İçeriğe geç

Aferin Kitap Alıntıları – Aziz Nesin

Aziz Nesin kitaplarından Aferin kitap alıntıları sizlerle…

Aferin Kitap Alıntıları

Evet, mutluyum. Mutluluğum, karımdan gelmiyor ki, benden geliyor. Kadınları düzeltemeyeceğimi bunun elimde olmadığını anlayınca, kendimi düzelttim.
Hastanenin o odasında üç karyola vardı. Karyolanın biri boştu, birinde kafası, yüzü gözü, eli kolu sargılar içinde bir delikanlı yatıyordu. Delikanlı olduğu, sesinin körpe dinçliğinden anlaşılıyordu. Yoksa, mumya gibi sarıp sarmalanmış bu insanın yaşını belirtecek hiçbir görünür yanı yoktu. Yalnız tek gözüyle ağız boşluğu sargisızdı.

Kapı ağzındaki karyolaya da, öğleden önce, orta yaşlı bir hasta yatırmışlardı.

Sargılar içinde inleyen delikanlı, yeni getirilen orta yaşlı hastaya,

– Geçmiş olsun emice dedi.

Sağol. Sana da geçmiş olsun.

– Eksik olma emice. Üç gündenberi şu yattığım yerde Allaha dua ediyorum ki, bir okuryazar kulunu göndersin yanıma Okuryazarlığın var mı emice?

– Var biraz. Niye sordun?

– Seni buraya Allah gönderdi. Ben burda sefil oldum emice, benim kemiklerimi kırdılar emice, beni un ufak ettiler emice Sesinden ağladığı belli olan delikanlı, inleye inleye konuşuyordu: Bana bir mektup yazar mısın emice? Bir mektup yaz ki, bizim köydekilere hallarımı bildireyim, artık bende insanlık kalmadı diyeyim İşte zarfı, işte de kâğıdı, hazır ettim, buyur

– Peki, yazayım.

Orta yaşlı hasta, delikanlının verdiği zarfla kâğıdı komodinin üzerine koydu. Pijamasının cebinden kalemini çıkardı, eline kâğıdı aldı. Bir mukavva kutuyu da altlık yapıp yazmaya hazırlandı.

Söyle bakalım.

Delikanlı, yutkuna yutkuna yazdıracaklarını söyledi: “Möhderem ve pek sayın bi huzura. Ruh beraber, can birader Topal’ın Ömer Efendi kardeşime mahsustur.”

Orta yaşlı hasta, delikanlı her ne söylerse yazıyordu:

“ilkin üstümüze farz olan resmini ifadan sonra gülden nazik hatır-1 şerifinizi sual ile sıhhat ve afiyette daim olmanızı cenab-ı Mevlamdan niyaz ederim.”

Orta yaşlı adam,

– Aferin, dedi, ne de güzel yazdırıyorsun mektubu

Delikanlı,

– Mektubun başını, sonunu yazdırmasını iyi bilirim emice, dedi. Köydeyken ezber etmiştim köy kahvesinde okunan mektupları dinleye dinleye Gelgelelim, mektubun ortasını yazdırmak zor. Yaz emice: “Eğer ki, siz dahi, tarafımızdan sual edecek olursanız, durum vaziyetlerimiz gayetle kötü olup hastane köşelerinde inilemekteyizdir. Halen canımız bedenimizi terk eylemeyip, ruhumuzu teslim etmemiş olmamız bize ne büyük mutluluktur.”

Delikanlı,

– Emice, işte bundan sonrasını yazdırmak zor, dedi. Çünkü buraya kadar olanını günlerdir burda yatarken düşünüp düşünüp ezber etmiştim.

Delikanlının başına gelenleri merak eden orta yaşlı adam,

– Bundan sonrası neden zor? diye sordu.

Delikanlı,

– Zor işte, dedi, çünkü herkesin mektubunda, mektubun bu orta yeri ayrı ayrı olur da ondan. Ben sana anlatsam da başıma gelenleri, sen bildiğin gibi uygunca yazsan olmaz mı ki emice?

– Neden olmasın, olur elbet. Anlat bakalım.

Delikanlı anlatmaya girişti:

– Askerlik yaşımız geldi emice, önümüzdeki yıl askere gideceğiz kısmet olursa Bıldır bizim köyden askere giden yaşıtlarım içinde parası olan askerliğin bile tadını çıkardı, ama parası olmayana askerlik zorlu gelirmiş. Anladım ki vatani vazifemizi yaparken bize para gerekecek, cigara migara parası İşte bunu düşünerekten, askere gitmezden önce Istanbul denilen bu cenabet yere varalım da iş güç tutalım, çalışalım, para kazanalım, biraz cep harçlığı edinelim demiştik. Istanbul memleketine ayağımı atar atmaz, hemşerilerin adresi yazılı elimdeki kâğıdı, okuryazarlığı olanlara gösterip yol-yer sordum, bizim hemşerilerin toplandığı kahveyi sorup aramaya başladım. Gide gide, adının Taksim olduğunu sonradan karakolda öğrendiğim o uğursuz yere gitmişim. Orada, elimdeki adres yazılı kâğıdı ona buna gösterirken, her nasıl olduysa orayı bir kalaba bastı ki, öyle bir kalaba işte, hiç sorma. Bizim köyün insanları kadar bin köyün insanı oraya toplaştı. Sıyrılıp geçmek istedimse de, kenet olmuş kalaba sökülüp yarılacak gibi değil. Epiy zorladımsa da boşuna kendime yol açamadım. O yana, bu

yana itip kaktıklarından, o insan seline kapılıp sürüklendim. Sürüklene sürüklene gelip biyere dayandım ki, işte orada adamın biri yüksek biyere çıkmış, bağırıp çağırıyor ; ne dediği anlaşılmiyorsa da, onca kalabalık, adamın her sözüne el çırpıyor, “yaşa” diye bağırıyor. Derken, ne oldu ne bitti anlayamadım, bunlarda bir koşuşmadır, bir kaçışmadır başladı ; ama can derdine düşenler gibi kaçışıyorlar. Kimin kovaladığı, kimin kaçtığı belli değil. Arkamdan itelediklerinden, ben de onlarla birlik ister istemez koşmaya başladımsa da iki gündür aç ve de çok yorgun olduğumdan onlara ayak uyduramadım; artık bilemiyorum, tökezledim mi, yoksa arkamdan namussuzun biri mi itti, yoksa çelmelediler mi, her nasıl olduysa ben yere kapaklandım. Kaçan da, kovalayan da üstüme basıp basıp geçtiğinden bitürlü yekinip yerden kalkamiyorum ki Beni çiğneye eze, yara bere, kan ter içinde bıraktılar. Tam doğrulup dikildim ki, bir de ne görsem, ellerinde demir çubuklar, kazma sapları, odunlar, değnekler, sopalar, sırıklarla bir başka kalabalık bu yana doğru koşuyor ki, herbiri bir can alıcı kesilmiş, gözleri dönmüş, ağızları köpürmüş Demek, az önce beni çiğneyerek kaçanları, işte bunlar kovalamakta Bu gözü dönmüş, ağzı köpürmüşlerden üçü dördü beni kıskıvrak tutup üstüme bindiler ve içlerinden biri, “İşte hayınlardan, namussuzlardan birini yakaladık. Dinini, imanını, Allahını, peygamberini seven vursun!” diye bağırmasıyla onca insan sopalarla üstüme yumuldular. Vuran vurana Aman ağabeyler etmeyin, ocağınıza düştüm. Ben bu Istanbul memleketine iş bulup çalışmaya geldim, garibim ” diye yalvardıysam da, davulcu osuruğu gibi lafım gümbürtüye gitti. Gözleri dönmüş olduğundan hiçbirinin laf anlayacağı yok. Vura vura, beni yerden yere çarparak bitirdiler. Her nasıl olduysa içlerinden bir vicdanlısı çıkıp, “Durun yahu, bunun yüreğindekini öğrenelim ilkin,” deyip bana sordu: “Ulan sen sağcı misin, solcu musun?

Sağcının, solcunun ne demeye geldiğini bilmediğimden, hangisini dersem hoşlarına gidip beni salıvereceklerini kestiremediğimden, belki canımı pençelerinden kurtarırım umuduna kapılarak, “Ne demek! Elhamdülillah, cümlemiz solcuyuz!” dememle, sopaların biri kalkıp beşi inmeye başladı, dünya başıma yıkıldı sandım. Ölmüşüm gibisine getirip kendimi yere atmasam ve de cansız numarası yapmasam beni öldüreceklerdi. “Geberdi namussuz! Allaha şükür bir tane daha geberttik!” deyip suratıma tükürerek savuşup gittiler.

Kalabalık çekilip ortalık mayna olunca, yavaş yavaş ayağa kalktım ama, onca dayaktan sonra adım atacak gücüm kalmamış. Sürüne topallaya giderken başka bir kalabalığın göbeğine düştüm. Bu kez de onlar beni kuşatıp sordular: “Sağcı mısın, solcu mu?”

Solcuyum dedim diye onca dayak yemiştim, bir daha solcuyum der miyim hiç! Soranlara yaranıp da ellerinden canımı kurtarayım diye. Çok şükür sağcıyım!” dememle hep birden üstüme vardılar. Hay Allah, neciyim desem de kötekten kurtulsam, bilmem ki Neyse ki bunlar, öncekiler gibi insafsız değil, kaçanın ardından kovalamiyorlar. Kaçtım kurtuldum.

Uzatmayalım emice, sağciyim dedim vurdular, solcuyum dedim gene vurdular; bir o vurdu, bir öteki Besbelli ben kendimden geçmişim, bayılmışım artık. Niceleyin orda kalmışım, bilmiyorum. Birinin dürtüklemesiyle ayıldım ki, başımda gene elleri sopalı, gözleri kararmış insanoğlu görünümünde can alıcılar İçimden, “Hey ulu Tanrım, yüceliğini göster ki, bu garip kuluna sopa yedirtmeyecek bişey söylet!” diye dualar ederek, başımda dikilenlere, “Daha askerliğimizi yapmadık kardeşler ; biz köylüyüz, öğretmediler bile, sağımızı solumuzu nerden bilelim ” dedimse de, bikaçı beni tartaklayarak, “Öyleyse necisin?” diye sordu. Hah şöyle, neci olduğumu sor, ben de söyleyeyim. Ben bunlara, “Irgatım!” dememle, “Vaaay, irgatsın ha? Demek emekçisin Yani solcusun!” deyip, vuran vurana beni yere serip çiğnediler. Can tatlı emice, çok tatlı Ben o can kaygısıyla nasıl fırladıysam, yandaki bir dükkâna

daldım. Dükkânın kapısına toplaştılar. Dükkânın sahibi, “Aman kardeş, çık dışarı, dükkânımı yıktıracaksın ” diye yalvarır. Çıkmasam, adamın dükkânını başına indirecekler, çıksam post elden gidecek. Veryansın edip dükkândan fırladım. Onca kalabalık ardıma düştü. Kalabalık dediysem, bildiğin gibi değil, gittikçe artarak çığ gibi büyüyor. Bütün Istanbul insanı ardımda Kaçan, kovalayandan hızlı koşar, derler. Evet, kaçan hızlıdır kovalayandan. Neden? Çünkü kaçan can derdine düşmüş. Ne doğru! Ben kaçıyorum ki Allah Allah Yahu, biz bu Istanbul memleketine dayak yemeye mi geldik?

Neyse, uzatmayalım emice, arkamdan yetişemeyeceklerini anlayınca, önüme adamlar çıkıp bana şaşırtmaca vererek yolumu kesmediler mi! Biz böylece o yana, bu yana koşup dururken bir de baktım, karşımda bir karakol yazılı levha Demek, Allah acidi bana da yoluma karakolu çıkardı. Daldım karakoldan içeri. Oooh, çok şükür, devletin karakolunda canımız güvendedir diye bir oh çekmeye kalmadan, pulisin biri, “Ulan, sen herkesin içinde, solcuyum demişsin!” diye boşluğuma tekmesini savurunca, “Asla! Kabul etmem, dayak zoruyla öyle söylettiler,” dedim. Pulis, bu ağızları yutmadığını söyleyip tekme yumruk girişti. Her vurdukça,

– Söyle, solcu musun? diye soruyordu.

– Haşaaa, değilim Ben kimim ki, solcu olayım

– Vaaay, demek Yoksa solcu olacaksın ha?..

– Estağfurullah

– Söyle ulan, solcu musun?

Artık dayanamadım, ağlayarak,

– Ağabeyler, dedim, etmeyin pulis ağabeyler, ne sağciyim, ne solcuyum, siz herneyseniz ben de oyum.

Bunun üzerine pulislerin başı olan biri,

– Durun, dedi, ben bunun solcu olup olmadığını şimdi anlarım. Şimdi soracağıma yalan söyleyemezler solcular.

Bana sordu:

– Söyle bakayım, Nâzım Hikmet nasıl bir adamdır, onu nasıl bilirsin?

O dediği adamın adını hiç duymuşluğum yok. Tanımıyorum desem, ya tanınması gereken büyüklerimizden biriyse bu kez tanımadım diye kızıp gene döver. Allaha sığındım “Aman kurban olduğum, bana şunun doğrusunu söylet ” diye içimden dua ettim. O sorduğu adam, olsa olsa, başımızdaki büyüklerden biri olur diye düşünüp,

Allah eksikliğini göstermesin, başımızın üstünde yeri var. Dünya durdukça adı dursun. Çok iyi, çok büyük adamdır dedim.

Dememle gözümde şimşekler çaktı, başıma yıldırımlar indi. Artık nasıl dayak atmışlar ki, kendimi hiç bilmemişim. Bir de gözümü açtım ki emice, aha bu hastanedeyim ve de tüm kemiklerim kırılmış, un ufak olmuşum. Bir haftadır ağrı sizi içindeyim. Kemiklerimi gene eskisi gibi yerli yerine yerleştirebilecekler mi, bilemem. Çünkü bacağım nerde, kolum nerde bilemiyorum ve elimi, ayağımı eski yerinde bulamıyorum.

İşte başıma gelen haller emice. Bunları böylece yaz mektupta emice. Ve de bana acele yol parasıyla bir de urba gönderip beni bu Istanbul denilen yerden kurtarsınlar diye yaz emice. Mektubun sonuna da yaz ki “Baki selam ile büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim.”

Göztepe’deki Kenan Paşanın köşkünde bugün büyük bir üzüntü var. Kenan Paşa barut olmuş, yanına yaklaşılmiyor. Ama Paşa’nın hakkı var. Torunu Öztunç yedek subaylığını bitirip geldi. Öztunç, askerlikte teğmenliğe yükselememişti. Birliğine asteğmen gitti, yine asteğmen rütbesiyle eve döndü. O yıl yedek subay okulunu bitirip kıtaya çıkan ikibinden çok asteğmen içinde teğmenliğe bitek yükselemeyen Öztunç’tu. Kenan Paşa bunu bitürlü kendine yediremiyordu.
Torunu eve dönmeden on gün önce Öztunç’un komutanı olan generalden bir mektup almıştı. Bu general, eskiden Kenan Paşanın birliğinde yüzbaşıydı. Kenan Paşanın da çok iyiliklerini görmüştü. Paşa’yı çok sayardı. Mektubu da bunun için göndermişti. General, mektubunda, eski Paşa’sından özür diliyor, bütün gayretlerine rağmen Öztunç’u teğmenliğe terfi ettiremediğini yazıyordu. Mektubu alınca Paşa vurulmuşa döndü. Hayatında hiçkimseye iltimas yapmamış, hiçkimseden de iltimas istememişti. Ama nasıl olmuştu da bu Öztunç askerlikte başarı kazanamamıştı. Kenan Paşanın babası, büyük babası da paşa idi. Kayınpederi, büyük kayınpederi, onlar da paşaydılar. Hele babası iki kere paşa olarak paşalığı perçinlemişti. Abdülhamit zamanında ferikliğe kadar yükselmiş, sonra padişahın gazabına uğrayarak rütbeleri geri alınmış, binbaşılığa indirilmişti. Daha sonra yeniden yüksele yüksele binbaşılıktan ferikliğe yükselmişti.
Köşkün duvarları yağlıboya paşa resimleriyle doluydu. Her nereye başını çevirsen bir paşa resmi görürdün. Duvarlarda paşa resimlerinden boş kalan yerlere de eski anılar olan kılıçlar, madalyalar, nişanlar, sırmalar, beratlar asılmıştı. Böyle bir köşkte doğup büyüyen Öztunç nasıl olmuştu da yedek subaylığında asteğmenlikten bir rütbe yukarı çıkamamıştı?
Öztunç, Kenan Paşanın beşinci torunuydu. Paşa’nın torunları içinde ençok sevdiği Öztunç’tu. Bunun için Öztunç’un aile mesleği olan askerlikteki başarısızlığı Paşa’yı çok üzüyordu. Kenan Paşa uzun yıllardır emekliydi ama köşkte boş durmazdı. Bahçedeki bütün yemiş ağaçlarını hizaya sokmuştu. Tavuk, hindi, kaz yetiştiriyordu. Her sabah kümesteki hayvanların yoklamasını yapardı. Uzun çalışmalardan sonra tavuklara, başta horoz olmak üzere yürüyüş kolunda gitmeyi sonra dağınık düzende çayırda yemlenmeyi öğretmişti. Köşkün içindeki bütün koltuklar, sandalyeler, masalar hepsi hizada dururdu. Ayakkabılıktaki pabuçlardan biri, bir burun ileri çıkıp hizayı bozsa Kenan Paşanın sinirleri bozulurdu. Köşkte tam bir düzenli yaşam vardı. Hangi eşyanın hangi gözde, hangi rafta durduğunu herkes bilmek zorundaydı.
Yemek yenirken Kenan Paşa birden aileden birine sorardı:

– Dolmakaleminiz nerede?

Kendisine bu soru sorulan,

– Ceketimin sağ iç cebinde, demek zorundaydı.

– Ceketinizin sol iç cebinde ne var?

– Para cüzdanım.

Kenan Paşa, herkesin hangi cebinde hangi eşyanın bulunacağını bir yazılı emirle bildirmişti. Köşkteki kediler bile nerelerde, ne zaman dolaşacaklarını, kendilerine ne zaman miyavlamanın yasak edildiğini öğrenmişlerdi. Kısacası Kenan Paşa, bir evin nasıl düzenli bir yaşama içine gireceğini herkese göstermiş, öğretmişti. Her gece saat 22’de yatağa girilecek, hemen de uyunacak. Sık sık rüya görmek yasak! Bunun için de akşamları hafif yemek yemeli, uyurken insanın hiçbir yeri açıkta kalmamalı, insan gereksiz düşüncelerle kafasını yormamalı. Sabah saat altıda yataktan kalkılacak. Hergün köşkte hangi yemeklerin pişeceği bir günlük emirle bildirilirdi.
Kenan Paşa kalabalık ailesini, bahçesindeki ağaçları, kümesteki hayvanları, evdeki kedileri disiplin altına alabilmek için o kadar çok çalıştı ki, yorgunluktan, seksenaltıncı yaşının dokuzuncu ayında, eski paşa emeklisine inme indi. Sağ yanı, sağ eli, sağ ayağı tutmuyordu. Konuşması da zorlaşmıştı. Peltek konuşuyordu. Ama bu durumu, onu köşk içindeki görevinden alıkoymamıştı. Bir eliyle bastonuna, bir eliyle de duvarlara, merdiven tirabzanlarına dayanarak tutmayan vücudunu sürükler, sabahın altısında daha uyanmayanlar varsa, bastonunu kapılara vurarak onları da uyandırırdı. Peltek diliyle komutlar verir, köşkte yaşayanları korkudan titreterek görevlerini yapmaya çağırırdı.
İşte durum böyleyken, en sevdiği küçük torununun teğmenliğe yükselmeden terhis edildiği haberini aldı. Üzüntüsünden iki gün yatak odasından çıkamadı. Bu iki gün içinde köşkün bütün düzeni bozuldu. Geceyarılarına kadar oturanlar, öğleye kadar uyuyanlar oldu. Duvardaki resim çerçeveleri bile asılı durdukları çivilerde eğrildiler. Kenan Paşa eğri asılmış çerçevelere çok sinirlenirdi. Sandalyelerin, masaların hizaları bozulmuştu. Bahçedeki kurt köpeği bile zamansız havlamaya, horozlar sabah olmadan ötmeye başlamışlardı. Ama bu karışıklık ancak iki gün sürdü. Kenan Paşa ayağa kalkıp gezinmeye başlayınca herşey yine eskisi gibi yoluna girdi. Öztunç askerden dönmüş, köşke gelmişti. En çok Öztunç’u sevdiği için onun başarısızlığına çok kırılan Paşa,

– Onu gözüm görmesin! diye bağırdı.

Köşktekiler Kenan Paşaya bişey olur, yüreğine iner diye korkuyorlardı. Öztunç’u affetmesi için Kenan Paşaya çok yalvardılar. Ama eski asker bütün sertliğiyle ençok sevdiği küçük torununu görmek istemedi. Öztunç sarışın, filiz gibi ince, tüy gibi uçarı, sevimli bir gençti.
Dedemin beni dinlemesi lazım. Açıklayayım, eğer suçum varsa, o zaman ne isterse söylesin deyip duruyordu.
Köşkün büyük salonunda aile meclisi toplandı. Öztunç’u dinleyeceklerdi. Gerçekten teğmenliğe terfi etmemekte bir suçu yoksa, gidip Kenan Paşaya anlatacaklardı. Salonda toplananlar kadınlı erkekli ondört kişiydiler. Üstü mermer, yaldızlı büyük masanın çevresinde toplanmışlardı. Duvarlarda asılı, oyma yaldızlı çerçeveler içindeki paşalar onlara bakıyorlardı.

Anlatınız oğlum Öztunç, sizi dinliyoruz.
Bunu söyleyen seksen yaşındaki küçük amcasıydı. Öztunç anlatmaya başladı.

– Kimse hakkımı yemedi. Bana haksızlık eden olmadı. Beni terfi ettirmemekte haklıydılar. Ancak benim hiç kabahatim yok. Ne olduysa hep o Zileli Ömer Ali yüzünden oldu.

Delikanlının heyecandan sesi titriyordu. Neredeyse ağlayacaktı.

Amcası,

– Zileli Ömer Ali mi? O da kim? diye sordu.

Zileli Ömer Ali benim takımımda bir er. Ne olduysa hep onun yüzünden oldu. Yoksa beni bütün üstlerim seviyordu. Hiçbir gün görevimde aksamadım. Teftişlerimi çok iyi verdim. Benim takımımdaki erlerin hepsine okuma yazma öğrettim. Atışta hepsi de iyi dereceler aldı. Gece gündüz çalıştım.

Amcası,

– Esasen bu noktaları generaliniz de mektubunda yazıyor. Ama neden terfi edemediğini yazmıyor. Herhalde büyük bir suç işlemiş olacaksın. Onu söyle! dedi.

– Terhisime bir ay kala manevraya çıkmıştık. General, dedemi tanıdığı için benim takımımı tümen karargâhına aldı. Manevrada biz kırmızı kuvvetlerdendik. Benim takımım, tümenin karargâh hizmetindeydi. Geceleri, karargâh çadırını
bekliyorduk. Her gece nöbetçilere ayrı bir parola ve işaret veriyordum. Bu parolalar, işaretler her gece değişiyordu. Geceleyin oralarda birisini gördüler mi, nöbetçiler, “Dur!” diye bağırıp önce, “Parola?” diye soruyorlardı. Karanlıkta gelen adam, parolayı söylerse bu sefer, “İşaret?” diye soruyorlardı. Onu da bilirse, kırmızı kuvvetlerden olduğu anlaşılıyor ve içeri bırakılıyordu.

Bu Zileli Ömer Ali benim emir erimdi. Bir gece bizim takımı nöbet yerlerine göndermeden, erlere,

– Arkadaşlar, bu gece parola yağmur”, işaret de kadın”dır. Anladınız mı? dedim.

Hep birden,

Anladık komutanım, dediler.

– Tekrarlayın: Parola?

– Yağmur! diye bağırdılar.

– Anladık komutanım.

Özellikle “yağmur”, “kadın” gibi bildikleri kelimeleri seçmiştim ki, akıllarından çıkmasın. Karanlık bastı. Nöbetçiler nöbet yerlerine gittiler. Geceyarısına doğru Ömer Ali’ye, “Karargâha git, bir haber var mı bakalım,” dedim. Ömer Ali gitti. Ben de portatif karyolama uzandım. Uyumuşum. Bir de sabahleyin uyandım ki, ortalıkta benim takımdan başka hiçkimse kalmamış. Bir benim çadırım kalmış, bir de benim nöbetçiler. Bizim Ömer Ali bir nöbetçinin karşısında duruyor. Nöbetçiye,
Bırak geçeyim arkadaş, acele emir var, diyor.

Nöbetçi de ona,

– Parolayı, işareti söylemezsen, babamın oğlu olsan bırakmam, diyor.

Ömer Ali,

Akşamdanberi söylüyorum ya diyor.

Nöbetçi bağırıyor:

– Parola?

– İrahmet

– Değel

– Vallaha irahmet gardaşım.

– İşareti vir.

– Avrat

– Değel

Karargâhtan yazılı emir göndermişler. Saat üçte çadırlar toplanıp düşman, yani mavi kuvvetler takip edilecekmiş. Ömer Ali yazılı emri almış, gelmiş, ama nöbetçi bırakmadığından içeri giremiyormuş. Sabaha kadar nöbetçiyle mücadele edermiş.

– Parola?

– İrahmet

– Değel İşaret?

– Avrat

– Değel

Sabaha kadar böyle. Bütün birlikler gitmiş, bir bizim nöbetçiler kalmış.

Tepem attı. Koştum. Ömer Ali’ye,

Ben size parola “yağmur”, işaret kadın” demedim mi? diye bağırdım.

Ömer Ali,

– Ben de öyle diyorum komutanım, gene de birakmıyor dedi.

– Ne diyorsun?

– Parola “irahmet”, işaret “avrat”.

-“Rahmet” değil, yağmur”

– Hep bir kapıya çıkar komutanım. “İrahmet” de bir, yağmur” da bir

Takımı hemen toparladım, dağlarda, bayırlarda araya araya altı saat sonra karargâhı bulduk. Generale durumu anlattım. Gülümsedi,

Bir daha böyle şey olmasın! dedi.

O gece takımı yine topladım.

– Arkadaşlar, parola “manda”, işaret “elbise” Sakın unutmayin. Parolayı, işareti bilmeyeni içeri salmayacaksınız. Ben olsam, beni bile. Tekrarlayın! Parola?

– Manda!

– İşaret?

– Elbise

Üç kere hepsine tekrarlattım. Unutmasınlar diye yine iyi bildikleri kelimeleri seçmiştim. Nöbetçiler, nöbet yerlerini aldılar. Ben de, Ömer Ali’yi karargâha bir emir varsa getirsin diye yolladım. Sabah oldu. Bir de uyandım, ortada yine bir bizim nöbetçiler, bir de benim çadır kalmış

Nöbetçi, Ömer Ali’ye,

– Parola? diye bağırıyor.

O da,

– Camus!..

– Değel!..

– Vallaha camus kardaşım.

– Değel. İşaret?

– Urba.

Bütün gece böyle çekişir dururlarmış. Koştum. Ömer Ali’ye,

– Ben size parola manda” demedim mi? diye bağırdım.

– Hep bir kapıya çıkar komutanım. Manda da o, camus da o.

– İşareti elbise, demedim mi?

Dedin. Ben de “urba dedim.

Takımı topladım, çıktık yola.

Ancak akşama doğru birliğimizi bulabildik. Generale durumu anlattım. Bu sefer gülmedi.

O gece parola olarak “ölü”, işaret olarak da “yatak” kelimelerini verdim. Türkçe olsun da unutmasınlar dedim. Her ere on kere de tekrarladım. Ömer Ali’yi yine karargâha gönderdim. Ama bu sefer yatmadım. Onun geleceği yol üstündeki nöbetçinin yanında, bir çalı dibinde bekledim. Biraz sonra nöbetçiye doğru bir gölge yürüdü.

Nöbetçi,

– Parola? diye bağırdı.

Karanlık içinden ses yükseldi:

– Mefat

– Değel İşaret?

Döşek.

– Değel

Bu, Ömer Ali’nin sesiydi.

– Parola?

Mefat

– İşaret?

– Döşek

– İkisi de değel

Yerimden fırladım.

Gir içeri! diye Ömer Ali’ye bağırdım.

Hemen Ömer Ali’yi emir erliğinden çıkardım. İşler de yoluna girdi. Ömer Ali’den başka takımda herkes parolayı, işareti öğreniyordu.

Manevranın son gecesiydi. O gece parola “papağan”, işaret de kafa” idi. Nöbetçiler yerlerini aldılar. Emir erliğinden çıkardığım Ömer Ali de karargâhın hemen önünde nöbetçiydi.

Emir erim çadırıma geldi:

– General sizi istiyor, dedi.

Hemen çadırdan çıktım. Saat 23 sularıydı. Yol üstündeki nöbetçi,

– Parola?.. diye bağırdı.

Sesinden tanıdım, Ömer Ali’ydi. Benim bir huyum vardır. Bana bişey birdenbire sorulunca söyleyemem. Birdenbire,

– Adın ne? diye sorsalar adımı unuturum.

Karanlığın içinden iki adım ötemdeki Ömer Ali birden,

– Parola? diye bağırınca, ben parolanın ne olduğunu unutuverdim.

Daha doğrusu parolanın “papağan” olduğunu biliyordum da “papağan” kelimesi bitürlü aklıma gelmiyor.

Ömer Ali boyuna,

– Parola?.. diye bağırıyor.

– Ömer Ali, ben takım komutanıyım, diye seslendim.

– Biliyorum teğmenim, bizim komutansın. Parolayı demeyince bırakmam. Senin emrin öyle.

O böyle sesleyince ben “papağan” kelimesini büsbütün unuttum.

– Ömer Ali, ben senin teğmenin değil miyim?

– Teğmenimsin komutanım. Hiç kıpırdama, parolayı demeyince bırakmam.

Bir gece önce, nöbetçilerden birini, parolayı söylemeden beni bıraktığı için cezalandırmıştım. Ömer Ali de kendisini şimdi denediğimi sanıyordu.

– Oğlum Ömer Ali, bırak geçeyim, general çağırmış.

Bırakmam komutanım. Mareşal çağırsa birakmam. Parolayı ver, geç

Generalin çadırı da az ilerde. Benim çadırla generalin çadırı arasında elli adım var yok.

General benim gelmediğimi görünce çadırından çıkmış.

Asteğmen Öztunç! diye bağırıyor.

Ben de ona,

– Geliyorum generalim, diye bağırdım.

Ömer Ali,

– Parolayı vermeyince biyere gidemezsin dedi.

– Oğlum Ömer Ali, ben

– Biliyorum komutanım, bizim komutansın. Parolayı vermeyişin bırakmam.

– Dilimin ucunda Ömer Ali, ama aklıma gelmiyor.

General bir daha çadırından çıktı,

– Asteğmen Öztunç diye bağırdı

Ben de,

– Geliyorum generalim, diye bağırdım.

Ömer Ali,

– Hiç kıpırdama, olduğun yerde dur! dedi.

– Oğlum Ömer Ali!

– Buyur komutanım.

– Yahu dilimin ucunda.

– Söyle komutanım Dilinin ucundaysa söyle gitsin. Parola?

– Hay Allah Bir kuştu ama Vallahi biliyorum, aklıma gelmedi işte

Biz böyle çekişirken general, çadırının ağzından kızgın kızgın bağırdı:

– Nerdesin Öztunç?

– Burdayım generalim, geliyorum.

Ömer Ali,

– Parola? dedi.

– Ömer Ali, ben bu kuşu biliyorum. Adı aklıma gelmiyor. “P”li bişey. “P” harfi var.

– Parola?

– Kuş.

– Değel

– Konuşan bir kuş işte. İnsan gibi konuşur.

– Parola?..

-“P” var, “P” “P”li konuşan kuş. Karga büyüklüğünde. Öyle değil mi?

– Değel

Generalin sesini duydum:

– Öztuuuunç

– Buyur generalim.

– Nerdesin?

– Burdayım generalim. Geliyorum.

Nöbetçiye bağırdım:

– Ömer Ali!

– Buyur komutanım.

– General çağırıyor.

– Çağırsın komutanım. Parola?

– Ömer Ali, bu bir kere kuş. Kafeste olur. Karga kadar bişey, “P” var. “P”li kuş. Bak biliyorum.

– Biliyorsan söyle komutanım.

General gürledi,

– Öztuuuunç!

– Geliyorum generalim.

– Nerden geliyorsun?

– Burdan geliyorum.

– Haydi gel!

– Başüstüne.

Nöbetçiye döndüm,

– Ömer Ali.

– Buyur komutanım.

– Sen söyle de hatırlat oğlum. Ben unutmuşum.

– Vallaha ben de unuttum

komutanım. Bilsem söylerim, ne çıkar.

– Bilmiyorsun da “kuş” deyince neden bırakmıyorsun?

– Kuş değel. Kuş ama ne kuşu? Doğrusunu desen benim aklıma gelir komutanım.

– Konuşan bir kuş. İnsan gibi konuşur. Karga kadar bir kuş. “P” var “P”li Karga Parga

– Değel

Kapga Papga Karpa Pappa Dilimin ucunda Generalin çadırından bir er çıktı. Ömer Ali ona,

– Parola? diye bağırdı.

Gelen er,

– Papağan dedi.

– Ben de birden,

– Hah, papağan diye yürüdüm.

Ömer Ali,

– İşaret? dedi.

Gelenler,

Kafa dedi.

Ben de,

– – Kafa diye bağırdım.

Er bu yana, ben o yana geçtim. Karşılaştığımız er selam verdi.

Komutanım, general sizi istemiyor. Artık gelmesin diyor, dedi.

Gün de ağarıyordu. Biz iki saat, Ömer Ali ile parolayı düşünmüşüz. Başka bir erle onbaşı geldi. Ömer Ali’den nöbeti aldılar. Ben de kendi çadırıma gittim. O gün manevra bitti. Bir hafta sonra da terhis olduk. Yoksa ben başka hiçbir kusur yapmadım.

Amcası, Öztunç’a,

– Peki, parola neymiş? diye sordu.

Öztunç,

– Parola mı? dedi.

– Evet, parola neymiş?

– Hay Allah, şimdi aklımdaydı. Demin söyledim ya amca

– Demin mi? Ne dedin?

Vallahi biliyorum. Bir kuş, “P”li bir kuş.

– Pırpır mı?

– Değil canım. Hani konuşur. Parga mi ne Papaga Hay Allah

Amcası,

– Herneyse, dedi, biz gidip bu söylediklerini Paşa’ya anlatalım.

Aile meclisi dağıldı. Olup biteni Kenan Paşaya anlatmaya gittiler.

O kadar çok yorgunum ve bitkinim ki birisi, “ Canım” dese, “canın çıksın” diye bağıracağım
İşi gücü olan, her zaman, her yerde iş bulunabilir sanıyor.
İnsanların eşya için değil, eşyanın insanlar için olduğunu anlatmaya çalıştım.
-Vicdan kalmadı, vicdan diye bağırdı. Rüşvet aldı yürüdü Her yerde rüşvet geçiyor. Hele bir rüşvet verme de işi gör, işin yürüyor mu? Yürümez. Kimse de vicdan kalmadı
( ) Yalnız o kadar mı? İnsaf var mı, insaf? O da yok. Yahu, koca memlekette hile karıştırılmamış bitek mal bulamıyorsun. Süt alıyorsun, yarısından çoğu su İyi su diye şişe suyu alıyorsun, musluk suyu Yünlü kumaş diyorlar, vallaha pamuklu keten İnsanlarda insaf da kalmamış
Memlekette sözünü tutan adam kalmamış.
Bu dünya da Hasan Hasanlığını, Muzaffer de Muzafferliğini bilsin!
Yahu, herif mahalleli adına imza ata ata, işi büyüttü, en sonra memleket adına imza atmaya başladı. Aşkolsun şu İmzası Nazmi’ye Bu adam kendi kendini yetiştirdi ya, sen ona bak. Yeter ki, insanda cevher olsun
İki yanağımdan şapır şupur öptü..
Hemen arkamı dönüp yanaklarımı sildim. Hiç de böyle adam öpmek görmedim. Manda yalamış gibi yanaklarım yapış yapış olmuş.
Ne ahlâk, ne namus, ne vicdan var. Ne Allah korkusu var, ne insaf var, ne merhamet var Bunun sonu felâket
Bu fötür dediğin, kediyi aslan yapıyor.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Adam beni övdükçe ben gevşiyordum. Eğer yarım saat daha övseydi, iyice gevşemiş ben i bir sürahiye doldurabilirdi))
adam kendi kendini yetiştirdi ya, sen ona bak. Yeter ki, insanda cevher olsun
Geçenlerde bir zinci(zenci)bir Amerigan garısından bi dolar çaldı deyi,zinciyi elektrik sandalyasına oturtmaya hüküm giydirdiler.
-Bu elektrik sandalyası ne?
-Haa,sandalyaya gelincek Bu sandalya efendime söyliym,bizim gurşuna dizmek gibi.Ve yahu, de ki, asmak Amerigalıların yüreği yufka,adamı ayakta öldürmüyorlar.
-Allah Allah
Evet Medeniyet başka şey canım.Adamı oturduğu yerde,haberi bile olmadan öldürüyorlar.
(Kelimleri kitapta olduğu biçimiyle değiştirmeden yazdım.Mizahla ironi yapabilmek kuvvetli zeka gerektirir.)
Elini çantasına attı kızgınlıkla, sakalını yerinde bulamayınca tesbih tanelerini daha hızlı şakırdattı.
-Ne ahlak, ne namus, ne vicdan, ne merhamet, ne din, ne iman. Hiçbişey kalmamış! diye bağırmıştı ki, telefon çaldı.
Telefondan gelen sesi duyunca, az önce kızgınlıkla bağıran o değilmiş gibi birden sesi de, yüzü de yumuşadı. Telefonda konuşmanı dinleye dinleye, arada susarak, konuştu:
-Merhaba canım. Merhaba hayatım. Emret ! Estağfurullah. Yok o kadar körpesini istemem. Körpeler acemi oluyor. Dullarda da iş yok şekerim, kaşarlı oluyor; kaçtır denedik. Sen gene dediğimden şaşma, evli olsun; aile kadını başka ne de olsa. Nasıl? Sarışın mı? Biterim vallaha. Tombul? İyi, iyi. Sen herbişeyi hazır et, ben şimdi geliyorum canım. Görüşmek üzere gülüm.
Telefonu kapadı. Delikanlıya,
-Ne diyordum sana? diye sordu.
Delikanlı,
-Hiçbişey kalmamış, diyordunuz dedi.
Kalktı yerinden, duvardaki çiviye asılı şapkasını alırken,
-Evet, dedi, hiçbişey kalmamış. Telefonda konuştuklarımı duydun ya, evli kadın gizli evde çalışıyor, anla artık. Hiç, hiçbişey kalmamış. Yalan mı?
Delikanlı,
-Çok doğru söylüyorsunuz dedi.
Bu dünyanın işlerini yoluna koyduğu gibi, öbür dünyanın işlerini de yoluna koymuştu. Nasıl uygarlığın şartlarını yerine getirmişse, islamın beş şartını da yerine getirmişti. Önceki yıl hacı olmuştu. Yılın iki din bayramında kesinlikle camiye gider, bayram namazlarını hiç kaçırmazdı. Dünya işlerinden zaman bulabilirse, arada bir cuma namazlarına gittiği de olurdu. Yanında çalıştırdığı insanlara ödediği aylıkları zekât, devlete verdiği vergiyi fitre, düşürüp kaybettiği parası olursa onu da sadaka sayardı. İslamın dördüncü şartı olan oruç tutmayı Ramazan aylarında yerine getiremiyorsa da, zayıflamak için perhiz yaparak oruç eksiğini gidermeye çalışıyordu. Ama islamın beşinci şartı olan kelime-i şehadey getirmekte herhalde rekor ondaydı: enaz saatte bikaç kez kelime-ş şehadet getirir, üstelik her geğirdikçe -yine saate bikaç kez geğirirdi- estağfurullah demeyi de unutmazdı.
Bacağının birini kıçının altına alıp bağdaş kurmadan rahat edemediği için, ayağındaki pantolonun ütüsü bozulurdu. Buyüzden ütüyle alafranga heladan başka uygarlık araçlarının hiçbirinden yakındığı yoktu. Sosyetedeki kadınlara Hamfendi demesini öğrenmişti, boyunbağı da takıyordu, daha ne! Boyun bağını bağlamak zor geldiğinden, hazır düğümlü, kopçalı boyunbağı kullanıyordu.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
İşte başıma gelen hallar emice. Bunları böylece yaz mektupta emice. Ve de bana acele yol parasıyla bir de urba göderip beni bu Istanbul denilen yerden kurtarsınlar diye yaz emice. Mektubun sonuna da yaz ki Baki selam ile büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim.
Solcuyum dedim diye onca dayak yemişim, bir daha solcuyum der miyim hiç! Soranlara yaranıp da ellerinden canımı kurtarayım diye, Çok şükür sağcıyım dememle hep birden üstüme vardılar. Hay Allah, neciyim desem de kötekten kurtulsam, bilmem ki. Neyse ki bunlar, öncekiler gibi insafsız değik, kaçanın ardından kovalamıyorlar. Kaçtım kurtuldum.
Döşeme tahtalarını kazımak için kullanılan bir tel fırçayı eline geçirir, onunla hem sırtımı kazır, hemde bi yandan kaynar sular dökerek beni haşlardı. Amaaan dedikçe amanım göklere yükselir, ama Hasna’nın elinden kurtulasım olmazdı. Bir saat mi, iki saat mi, beni tel fırçayla kazıyıp rendeleyip, kaynar suda ıstakoz gibi haşladıktan sonra da işkencesi bitmezdi. Bu kez bir şişe alkol, bir paket pamukla, cayır cayır yanan derimi silerdi.
Neee? Hamama, çarşı hamamına öyle mi? Nasıl gittin o pid çarşı hamamına? Uyuzun, kelin, körün, akarcalının, kokarcalının, sıracalının, yaralının gittiği hamama. Hiç iğrenmedin mi? Eyvah! Artık senin kırk su şartlanman gerek. Kaynar sularla kırk su yıkan sabunlan ki hamamın pisliği üstünden akıp gitsin!
Değiller ya. Kadınlar, insanın dişisi değil, büsbütün insandan ayrı bir yaratık türü. Yalnız insan biçiminde yaratıldıkları için, biz onları insan sanıyoruz. Oysa apayrı yaratıklar onlar. İnsan biçiminde yaratılmış, ama insan olmayan, insandan başka, bambaşka şey kadın. Bizi yanıltan da bu. Bu gerçeği en sonunda anlayınca, şimdi altıncı karımla çok iyi geçiniyorum. Karım, benim için bir insan değil, belki bir melek, belki bir huri, belki adı konmamış güzel bir yaratık. Bir yanılıp da O’nu insan sansam, işte o zaman yandım.
Alamanara gelince. Bu Alamanlar atomu buldular bulmaya ama, işletemediler. Hitler az daha dişini sıkıp da dayansaydı, atomu işletmeye açacaklardı. Sonradan Amerigalılar Alaman alimlerini, bütün atom pavlikalarynan Ameriga’ya götürdüler.
Ağzıyla kuş tutan adam bir göz kırpmasıyla düşündü, sonra?
-Halis kan zinci değil, dedi, biraz gırmalık var ama, halis zinci değil. Hatta geçenlerde bi zinci, Amerigan garısından bi dolar çaldı deyi, zinciyi elektrik sandalyasına oturtmaya hüküm giydirdiler.
Haaa, o meseleye gelince. Zinci milleti de tenhada bir gart Amerigan avradı gördü mü, hümüğüne binip, zinci milletinin intikamını alıyor.
Haaa, o cemiyete gelincek. Bu Gulü-Glan cemiyetinin azaları, gündüz uyuyor, gece garanlığı bastı mıydı, başlarına yatak çarşafı geçirip, hortlak misali ortaya dökülüyor. Nerde bi zinci bulursa, zincinin soluğunu kesiyor.
Fosur fosur içiyk. Çimendifer gidiy. Biz de çimendiferin içinde gidiyk. Çimendifer bi istasyonda duriy. Biz de duriyk. Çimendifer galhiy, biz de galhiyk. Temo bi türki çığırmaya başladı: Hoş bileeezik hoş bileezik, golları nazik. Ben yarimden ayrı düşdüm, vay bana yazıh..
Mehkümün biri, Eyle isem, birer cuvere sarak da içek didi. Ben içmem didi. Temo Niye gardaş, içek didi. Cemo Ben içincek size galmaz gurban. Bir başlayıncak çoh içerim didi. Mehkum Bizde çoh var didi. Cemo Ben esreri içmem, yirim gardaş. Başladım mı, bi okka yemeyincek kafamı bulmam didi. Mehküm Yi bubam, yi. Canın sağ ola, sen esrer yi. Bizde çoh didi. Mehküm bizim Cemo’ya bir avuç esrer virdi. Cemo, hop deyi esreri yutdi. Öteki mehküm, bize cuvere sardı. Temo İçine esreri az kodun gurban, doldur doldur da içek, kafayı dutak didi. Mehküm cuvereyi yahdı. Bi nefes çekti. Temo’ya virdi. Temo cuvereden bi nefes aldı, bi daha aldı. Mehküm bu cuvere elden ele dolaşır didi. Mehküm bi cuvere daha sardı. O zamanacak Cemo cuvereyi tüketti. Yeni cuvereyi mehkümden aldı. Bi cuverede ben yahdım. Bi topah esreri yudan Temo, Bi cuvere de bana yahın didi. Bi cuvere de o yahdı.
Bizim Cemo ordan, Eyledir, esreri irçek gısmı içer didi. Temo’da Ben, esreri içmem. Ne gadar içsem az geliy. Ben esreri yirim didi. Ben Ula Temo bu esrer ne ki? Bizim melmekette esrer nirde didim. Sen bilmezsin gurban, irçek gısmı içer didi. Gafam gızdı. Kim bilmir? Ben mi? Ula ben sabah akşam esrer içmez miyim? Sen benim kader esrer içebili misin? didim.
Mehkümün biri ötekine Sen gaç esrer cuveresi içersin? didi. O da ona Esreri irçek gısmı içer, sen beş cuvere içemezsin didi. O da ona Beş değil, igirmi esrer cuveresi bilem içerim didi. Öteki de Esreri irçek içer, ben sekizen esrer cuveresi içmeyişin, gafam dutiy didi.
Mehkümün biri cuvereyi çıhardı. Temo Gurban, cuvere içmek yuh didi. Mehküm Cuvere içilmemiş olmaz arhadaş didi. Temo’da Biz emir guliyk gardaş, başçavişin emri bele didi.
İskenderüm’den çimendifere bindik gurban. Gidiyk. Ben gapıyı duttşm. Cemo pencereyi dutti. Çimendifer gidiy. Biz de içinde gidiyk. İçeri heç kimseyi goymiyk. Hırhızlar gonişiy. Cemo Gonuşmak yuh, yassah! didi. Hırhızın biri, Niye gonuşmak yuh! didi. Cemo’da Biz emir guluyik. Başçavişin emri bele didi. Ben Ula Cemo, bırak ki gonuşalar. Başefendi, gonuşmıyalar dimedi didim. Cemo Aman gurban, gonuşurkene gonuşurkene, bizi daldırır gaçarlar vallaha didi.
-Yandık buba. Mehkümler hırsız idi. Bizi soydiler, kaçtiler. Biraz durduktan sonra -Bura nire gurban? diye sordu,
Hastalardan biri,
-Bura hastane bilâder dedi.
-Hangi melmeket?
-İstanbul
Ula Cemo, senin urban nirde, ceketin, pantulun nirde gurban? diye sordu.
Cemo, kendine bakıp, don paça ortalıkta dolaştığını anladı.
Cemo, uyandı, gerindi, gözlerini oğuşturdu. Bir arkadaşına, bir çevresindeki kalabalığa baktı.
-Bura nire gurban? diye sordu.
Kısa boylusu,
-Ben n’eblem gardaş dedi.
Anasının bu çocuğa bir ayıdan gebe kaldığını söyleyenler bile vardı. Zengo büyüdükçe daha korkunçlaştı. Tepegözdü. Fincan iriliğindeki iki gözünden biri alnında, biri de yan aşağıdaydı. İri burnu, suratına saplanmış bir bıçağın sapı gibi duruyordu. Yanpiri, kocaman ağzı vardı. Çiğ pirzola gibi alt dudağı sarkık, iri dişleri de görünürdü. Bütün yüzü kıllarla kaplıydı.
En azgın, en azılı eşkiyanın bile, uydurma da olsa birkaç iyiliği anlatılır. Zengini soyar, yoksula verir, derler. Öksüz kızlara düğün dernek yapar, derler. Ne de olsa bir iyiliğini söylerler. Zengo için hiçkimse hiç bir iyi şey söylemiyordu. Bu Zengo, çocukluğundan beri canavardı. Adam öldürmekten, ama hiç yoktan cana kıymaktan zevk alıyordu. Öldüreceği adamın zengin yada yoksul, kadın yada erkek, yaşlı yada genç olması onun için hiç önemli değildi. Yıllarca dağlarda bir başına gezmişti. Yanına kimse sokulamazdı ki onunla arkadaş olsun.
Tam karikatürlerdeki zengin adam tipinde birisi arabadan çıktı. Yumuşak tüylü, kalın siyah paltosunun yakası kuvırcık kürklüydü. Beyaz bir boyun atkısı, kıvrık kenarlı siyah şapkası vardı. Manavın bir tükürük atıp hohlayarak önlüğüne sile sile parlattığı mostralık Amasya elması gibi, yanakları gergin ve parlaktı.
Sonra bizim Rıfat’ı gördüm. Rıfat beni sana gönderdi. Onun tanıdıkları vardır, dedi.
-Hangi Rıfat?
-Deve Rıfat
-Tanıyamadım.
-Yahu Galatasaray’da beraber değil miydik?
-Ne Galatasaray’ı ? Ben Galatasaray’da okumadım ki
Hemen arkamı dönüp yanaklarımı sildim. Hiç de böyle adam öpmek görmedim. Manda yalamış gibi yanaklarım yapış yapış olmuş. Geçti koltuğa orurdu. İkimiz birbirimize öyle bakıyoruz. Belleğimde hiç böyle bir arkadaş yok. Düşünüyorum, düşünüyorum, bitürlü kim olduğunu çıkaramıyorum. Bir kere okulda hiç bu değin uzun kimse yoktu.
Ben de onun boynuna sarılmak istedim ama, pek sarılamadım. Boyu iki metreyi aşkın. Ancak iki elimle beline dolanabildim. İki yanağımdan şapur şupur öptü. Ben biriki zıpladım ama, yanağına yetişemediğim için, dudaklarımı büzüp havada müp, müp diye iki kez ses çıkardım, onu öpmüş oldum.
Fötür tepemizde, fötürcünün dükkanından çıktık. Çıkmamızla arkadaş, bu bizim tepemizdeki essahtan bir kelebek. Fötür kelebek olmuş arkadaş, havada uçuyor. Yahu, işe bak. Güllü, fötür fötür der durur, biz on yıldır fötür fötür der dururuz. Dört yıl çalışıp, kafamıza bir fötür kondurduk, o da uçtu. Ben de fötürün arkasından havaya uçtum arkadaş.
Uzatmıyalım arkadaş, askere gittik. Askerlikte üç vilayetle beş de ilçe gördük. Benim gözüm hep fötürlülerde. Arkadaş, bu fötür erkeği bir başka erkek yapıyor. Bir bakıyorsun, karşıdan kral geliyor. Herif, bir de fötürü başından çıkarıyor ki, hiçbir adamlığı yok. Fötürü tepesine konduruyor, oluyor kral
Uzatmayalım, biz bu Güllü’yle bir gece onların ahırının arka kapısında buluştuk. Kız Güllü, imansız, beni yaktın yandırdın, insan bayramdan bayrama bir görünmez mi hiç.. dedim. Analığım koyuyor mu ki dedi. Kız, bu bizim iş n’olacak Seni Kel Mamıd’ın Arif’e veresilermiş Arif’e varırsan, kız seni yaşatmam, bilmiş ol dedim.
Neyse uzatmayalım, bu Güllü büyüdü, bir koca köyün biricik güzeli.Daha da bize kulak asmaz oldu. Bütün köy delikanlıları hep Güllü’nün ardında. Yabana gidecek diye yüreğim oynuyor. Kızı bir görüp de iki söz söylemenin yolu yok.
Kenan Paşa, kalabalık ailesini, bahçesindeki ağaçları, kümesteki hayvanları, evdeki kedileri disiplini altına alabilmek için o kadar çok çalıştı ki, yorgunluktan, seksenaltıncı yaşının dokuzuncu ayında, eski paşa emeklisine inme indi.
Kenan Paşa uzun yıllardır emekliydi ama köşkte boş durmazdı. Bahçedeki bütün yemiş ağaçlarını hizaya sokmuştu. Tavuk, hindi, kaz yetiştiriyordu. Her sabah kümesteki hayvanların yoklamasını yapardı. Uzun çalışmalardan sonra tavuklara, başta horoz olmak üzere yürüyüş kolunda gitmeyi sonra dağınık düzende çayırda yemlenmeyi öğretmişti.
Vaktiyle kızken bana yüz vermemişti, anası da istikbali yok diye beni bozmuştu ya, benim niyetim, şimdi bundan intikam almak. Eh, ünlenmişim, herkes beni tanıyor. Kimbilir kadın içinden Ben ne halt ettim de bu herifle evlenmedim diye geçiriyordur. Yani ben içimden, öyle düşünüyordur diye geçiriyorum. Ben böyle düşünürken O,
Ne iş yapıyorsunuz? diye sormasın mı?
Gelgelelim, vapurdaki bütün güzel kadınların karşısındaki yerleri, açıkgöz takımı kapmış. Bizde şans yok. Bana da kala kala çirkin bir kadının karşısındaki boş bir yer kalmış. Sanki beni rahatsız etmek için numaralı koltuk ayırmışlar. Ama bayım, kadın o kadar çirkin ki, insan kadının gönlünü almak için nezaketen bile suratına bakamıyor. Kadının ne kadar etkili çirkin olduğunu anlayın ki, gazeyeyi yüzüme kaldırdım da, yine de kadının suratını görüyorum. Kadın değil, mübarek ebedi hatıra Bir kez suratına bak birdaha ömrün oldukça unutamazsın.
Selim Efendi, durup dururken bela işte böyle geliyor insanın üstüne. Başımıza kalabalık toplandı. Sarhoşun elinden karımı kurtarmanın imkânı yok. İki elini dolamış, karımı şapur şupur öpüyor. Boyuna,
-Kırk yıldır sen beni öksüz bıraktın deyip duruyor.
-Yahu efendi, git işine. Benim karım otuzbeş yaşında. Senin anan nasıl olur?
Karım, benim için bir insan değil, belki bir melek, belki bir huri , belki adı konmamış güzel bir yaratık. Bir yanılıp da O’nu insan sansam , işte o zaman yandım.
— Bu elektrik sandalyesi ne?
— Haaa, sandalyaya gelincek Bu sandalya, efendime söyliym, bizim gurşuna dizmak gibi. Veyahut, de ki, asmak Amerigalıların yüreği yufka, adamı ayakta öldürmüyorlar.
— Allah Allah
— Evet Medeniyet başka şey canım. Adamı oturduğu yerde, haberi bile olmadan öldürüyorlar.
— Demek yorulmasın diye
Evet, mutluyum. Mutluluğum, karımdan gelmiyor ki, benden geliyor. Kadınları düzeltemeyeceğimi, bunun elimde olmadığını anlayınca, kendimi düzelttim.
Bana göre bir insan, kadınla erkek birleşince tam olur, bütünleşirdi. Tek başına erkek de, kadın da yarım insan sayılırdı.
ebedî hatıra .. Bir kez suratına bak , bir daha ömrün oldukça unutamazsın
Halen canımız bedenimizi terk eylemeyip, ruhumuzu teslim etmemiş olmamız bize ne büyük mutluluktur.
Bana göre bir insan, kadınla erkek birleşince tam olur, bütünleşirdi. Tek başına erkek de, kadın da yarım insan sayılırdı.
Mutluluğum karımdan gelmiyor ki, benden geliyor. Kadınları düzeltemeyeceğimi, bunun elimde olmadığını anlayınca, kendimi düzelttim.
-Bu elektrik sandalyesi ne?

+Haaa, sandalyaya gelincek Bu sandalya, efendime söyliyim, bizim gurşuna dizmak gibi. Veyahut, de ki asmak Amerigalıların yüreği yufka, adamı ayakta öldürmüyorlar.

– Allah Allah!

+ Evet. Medeniyet başka şey canım. Adamı oturduğu yerde, haberi bile olmadan öldürüyorlar.

Arkadaş, bu fötür erkeği bir başka erkek yapıyor. Bir bakıyorsun, karşıdan kral geliyor. Herif bir de fötürü başından çıkarıyor ki, hiçbir adamlığı yok. Fötürü tepesine konduruyor, oluyor kral
Burhan adında gençten birini tanırım. Tanırım dersem, bizim eve yakın bir kahve vardır, akşamları oraya çıkardım. Bu Burhan’ı da o kahvede tanımıştım. Hiç ruhumun hazzetmediği bir herif. Sulu, cahil, haddini bilmez, abuk sabuk konuşur bir zırtapoz. Ne iş yaptığını da pek kimse bilmez. Birara bu Burhan gözden kayboldu. Bir de duyduk ki particiliğe başlamış. Oğlan kurnaz. Doğrudan iktidar partisine girmemiş. Biliyor, doğruca iktidar partisine girse, kimse suratına bakmayacak. Bu açıkgöz önce muhalif partiye girmiş. Girmekle kalsa iyi. İktidar aleyhinde söylemedik laf bırakmamış. Nerde beş on kişilik bir topluluk, nerde avuç içi kadar bir meydan görse, hemen çıkıp nutuk çekermiş. Böyle böyle oğlan iyice azıtmış. Gazetelerde de resimleri, sözleri çıkmaya başlamış. Handiyse hapse girdi girecek. Meğerse oğlan hep işi planlı yapiyormuş. Tam hapse girmesine kıl kala, Ben hakikatleri gördüm, artık doğru yolu anladım. Ellerinizden öperim diye Ankaraya, ileri gelenlerin başına telgraf çekiyor. Telgraf radyoda da okunuyor. Bunun üzerine, bulunmaz bir mal gibi iktidar partisi bunu kucaklıyor.
İşi gücü olan, herzaman, heryerde iş bulunabilir sanıyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir