca bir kere bile aklen ve dinen yasak olan şaşırtıcı sevinçleri, aldatıcı aşağılayıcı neşeleri kalplerine almayanlar, kişiliklerini tanıyıp yaratan önünde titreyenler, nasıl olur da çevresindekileri incitip üzerler? Ucub, gurur ve kibrin çirkin görüntüsünü kalbinin derinliklerine bir ok gibi sokup da kendilerini nasıl sonu gelmeyen acılara terk ederler? Ki onlar kendilerine bir bela geldiği zaman Biz (dünyada) Allah’ın (teslim olmuş) kullarıyız ve biz (ahirette de) ancak ona dönücüleriz. diyenlerdir.” (Bakara, 156)
Nesebden ucb eden gâyet gabîdir.
Tutalım ânı kim nesl-i Nebîdir.
Eğer da’vâsın isbât eylemezse
Neseb bâbında halkın ekzebidir.
Eğer da’vâsın isbât ederse
Ânındur fazl ve kendu ecnebîdir.
Yunan filozoflarının büyüklerinden bazıları derler ki: Fırtınalı bir rüzgâr, gürleyen bir şimşek ile deryaların arasından ve büyük ağaçlarla sair helak edici şeyler arasından dönenlere selamet ihtimalini verir, necat ümidini tutarim. Zira bunun kurtulması için kendisine tedbir ve ilaç uygulamak kolay olur. Lakin tutuşmuş bir gazapla hışmın şerli kıvılcımı ile dopdolu olan insanın selametine ihtimal vermem, necatına ümit beslemem. Zira gazap ateşiyle tutuşmuş insanın alevini teskin etmek mümkün değildir.

Çaresizlere derman veren, deryada dalgalar arasında mihnet ve bela dalgalarını aşmak isteyenleri selamet sahiline ulaştıran, güven içinde olacağı bir kenara ulaşmasına yardımcı olan, kerim olan lütuf sahibi Hazreti Allah’tır. Ama şeytanın yolundan yürüyerek gazabın şerli kıvılcımıyla tutuşan, ateşiyle yanan kişi Allah Teâlâ’nın lütuflarından uzaktır.

Gazabın sebebi, nefsin elem duyduğu kimseden intikam almaya kastetmesidir. Bu istek nefiste belirince bedene de geçer ve gazap huyuna ait bir hararet galeyana gelir. Bu dalgalanmadan buhar ve karartıcı bir duman yükselir. Dimağı ve cereyan etmekte olan damarları bir perde kaplar. Bunun doğurduğu karanlıktan aklın nuru kapanır, parıldayışı ve sıhhatli bir şekilde işleyişi durur. Akıl aynası kirlenir, kuvvet-i nazariyyenin doğuracağı fiiller zayıflaşır. Hekimler insanın bu halini şuna benzetirler: Karanlık ve uzun bir mağara, büyük bir ateş, her tarafı dolduran bir dumanla dopdolu. Bu hâldeki ateşin alevlerini söndürmek gayet zordur. İfrat derecede gazaplanmış bir insanı öğütle, tatlı sözle, nasihatle durdurmaya çalışmak, mağaradaki ateşe bir yerden biraz su alıp söndürmeye çalışmak gibidir. Ki azıcık su, yükselen ateşin alevlerini belki biraz daha yükseltir.
Cehl-i mürekkeb ne demektir? Bir şeyi bilmeyip ama bilmediğini bilmeyerek onu biliyorum zannetmektir. Burada iki tane cehl=bilmemek” vardır. Biri bilmemek, diğeri de bilmediğini bilmemektir. Bundan dolayı buna cehl-i mürekkeb denmiştir. Bir insan ki bilmiyor, bilmediğini de bilmiyor. Bu sürekli olarak cahil kalmaya mahkumdur. Nitekim bazı vücut hastalıkları -ki vücutta müstahkem yer tutmuş ve müzminleşmiş tir- doktorlar bunları tedavi etmekten acizdirler. Gidermek için hangi çareye başvuracaklarını şaşırırlar. Ruh doktorları da bu güç derdin, bu müzminleşmiş hastalığın (cehl-i mürekkeb) ilacında acze düşmüşler ve saşırıp kalmışlardır. Çünkü nefis kendisinin cahilliğine ihtimal vermeyip alim olduğuna inanırsa, ilim öğrenmek ve cehaletten uzaklaşmak için çalışması mümkün müdür? Bu ruhi hastalıklar hasta olan fakat hasta olduğunu itiraf etmeyen bir insan ilim yoluna nasıl girer? Cehli giderme çabasıyla nasıl yorulur?
İbadet Halis niyetle iyidir
Yoksa içsiz posttan ne olur
Boş sözün sınırı söylemediğinde hal ve mal bakımından zarar görmeyeceğin ve suçlu olmayacağın sözdür.
Konuşmak ham gümüşse susmak saf altındır
Kalpler iyilik edeni sevecek ve kötülük edenden nefret edecek şekilde yaratılmıştır.
Evet uyanık olan gönül bilir
Kalpten kalbe bir yol vardır.
Ey gönül Sübhan ile bir an dost olmadın
Boş işten dolayı pişman olmadın

Kadı fakih müftü ve efendi
Hepsi oldun ama Müslüman olmadın

Acının sebebi kötü mizacın aynısıdır.
İmam Razi
Kişinin bir şeyi bilmediği gibi bilmediğini de bilmeyip onu bildiğini sanmasıdır.
Öfkenin sebebi nefsin acı çektiği kimseden intikam almaya yönelmesidir .
Sanata güç yetirme kavramı Farsçada ‘danisten’ ve Türkçede ‘bilmek’ kelimesi ile ifade edilir. Mesela, yazmaya güç yetirme iddiasını anlatmak isteyen kimse Farsçada ‘danem nevisten’, Türkçede ‘yazabilirim’ der. Bunun sebebi, insanın bütün yetkinlik ve sanatlara olan kudretinin özetle bilgiye ait olmasıdır.
Her hünerin başı ilimdir. İlim olmasaydı insan şerefini sürdüremezdi. Bu ziynetle süslenmeyen, bu şerefi kabule kendini hazırlamayan insan, vahşi hayvanlar safında sayılır. Belki bunlardan makamca daha aşağı mertebededir. Buna delil şudur: İlim meclisi kurulup bilginler yazar, anlatır ve beyan eder, fazıllar hakikate ulaşmak, ulaştırmak için delil ve bürhanlarını ileriye sürerler. Hasılı, her biri kalpleri dirilten faydalı hazinelerin bilgi nevilerini, hatıra gelmiş gizli, parlak düşüncelerini konuşma meydanına atarlar, meramını anlatırlar. Bu ilim ve hikmet meclisinde alim ve fazılların sesleri, sedaları gök kubbeye ulaşsa bile, hatalar içinde yüzen cahil, tıpkı konuşma ve fikir beyan etme özelliğinden mahrum olan hayvanlar gibi, düşünme ve beyan etme özelliğinden mahrum kalır. O halde cahiller arasında dönüp dolaşan laflar, hayvanların bağırmalarına benzer. Bunlara insan demek, duvara resmedilmiş veya taştan, tunçtan yontulmuş bir şekle insan demek kabilindendir. Hakiki insanlık bunlardan uzak, böyleleri için insan deyimi ise mecazdan sayılmıştır. Kaldı ki hayvanlar fıtraten sahip olduğu kabiliyetlerini Allah Teâlâ’nın ilhamı sebebiyle hayatlarını kazanmakta kullanırlar ve tembellik yapmazlar. Cahil insan ise aksine kabiliyetlerini kaybetmiş olup sahip olduğu kuvvet ve aletleri kullanmakta aklın işaretinden ve maslahat caddesinden dönmüştür. Şahikaların zirvesi olan Biz, hakikat, insanı en güzel biçimde yarattık. (Tin, 4) sırrından yuvarlanıp iradesini kötüye kullanmak sebebiyle Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik (Tin, 5) hitabına inmiştir.

Aristoteles der ki: Körle gören bir insan karanlık bir çukura düşseler, görmeyenin hâli gören yanında özürlü olabilir. Fakat görenin de görmeyene göre mazur sayılması ne kadar uzak bir mertebedir?

( ) O halde ey insan! Kabiliyetini ilim ve hikmetle değerlendir. Tabiatını ilim ve marifet cilası ile süsle. Böyle yaparsan ne mutlu, tekrar ne mutlu sana! Henüz yer, zaman, kuvvet ve aletler müsait iken, ilim ve kemale doğru hareketle cehalet çukurundan, dalalet girdabından kurtulmak için varını yoğunu seferber et. Böylece cehalet deryasından selamet sahiline ulaşır, sapıklık girdabından helake sürüklenmekten kurtulursun.

İnsan nefsi iyi davranışları yapmakla süslenir, kötü davranışlardan kaçınmakla temizlenir.
Din temel, kral bekçidir. Temeli olmayan bina yıkılır, bekçisi olmayan şey kaybolur.
Şeriat bahçesi eğer dini himaye eden sultanın kılıç ırmağı ve ok yağmuru ile taze kalmazsa din düşmanlarının felaket ateşi ve kâfir hücumlarının sam yeli yüzünden yapraksız ve cıvıltısız kalmaya mahkûmdur. Saadetli padişahın devlet sarayından adalet ve siyaset güneşi parlamaz ve amber kokulu muhafaza meltemi esmezse din bahçesinde arif gönüllerinin gülü tomurcuklanmaz.
Canın en iyi cevher olduğunu bil
Bu dünyadan değil de öte dünyadan

Beden ona uygun bir giysidir
Giyse de yakışır ona çıkarsa da

Kendi bedenini canla değerli bil
Zira giysi bedenle değer bulur.

Kime karîn olur âdem nigâh kıl o karîne
Dilersen âdemin ahvâline delîl ve karîne.
Kişi çocukluğunda hikmet kanunları üzere büyütülmüş, ahlâkı güzelleştirilmişse, ona ne mutlu! Böyleleri ebedî saadetin temelleri olan güzel ahlâkı elde etmeye ve fazilet kollarına süluk etmeye kalben en yakın kişilerdir. Eğer çocuklukta fazilet üzerine sağlam bir temel atılmış değilse, yine ümitsizliğe düşmeyip gayret meydanına atılmak, fazilet için gerekli tedbiri almak gerekir. Bu sahada ihmalin yeri yoktur, ihmal ebedî izdırabı doğurur. Kişiyi isyandan isyana sürükler. Böyle kişilerin ahlâk-ı hâmideyi elde etmek için acele davranması lazımdır. Zira eğer hemen ele alınmazsa sonraları tedbirler zorlaşır, ilaçlar tesirlerini kaybederler. Sonra kendisini fazilete olan hasretinden parça parça etse de fayda vermez. Fırsat geçince kâr vakti elden çıkar.
Allah’ın emrine tazim ve Allah’ın yarattığına şefkat.
Nice kimse malsız kalınca olgunluğunu kaybeder. Nice kimse fakirlik mihneti ile küfür nikbetine yuvarlanır. Malı iyi bir yolla kazanıp toplamak zordur. Helale sarf edip kanaat dairesinde hareket etmek nadirdir. Belki pek zordur. Zira helal yürüyorsa, haram sel gibi akıyor. O hâl malı sarf etmekte salavat memduh, israf ise mezmûmdur. Hakikatte sahî (cömert) o kimsedir ki, malı harcamaktan gayesi kendisini buhl (cimrilik)den kurtarıp cömertliği kazanmak olup, dünyevi bir maksat ve çirkin bir istekle bağlı olmamalı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir