İçeriğe geç

Ah Biz Ödlek Aydınlar Kitap Alıntıları – Aziz Nesin

Aziz Nesin kitaplarından Ah Biz Ödlek Aydınlar kitap alıntıları sizlerle…

Ah Biz Ödlek Aydınlar Kitap Alıntıları

Kırk yılda bir zam olursa elbet kıyamet kopar, her kırk saatte bir kopan kıyamete bile insan alışır.
Atatürkçülük bir din, yozca bir inanç olmamalıdır. Atatürkçülük bu ülkede, yalnız bir sınıfın değil, tüm halkımızın kalkınmasını sağlar da ondan Atatürkçülük ilkelerini savunuyoruz. Bu kalkınmanın birbirine koşut iki yolu vardır: Üretim ve öğretim Ama heykel değil
Ölümün bana en gülünçlü gelen yanı, öteki dünyada yaşayacağımız tasarısıdır. O olmayan öteki dünyayı varsayarsak ve öteki dünyada yaşayacaksak, bizden önce oraya gidenlerle karşılaşıp buluşmamız çok gülünç olacaktır. Çünkü, ölüler yaşlanmadıklarından – anılarımızdaki gibi kaldıklarından- yaşıtım hatta yaşları benden büyük olan pekçok arkadaşım, dostum öteki dünyada bana ağabey demek zorunda kalacak. Düşünebiliyor musunuz, Orhan Veli’den daha şimdiden otuzdört yaş, Orhan Kemal’den ondört yaş büyüğüm. Benden dokuz yıl önce doğmuş olan Sait Faik’ten otuz yaş büyük oldum daha şimdiden. Kemal Tahir benden beş yaş büyüktü, şimdi ben ondan da oniki yaş büyük oldum. Benden ondört yaş büyük olan Nâzım Hikmet’in öteki dünyada, bugün bile kendisinden on yaş büyük olduğum için bana, Aziz Ağabey dediğini düşünsenize Hem niçin salt bizimkiler? Moliere’ler, O. Henry’ler, daha kimler bana öteki dünyada, Aziz Ağabey neyse de, Aziz Amca derlerse ne olacak?
Öyle bir araba düşününüz ki, heryeri ve heryanı fren… O arabadan frenden başka bir şey yok. … Böyle bir araba yürümez.
Düşünmek için durmak, durağan olmak, yavaşlık gerekir. İnsan koşarken, hız ve hızlı devini içindeyken düşünemez yada iyi ve yoğun düşünemez.
Gelelim yazarın durumuna: Yangın yerlerinde, deprem yerlerinde, ören yıkıntılarında, hani yıkılmış duvarlar olur. Bir bakarsınız, birbirinin üze·rine yığılmış taşların arasın dan, çocukluğumuzda «Anasına babasına pay veren» dedi ğimiz o olağanüstü çiçek çıkıvermiş. O ne güzel renklerdir, güzel ve değişik .. . O ne güzel biçimdir öyle! Bu çiçek bir mucizedir. Çünkü, sıkışık taş yığınları arasından, yani bir çiçeğe hiç uygun olmayan bir ortamda kendiliğinden yetişi verir. Ne kimse ekmiş, ne kimse dikmiştir Ne beslenece . ği yeterli toprak, ne gübre vardır, ne de zavallıyı bir sulayan Kupkuru ve sıkışık taşların arasından o olağanüs tü boynunu güneşe doğru uzatıvermiştir. Bu yoksunluklar yetmezmiş gibi, zavallıyı çoluk çocuk koparır, taşla ezer ler, tekerlekler çiğner. Ama o inatla güzel çiçeğini verir. Kimileyin kökünden söküp atarlar biyana Dört bir yana tohumlarını saçar, bir de bakarsınız, taşlar arasından çıkıp güzelliğini sunmuş insanlara
Ders almayacaksam, yanlışımı anlamayacaksam, daha güzelini yapmak ve yaşamak istemeyeceksem ben o geçmişi niçin yaşadım?
Sartre//
İnsanların yalınayak dolaştığı bir ülkede yazarın görevi roman yazmak değil, ayakkabı yapmaktır.
Kırk yılda bir zam olursa elbet kıyamet kopar, her kırk saatte bir kopan kıyamete bile insan alışır.
Birbirlerini tanımayan insanlar ancak düşman olur. Dost olabilmeleri için birbirlerini tanımaları gerekir.
İnsan baktığı her şeyi görmez; görmeye önceden hazırlıklı olduğu, yani görmek istediği şeyi görür. Aynı şeye bakıp başka başka şeyler görmemizin nedeni de budur.
Ama hiçbirimiz kitaplıkları dolduran kitaplar kadar bilgi taşımıyoruz. Tıklım tıklım bilgiyle dolu o kitaplar raflarda kaldıkça ne işe yarar? Bizler tozlu raflarda kalmış kitap cansızlığında yaratıklar değilsek, bildiklerimizi yaşama aktarmalıyız. Aydın yalnız bilen değil bildiğini yapabilen kişidir.
Bugünün bunalım nedenlerinden biri de, tıpkı bir depremi önceden sezişteki tedirginlikten geliyor. Gençlik, kendi yaşam güvenliği için, sağlam bir dünya istiyor. Oysa bir ayağı bugünün çıkarcı bencilliğine, öbür ayağı geleceğin tedirginliğine dayalıyken, gençlik nasıl güvenli olabilir!
Okumak isteyip de bitürlü okumaya zaman ve fırsat bulamadığım kitaplarıma bakıp, “Ah, ya bunları okuyamadan ölürsem ” diye kendi kendime yazıklanıp duruyorum.
Ve bütün tarih bize gösteriyor ki, bir toplum bağlı olduğu bir kutsal kavramın özünü yitirdikçe, o kavramın biçimine daha çok sarılmıştır.
Pişman olmamak, yaşamdan ders almamak, boşuna yaşamak demektir. Ders almayacaksam, yanlışımı anlamayacaksam, daha güzelini yapmak ve yaşamak istemeyeceksem ben o geçmişi niçin yaşadım?
ı – Önce, her bakımdan – yani ekonomik ve sosyal ­ ve tam anlamıyla «Ulusal bağımsızlık» .
2 – Kurduğu partinin progTamına koyduğu «Halkçı­ lık, halkçılık için Devletçilik, bu ikisinin sürekli olması için Devrimcilik, bunların engellerini kaldırmak için Laiklik, . Ulusçuluk ve Cumhuriyetçilik
Kemal Tahir’in evine gittim. Hey gidi Bunlar ince ince yazılacak. Kemal, kanser ameliyatı olmuş, ciğerinin birini aldırmış, hastaneden yeni çıkmıştı. Hele o Semiha Allah allah, ne yiğit bir kadındı. .. Kemal’le pekçok konu­ da anlaşamazdık. Ama can dostuyduk, birbirimize sonsuz güvenirdik.
Örneğin yayımlamak­ta olduğum «Baştan» adlı bir dergide basılmış olan ressam .Kemal Sönmezler’in yaptığı, kucağında çocuğunu taşıyan bir kadın resminde, kadının dudağı «3» sayısına benzetil­ diği için Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanmıştım 14.duruşmada, resimdeki kadının dudağının üçe benzetilmesinin neden suç sayıldığını öğrenebilmiştim. – Yargıç, İsmail Hakkı Ketenoğlu’ydu – Resimdeki kadın Üçüncü sayısına
benzetilmesi, Enternasyo­ dudağının üç nal’i andırdığı iddia ediliyordu.
Bir bakıma çok küçük, bir bakıma da çok büyük olan bu yeryüzünün neresine giderseniz gidiniz, Türkiye deyince, Türkiye’yi bilen hemen herkes şu üç adı da bilir: Nasrettin Hoca, Mustafa Kemal Atatürk, Nâzım Hikmet.
Mustafa Kemal, ‘Ey Türk Gençliği’, diye seslenerek Türkiye Cumhuriyet ve Devrimini Türk gençlerine, Türk gençliğine emanet etti. Mustafa Kemal Türk gençleri dedi, Türk ihtiyarları demedi.
Onlar, ısıramadıkları eli yalayan yaratıklardır.
İki otuzbeşlik, her zaman bir yetmişlikten daha güçlüdür, ölüme çok daha uzaktır.
Silahlar sussun, yumruklar çözülsün diye gülmeceler
yazarak dünyayı güldürmek istiyorum. Gülmek, bizim gibileri yaşama bağlayan bağdır.
Kendi kitaplarımı kıskanıyorum;
onlar, benim gidemediğim yerlere bile gidebiliyorlar.
Bir bireyin ya da bir toplumun olgunlaşabilmesi için, çok yenilmesi, çok dayak yemesi, çok acılar çekmesi, aynı zamanda çok da yenmesi, çok da dayak atması, çok da güzel günler yaşaması gerekir.
Bence, düşün bağı akrabalığı, kan bağı akrabalığından çok daha değerlidir; çünkü, kan bağı akrabalarımızı seçmek elimizde değilken, düşün bağı akrabalarımızı istençle ve kendi elimizle yazdığımız yazgımızla kendimiz seçmiş oluyoruz.
Doğurgan toprak, doğurmakta ne denli cömertse, doğurduklarını kendine çekip almakta da o denli açgözlü; ne doğurmaktan yoruluyor, ne koynuna almaktan
bıkıyor.
Yerçekimine göre düşen cisimlerin toprağa yaklaştıkça hızları, ağırlıkları ve düşüş yüksekliklerine göre gittikçe artar. Biz de yaşlandıkça, düşmek üzere toprağa doğru yaklaşıyoruz, ellbet çalışma hızımız da artacak.
Bir Sovyet uçağına ‘Nazım Hikmet’ adının verilmesi
söz konusuydu. Siz, bir uçağa değil, bir şilebe Nazım Hikmet adı verilmesinin daha uygun olduğunu önermiştiniz.
Çünkü uçak salt belli havaalanlarında görülebilirdi. Oysa
bir gemi, hele bir şilep, yolcu gemisinden de daha çok bütün dünya denizlerinde, limanlarında dolanır, böylece Nazım’ın adı daha çok yerlerde görülmüş olurdu.
Sanat, politikanın kesin buyruğuna girince, tarih boyunca her yerde olduğu gibi, kalemlerin en sivrisi olan mizahçının kalemi önce susturulacaktı.
Falanın yerinde olsam şöyle yapardım.
İyi satranç oynamayı ve satrançta yenmeyi bir
zekâ üstünlüğü sayıyorlardı. Örneğin şöyle düşünüyorlardı: On satranç oyununda yedi kez yenen, yenilene göre onda yedi oranında daha zekidir.
Bir insanın bilmediği bir konuda konuşması, bildiği konuda konuşmasından daha kolaydır, çünkü
bilmediğimiz konuda bilgisizliğin yürekliliğiyle konuşuruz. Oysa bir konuyu ne denli çok biliyorsak, içimizde o denli çok ekriklik ve yanılgı kuşkuları vardır.
Günümüzde namuslu yazarın kararsızlığa hakkı olamaz. Yazarların vicdanı, sorum seçimiyle yüzyüze gelmiştir: Yaşam ve barışa ‘Evet’, ve savaşa ‘Hayır’ demek; susmak, yansız olmak, ilgisiz kalmak, insanlıkdışı güçlerle kendini bir tutmak demektir.
Jeolojik bir afet olan depremle, en büyük toplumsal afet olan savaş arasındaki ayrım, doğal afet olan depremin önlenememesi, ama toplumsal afet olan savaşların önlenebilir olmasıdır.
Yüreklerimizde de devrimin olduğunu duyuyoruz, görüyoruz ve devrimden güvençliyiz.
SYB’nin tüzüğü dört kez değiştirilmiş, ama tüzükteki esas hep kalmıştır: Toplumun ideale ulaşması, toplumsal
ilerleme ve ulusların kardeşliğiyle barış.
İleriden geriye doğru
gitmek, tarihe sırt çevirmek ve insanlığın dışına çıkmak
demektir.
Matematik kafası olanların her türlü oyuna aşırı tutkunlukları olduğunu ve alışkanlıklara kolay kapıldıklarını, yaşam deneyimlerimden -yaşayarak, görerek- biliyordum.
Marxizm açıklanmadan, Marx’ın sözü edilmeden sosyoloji, felsefe, ekonomi kitabı yazılabilir mi? Ortaya konulmadan, yayımlanmadan
Marx’ın yapıtları eleştirilebilir, yanlışları gösterilebilir mi?
Atatürkçülük bir din, yozca bir inanç olmamalıdır.
Ve bütün tarih bize gösteriyor ki, bir toplum,
bağlı olduğu bir kutsal kavramın özünü yitirdikçe, o kavramın biçimine daha çok sarılmıştır.
‘Zaviyetan-ı dahile tan-ı mütecaviretan,’ ‘Zaviyetan-ı haricetan-mütecaviretan’ Bunları ezberlemek, bilgi edinmekti. ‘İç bitişik açı
lar,’ ‘Dış bitişik açılar,’ demek.
Osmanlıca hiçbir zaman tam öğrenilemeyen yapay bir dildir.
Kânunuevvel hangi aydır?
Türkler, Ortaasya’dan yürüyerek, belki atlar üstünde, Amerika’ya gitmişlermiş. Orada uzun, upuzun bir nehir görmüşler, şaşmışlar,
– Amma uzun! Demişler.
Amma uzun, amma uzun derken bu söz, sonradan Amazon olmuş; işte Amerika’daki Amazon Nehrinin kaynağı.
Uydurmuyorum, bunu bize tarih öğretmenimiz derste çok ciddi anlatmıştı.
Okurlara, tatilde, neler okumalarını salık verirmişim? Önce okuyun da, ne okursanız okuyun, okuyun yeter ki derim.
Tatil mi? Osmanlıcanın en güzel, en şiirli benzetmesidir; mezara ‘ebedi istiratgah’ denilmesi. Gelgeç olan hiç
bir şeyi sevmiyorum; tatilin bir haftalık, bir aylık olan gelgeçini de sevmem. Adı üstünde ‘ebedi istiratgah’ımda, öyle bir tatil yapacağım, öyle dinleneceğim ki
Politika nedir, nasıl bir şeydir ki, bir öğrenci derneği, bir sendika onunla uğraşmayacak? Ya da bu soruyu şöyle değiştirebiliriz: Dernekler ve sendikalar politikayla uğraşmayacaksa, ya neyle uğraşacak?
‘İnsan, iki ayaklı hayvandır,’
‘İnsan, yaratıkların en
yetkinidir,’ (Ekmel-ül mahlukat),
‘İnsan, iradeli hayvandır,’ ‘İnsan, gülen hayvandır,’ ‘İnsan, alet yapan hayvandır,’
‘İnsan, toplumsal hayvandır,’
‘İnsan, politik hayvandır,’ ‘İnsan, sınıfsal hayvandır,’ gibi tanımlar, insanoğlunun belli çağlar içinde kendindeki niteliklerin bilincine vararak kendi kendini tanımlamasıdır.
İnsanoğlu, tarihi boyunca kendi kendisinin bilincine vararak durmadan kendisini tanımlıyor ve kendisinin ne olduğunu bilmeye, öğrenmeye çalışıyor. Ama insanoğlu hiç
bir zaman kendisini kesinlikle tanımlayamıyor, yani kendi kendisinin tam bilincine varamıyor. Çünkü insanoğlu çağıyla birlikte değişmekte, yeni nitelikler kazanarak değerlenmektedir.
‘Düşünüyorum, öyleyse varım!’ yargısı, ‘İnsan, düşü
nen hayvandır,’ gözleminin bir tanımlamasıdır. ‘İnsan, düşünen hayvandır,’ yargısından çok önceleri de elbet insanoğlu düşünüyordu, ama ancak Descartes ile ve o çağda kendisindeki düşünce eyleminin bilincine varmış oldu. Bu demektir ki, insanoğlu düşüncesinin bilincine vardıktan sonra, düşünmeyenler artık insan olarak varsayılamazlar. Örneğin balık, onun balık olduğunu bilen insanlar için balıktır.
Okurlarım, tarihimiz boyunca hiçbir yazara vermediğini bana verdi. Benim kadar düşmanı çok yazar, çok azdır, yalnız bizde değil, dünyada da İşte bu düşmanlara karşı beni altmış beş yaşıma dek dimdik ayakta tutan okurlarımdır.
Gençken yazmak çok daha kolaydı. Bu denli sorumlu duymuyordum kendimi. Nasıl yazdığım değil, ne yazdığım önemli sanıyordum. Besbelli gençken kendimi beğeniyormuşum. Şimdi öyle değil.
Doğrusunu söyleyeyim; ben toplumdan,yani halkımdan çok şey aldım; bana halkım çok, çok şey verdi. Maddi ve manevi o denli çok şey verdi ki bana halkım, bunları duygulanmadan, gözyaşlarımı içime akıtmadan düşünemem bile Halkımın bunca cömertliği karşısında, onun yoksulluğunu, umarsızlığını düşündükçe utanıyorum da
Bu çok önemli bir ölçüt: Karşıtı oldukların seni beğeniyorsa, bir yanlış yöne saptın demektir.
Çağımızda örgütsüz insan, insanlığından çok şey yitirir. İnsanları örgütsüz bırakmaya çalışmaları boşuna değil ki
Okunacak olan kitapları masama diziyor, üst üste koyuyorum. Yazık ki, onları okumaya yetişemiyorum. Kitaplar yükseldikçe, kimisini okumadan kitaplık rafına koyuyorum ve okuyamadığım için müthiş üzülüyorum.
Bizde, Karl Marx’ın ve Marxsizm’in yanlışlarını anlatanlar, söze lt;Öyle değil! gt; diye başlıyorlar.
Niçin doğrulara gözlerimizi yumalım, niçin kendimizi kandıralım?
Atatürk’ün kurduğu Dil Kurumu, pahalı gelecekse altından değil, gümüşten değil, bakırdan, dahası demirden, en ucuz madenden bir levha üzerine bir Atatürk başı kabartması yaptırıp ödül kazananlara niçin vermez diye hep düşünür dururum.
Televizyon, edebiyat yiyen obur bir devdir.
Kırk yılda bir zam olursa elbet kıyamet kopar, her kırk saatte bir kopan kıyamete bile insan alışır.
Türkiye’ de kazık kendisine girmedikçe, başkalarının yediği kazikla ilgilenilmedigini anlatan yüzlerce olayı örnek olarak gösterebiliriz.
Bizamanlar bir ülkede bir kişi, Aman bana kazık giriyor! diye bağırmaya başlamış. Başkasına giren kazıtan banane deyip kimse aldırmamış. Derken, bana kazık giriyor diye bağıranların acıdan kıvrananların sayısı artmaya başlamış. Önceleri halktan kişiler kazık giriyor diye bağırırken sonraları üst düzeydekiler de başlamışlar bağırmaya : Aman yetişin, kurtarın! Bana giren kazığın acısına dayanamıyorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir