İçeriğe geç

A Good Man Is Hard to Find and Other Stories Kitap Alıntıları – Flannery O’Connor

Flannery O’Connor kitaplarından A Good Man Is Hard to Find and Other Stories kitap alıntıları sizlerle…

A Good Man Is Hard to Find and Other Stories Kitap Alıntıları

Şu hayatta gerçekten zevkli olan tek bir şey yok.
Kimsenin yardımına muhtaç değilim ben, dedi adam.
Kendi başıma gayet güzel geçinip gidiyorum.
Senin iyi bir insan olduğunu biliyorum, nasıl diye sorma, biliyorum işte, dedi ümitsizce.
Sıradanlıkla uzaktan yakından alakan yok senin!
Tanrı annemden daha iyi bir kadın yaratmışsa ben de ne olayım, babacığım da altın kalpli bir adamdı, hem de ne altın, yirmi dört ayar,
Her şey gün geçtikçe daha da beter oluyor.
Kader ortak noktaları olan insanların yollarını er ya da geç bir şekilde kesiştirmiyor mu?
gelin görün ki kalbi her şeye rağmen inatla atmayı sürdürüyordu.
geçmişle ilgili sorulardan ibaret kasvetli, kara bir tören alayı.
İyi insan bulmak zor. Her şey gün geçtikçe daha da beter oluyor.
.
Maneviyatı bölümlere ayırma ve onu yalnızca belirli bir yaşam türünde yerleşik hale getirme eğilimi olduğunda, maneviyat yavaş yavaş kaybolmaya meyillidir.

.

Kurtardığın hayat seninki olabilir.
Kurtardığın hayat seninki olabilir.
“Göğsümü yarıp da kalbimi yerinden çıkarsalardı dedi ,yine de hakkımda hiçbir şey öğrenemezlerdi”
ölünün mezarcıya bahşiş verdiği daha duyulmamış.
Çürük de olsam çolak da en nihayetinde bir erkeğim ne de olsa.Daha da önemlisi, dedi söyleyeceği şeyin önemini vurgulamak için parmaklarını yere vurarak, namuslu bir kafa yapım var.
Ölünün mezarcıya bahşiş verdiği daha duyulmamış.
.
Hanımefendi, birinin bir yığın cezalandırılması ve diğerinin hiç cezalandırılmaması size doğru geliyor mu ?..

.

. Dua et, dua,”
Sıradanlıkla uzaktan yakından alakan yok senin!
Bugünlerde insan kime güveneceğini bilemiyor ki, dedi. Öyle değil mi ama?
İyi insan bulmak zor. Her şey gün geçtikçe daha da beter oluyor.
Şimdi hem gerçeklerden hem de değerden şüphe eden bir çağda yaşıyoruz.

Görmek ve yargılamak istediğimiz bu çağın hayatıdır.

Mevsimler olmasa zamanın, ışık olmasa sıcağın nasıl çekilmez olacağını, ruhun selamete ermesi ihtimali olmasa insanın halinin nice olacağını anladığını hissediyordu.
Birinin sefaleti başkasının serveti ne de olsa.
Beden ev gibidir, bir yere kımıldamaz; ama ruh, işte o bir otomobil gibidir: Sürekli hareket halindedir, sürekli oradan oraya
Ama artık gerçek yüzünün, sırf umutsuzluğa kapılmasın diye kendinden gizlenmiş olduğunu anlıyordu.
İnsanın öldüğünde Yaratıcısına sunmak üzere öbür dünyaya götürüp götürebileceği yegâne şey olduğunu anladı merhametin ve kendinde bunca az bulunmasından duyduğu utançla yüzü birden ateş basmış gibi kıpkırmızı kesildi.
Mevsimler olmasa zamanın, ışık olmasa sıcağın nasıl çekilmez olacağını, ruhun selamete ermesi ihtimali olmasa insanın halinin nice olacağını anladığını hissediyordu.
İçinin karanlık bir köşesinden gün yüzüne çıkarak düşlerine doluşan karanlık gölgelerin ve belli belirsiz seslerin yarı yarıya bilincinde, huzursuz bir uyku uyuyordu.
Sanki her şeyi şimdiden bilirmiş de o bildiklerini bir unutabilse pek memnun olacakmış gibi görmüş geçirmiş bir hali vardı.
Güneş göğe yükselmiş kan revan içinde bir kutsanmış ekmek gibi kıpkırmızı dev bir top olup çıkmıştı ve nihayet batıp gözden kaybolduğunda, ağaçların tepesinde uzayıp giden kırmızı toprak bir yolu andıran bir çizgi bıraktı gökyüzünde.
Güneş batıyor, gökyüzü müziğin ahenkli hüznüne ayak uydururmuş gibi yaralı bir menekşe rengine bürünüyordu.
Babaanne Florida’ya gitmek istemiyordu. Doğu Tennessee’ deki bazı akrabalarını ziyaret etmek istiyordu ve Bailey’nin fikrini değiştirebilmek için karşısına çıkan her fırsatı ganimet biliyordu. Bailey aynı çatı altında yaşadığı oğluydu, tek erkek evladı. Şimdi Journal gazetesinin turuncu spor sayfası üzerine eğilmiş, masada, sandalyesinin ucunda oturuyordu. O kafanı bir zahmet kaldır da şuna bak Bailey, dedi babaanne, şuna bak şuna, iyice oku şunu. Bir elini ince kalçasına dayamış, öbür eliyle gazeteyi oğlunun kabak kafasına doğru sallıyordu. Bak ne yazıyor, kendine Ayarsız diye isim takmış o adam yok mu, Federal Hapishane’ den firar etmiş de Florida’ya doğru gidiyormuş. O insanlara neler ettiği bir bir yazıyor, al kendi gözlerinle gör. Yalnızca oku, başka bir şey demiyorum sana. Böyle bir caninin başıboş gezdiği bir yere çocuklarımı ölsem götürmezdim. Çünkü sonra vicdanım sızım sızım sızlardı.
Bailey okuduğundan başını kaldırmayınca, olduğu yerde çark edip bu kez de çocukların annesine döndü yüzünü, ayağında pantolon olan genç bir kadındı bu; bir lahana kadar yayvan ve masum olan yüzü, yeşil bir başörtüyle çepeçevre bağlanmış, başörtünün iki ucu başının tepesinde tavşan kulakları misali dikilmişti. Kanepede oturmuş, bir kavanozdan bebeğe kayısı yediriyordu. Hem çocukların Florida’ya gitmişliği var, dedi ihtiyar hanım. Değişiklik olsun diye bir kere de başka bir yere götürseniz fena mı olurdu, hiç değilse böylece dünyanın değişik yerlerini görmüş olurlardı da ufukları genişlerdi. Doğu Tennessee’ye hiç gitmediler mesela.
Çocukların annesi onu duymamış gibiydi, ama sekiz yaşındaki oğlan John Wesley –gözlüklü, boydan yana fukara ve tıknaz bir çocuk– cevap yetiştirdi: Florida’ya gitmek istemiyorsan, neden evde kalmıyorsun madem? O ve küçük kız June Star, yerde gazetenin çizgi roman ilavelerini okuyorlardı.
Bir günlüğüne kraliçe olacağını bilse, yine evde kalmaz o, dedi June Star, sarı kafasını kaldırmadan.
Demek öyle, peki bu adam, bu Ayarsız sizi eline geçirse o zaman ne yapacaksınız acaba? diye sordu babaanne.
Suratının ortasına tokadı bir yapıştırırım, görür gününü, dedi John Wesley.
Milyon dolar verseler yine evde kalmaz o, dedi June Star. Bir şeyden eksik kalacak diye ödü kopuyor. Nereye gitsek illa gölge gibi peşimizden gelecek.
Öyle olsun küçükhanım, dedi babaanne. Yarın bir gün saçlarını kıvırayım diye bana geldiğinde de bu dediğini unutma ama.
June Star saçlarının kendiliğinden kıvırcık olduğunu söyledi.
Ertesi sabah babaanne, yolculuğa hazır ve nazır vaziyette herkesten önce arabada yerini almıştı. Bir köşede hipopotam kafasına benzeyen kocaman siyah valizi vardı ve onun altında da, içinde kedi Pitty Sing’in olduğu bir sepet gizliyordu. Kedinin üç gün boyunca evde yapayalnız kalmasına göz yumacak hali yoktu çünkü, hem Pitty Sing yokluğunda onu çok özlerdi, hem de hayvancağızın gaz ocağının gözlerinden birine sürtünüp kazara kendisini zehirlemesinden korkuyordu. Oğlu Bailey, motelde kalacakları zaman yanlarında kedi olmasından hoşlanmazdı.
Babaanne bir yanında John Wesley, öbür yanında June Star’la arka koltuğun ortasına yerleşti. Bailey, çocukların annesi ve bebek de öne oturdular ve böylece tam sekiz kırk sekizde arabanın mil saati 55890’da iken Atlanta’dan yola çıktılar. Babaanne bunu bir kenara yazdı çünkü geri döndüklerinde kaç mil yol katetmiş olduklarını bilmenin ilginç olacağını düşünüyordu. Şehrin dışına çıkmaları yirmi dakikayı buldu.
İhtiyar hanım, beyaz pamuklu eldivenlerini çıkarıp onları çantasıyla birlikte arka camın önündeki rafa kaldırarak yerine rahatça yerleşti. Çocukların annesinin ayağında yine pantolon vardı ve başı da yine o yeşil başörtüyle bağlıydı, oysa babaannenin başında kenarında bir demet beyaz menekşe bulunan lacivert hasırdan bir denizci şapkası, üstünde ise küçük beyaz puantiyeli lacivert bir elbise vardı. Elbisesinin yakası ve manşetleri dantelle süslenmiş beyaz organzedendi ve yakasına bez menekşelerle süslü, üstünde minik bir de esans kesesi bulunan mor bir dal iliştirmişti. Bir kaza geçirmeleri halinde, onu otobanda ölmüş olarak gören herkes derhal bir hanımefendi olduğunu anlayacaktı.
Havanın araba yolculuğu için birebir olduğunu söyledi, ne çok sıcaktı ne de çok soğuk; sonra Bailey’ye hız sınırının saatte elli beş mil olduğu ikazında bulundu. Devriyelerin, yol kenarlarındaki büyük ilan panolarının ve küçük ağaç öbeklerinin ardında pusuya yattıkları ve daha yavaşlamaya fırsat bulamadan bir anda tam gaz peşine takılıverdikleri konusunda uyardı oğlunu. Manzaranın ilginç ayrıntılarına dikkat çekti: Taş Dağ’a; bazı yerlerde otobanın iki yanına dek sokulan mavi granite; mor çizgilerle inceden inceye yol yol olmuş ışıltılı kırmızı kil sırtlarına ve toprağa sıra sıra yeşil telkâriler bezeyen çeşit çeşit ekine. Ağaçlar gümüş-beyaz güneş ışığıyla doluydu ve en sıradan olanları bile göz kamaştırıyordu. Çocuklar çizgi roman dergileri okuyorlardı ve anaları yeniden uykuya dalmıştı.
Georgia’nın içinden jet gibi geçelim ki ona fazla bakmak zorunda kalmayalım, dedi John Wesley.
Ben küçük bir oğlan olsaydım, dedi babaanne, doğduğum eyalet hakkında böyle konuşmazdım. Tennessee’nin dağları varsa, Georgia’nın da tepeleri var.
Tennessee, dağ köylüleriyle dolu bir çöplükten başka bir şey değil, dedi John Wesley, ve Georgia da iğrenç bir eyalet.
Doğru söze ne denir, dedi June Star.
Benim zamanımda, dedi babaanne ince damarlı parmaklarını kıvırarak, çocuklar doğdukları eyaletlere, ana-babalarına ve her şeye karşı daha hürmetliydi. O zamanlar insanlar doğru düzgün davranıyordu. A, şu sevimli kara boncukçuğa da bakın! Parmağıyla bir barakanın kapısında duran bir zenci çocuğu işaret edip, Tam resimlik bir manzara değil mi? diye sordu. Hepsi dönüp arka camdan küçük zenciye baktılar. Oğlan el salladı.
Pantolon giymemişti, dedi June Star.
Muhtemelen pantolonu yoktur da ondan, diye açıkladı babaanne. Memleketteki küçük zenciler, bizim sahip olduğumuz türden şeylere sahip değiller. Resim yapabilseydim, işte bunun resmini yapardım.
Çocuklar çizgi romanlarını değiştokuş ettiler.
Eee, artık hiçbir şey eskisi gibi değil bayan, dedi adam. Dünya çürüdü çürüyecek.
Sen de dürüst bir hayat sürebilirsin, yeter ki bunu gerçekten iste..
İnsan var,etliye sütlüye hiç karışmadan yaşar gider, insan var illa deşer de deşer, her bir şeyin nedenini nasılını öğrenmedikçe rahat edemez.
Bazı zaman insan gönlünden geçmeyen şeyler söyler,olur öyle.
İyi insan bulmak zor. Her şey gün geçtikçe daha da beter oluyor. Kapıyı, sinekliği ardına kadar açık bırakıp evden çıktığımız o günleri dün gibi hatırlıyorum. Ama şimdi nerdee.
Şu akıl sır ermez dünyada güvenilecek tek bir Allah’ın kulu yok. Kimse de istisna değil, hem de hiç kimse.
Ne yapsan boş, insanlarla başa çıkılmaz. Bugünlerde insan kime güveneceğini bilemiyor ki!
Eskinin iyi insanları kalmadı artık, ona hiç şüphe yok.
:DDD
Bayan Pritchard ormanlara gözünü dikti. Benim bütün varım yoğum apseli dört diş. diye görüşünü belirtti.
Daha ne istiyorsun, beş olmadığına şükret o zaman diye çıkıştı.
çünkü din, kötülükten kendilerini sakınamayacak kadar aptal olan insanlar için icat edilmiş bir şeymiş gibi geldi ona daha ziyade.
Kendisi gibi aklıselim İnsanlar içinse şarkı söylemeye vesile olan toplumsal bir olaydı olsa olsa; ama din üzerine biraz daha kafa yormuş olaydı şeytanın bu işte elebaşı, Tanrı’nınsa onun yardakçısı olduğu kanaatine varırdı kuşkusuz.
Kızın yüzü neredeyse mordu. Sen bir Hıristiyansın diye tısladı dişlerinin arasından. İyi bir Hıristiyansın! Diğerlerinden hiç farkın yok senin – dediklerinle yaptıkların birbirini tutmuyor. Gerçekten de kusursuz bir Hıristiyansınmışsın sen
Takma bacağına kendisinden başka hiç kimse el sürmemişti bugüne dek. Onu başka insanlar ruhlarının üstüne nasıl titriyorsa öyle sakınıp saklıyor, ancak yalnız başına olduğunda, handiyse gözlerini kaçırarak çıkarıp takıyordu.
Ah zavallı çocukcağız, hepimiz lanetlenmişiz. Ama bazılarımız gözlerini kör eden perdeleri alaşağı edip gerçekte görecek hiçbir şey olmadığını keşfetmeyi başarıyor en azından. Bu da bir çeşit kurtuluş.
yani sevmek kelimesini esnek bir şekilde kullanacak olursak, öyle de denebilir. Ama bu benim kullandığım bir kelime değil. Yanılsamalara kapılıp da kendimi kandırmam. Her şeyin iç yüzünü dibine kadar, bir hiçten ibaret olduğunu anlayana kadar gören insanlardanım ben.
Hiçbir insandan esirgenmeyen ve çocuklara da akıl sır ermez yollarla çektirilen ızdıraptan doğduğunu anlamaya başlıyordu bu hissin.
Bay Head o ana dek merhamet görmenin nasıl bir his olduğunu hiç bilmemişti, çünkü onu zerrece hak edemeyecek kadar iyi ve kusursuz davranmıştı, ama artık bunu anladığını seziyordu içten içe.
Bir başkasının zaferi anısına dikilmişken şimdi onları müşterek yenilgilerinde birleştiren bir anıtla, büyük bir gizemle burun buruna gelmişçesine bakıyorlardı yapma zenciye.
Bay Head ağır ağır arkasını döndü. Mevsimler olmasa zamanın, ışık olmasa sıcağın nasıl çekilmez olacağını, ruhun selâmete ermesi ihtimali olmasa insanın hâlinin nice olacağını anladığını hissediyordu.
Mümkün olsa Bay Head ona ihtiyarlığın eşsiz bir nimet olduğunu, insanın ancak yaşını başını aldığında hayata dair dingin bir anlayışa vakıf olup gençlere yol gösterebilecek olgunluğa eriştiğini söylerdi.
iki savaşta birden çarpışamam!
Söylesene, dedi oğlan, bazı insanların tanışmasının tesadüf olmadığını senin de düşündüğün oldu mu hiç? Kader ortak noktalan olan insanların yollarını er ya da geç bir şekilde kesiştirmiyor mu?
Söylesene, dedi oğlan, bazı insanların tanışmasının tesadüf olmadığını senin de düşündüğün oldu mu hiç? Kader ortak noktalan olan insanların yollarını er ya da geç bir şekilde kesiştirmiyor mu?
İnsanlarla başa çıkılmaz. ( ) Bugünlerde insan kime güveneceğini bilemiyor ki.
Söylesene, dedi oğlan, bazı insanların tanışmasının tesadüf olmadığını senin de düşündüğün oldu mu hiç? Kader ortak noktalan olan insanların yollarını er ya da geç bir şekilde kesiştirmiyor mu?
“Bayan,” dedi Ayarsız, gözlerini kadının üzerinden aşırıp koruluğun derinliklerine dikerek, “ölünün mezarcıya bahşiş verdiği daha duyulmamış.”
Kendime Ayarsız diye isim taktım,” dedi, “çünkü bir kefeye işlediğim bütün kabahatleri, öbürüne de ceza niyetine bana çektirdikleri onca çileyi koyduğumda ayarları birbirini tutmuyor.”
Hiçbir şeyin içindeki bir hiçliğin ortasındaydı sanki, orada dinleniyor ve bekliyordu, zamandan bol bir şeyi de yoktu.
Geçmiş ile gelecek onun için aynı şeydi, biri unutulmuştu, diğeri de hatırlanmıyordu.
Şu hayatta gerçekten zevkli olan tek bir şey yok.
Yaşamak onun için öyle bir alışkanlığa dönüşmüştü ki, başka herhangi bir durumu tasavvur dahi edemiyordu.
Hiçbir şeyin beni alt etmesine izin vermiyorum, kimseyle bir alıp veremediğim de yok. Bela arayan biri değilim. Ama başıma bir dert açıldığında da gereğini yapıyorum.
Kader ortak noktaları olan insanların yollarını er ya da geç bir şekilde kesiştirmiyor mu?
Bay Shiftlet dünyanın sorununun kimsenin hiçbir şeyi umursamaması, sabretmeyi bilmemesi, sıkıntıya gelememesi olduğunu söylüyordu.
Geçmiş ile gelecek onun içi aynı şeydi, biri unutulmuştu, diğeri de hatırlanmıyordu.
Şu akıl sır ermez dünyada güvenilecek tek bir allahın kulu yok, dedi. Kimse de istisna değil, hem de hiç kimse diye tekrarladı Kızıl Sammy’ye baka baka.
Şu hayatta gerçekten zevkli olan tek bir şey yok.
ölünün mezarcıya bahşiş verdiği
daha duyulmamış.
Birinin öldüresiye cezalandırıldığı yerde, başkasının hiç cezalandırılmaması sana doğru geliyor
mu bayan?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir