İçeriğe geç

50 Soruda Evren Kitap Alıntıları – Çağlar Sunay

Çağlar Sunay kitaplarından 50 Soruda Evren kitap alıntıları sizlerle…

50 Soruda Evren Kitap Alıntıları

Güneş atmosferinin en üst katmanı “güneş tacı”dır. Bu katman için Latincede taç anlamına gelen “korona” sözcüğü de kullanılır. Çok sıcak ve seyreltilmiş plazmadan oluşur. Uzayda milyonlarca kilometre öteye kadar uzanır ve sıcaklığı da 2 milyon dereceyi bulur. Tam güneş tutulmaları sırasında Güneş’in çevresinde etkileyici beyaz bir hale olarak görünür.
Güneş, Dünya’ya en yakın yıldızdır; ondan yaklaşık 150.000.000 km ya da yaklaşık 8 ışık dakikası uzaktadır. Gökbilimciler bu uzaklığı Astronomik Birim (AB) denen bir birim olarak kabul etmişlerdir ve onu uzaydaki küçük mesafeleri ölçmek için kullanırlar. Gezegenimiz Dünya, 4,56 milyar yaşındaki bu yıldızın çevresinde döner. Ama yalnızca Dünya değil, onunla birlikte yedi gezegen, beş cüce gezegen, gezegenlerin 160’ı aşkın uydusu, milyarlarca asteroit ve kuyrukluyıldız da döner. Bütün bu cisimler yaklaşık bir ışık yılı çaplı bir sistem oluşturur. Bu sistem, merkezdeki yıldızın adıyla anılır: Güneş Sistemi.

Güneş’in kütlesi sistemdeki toplam kütlenin yüzde 99,86’sını oluşturur. Bu dev kütlenin yarattığı kütleçekim etkisiyle Güneş, sistemdeki bütün cisimleri değişik yörüngelerde kendisine bağlı tutar.

Küçük kütleli bir yıldız olması, Güneş’i uzun ömürlü yapar. Yıldızların büyüklükleriyle ömürleri ters orantılıdır. Büyük yıldızlar az, küçük yıldızlarsa çok yaşar. Yaklaşık 4,56 milyar yaşında olan Güneş’in daha 5-6 milyar yıllık ömrü vardır.

Güneş de tıpkı Dünya ve öteki gezegenler gibi kendi ekseninde döner. Ancak katı olmadığından dönüş süresi ekvatorunda (25 gün) ve kutuplarına yakın bölgelerde (36 gün) farklıdır. Güneş bulunduğu noktada hareketsizmiş gibi durur. Bu doğru değildir. Hem gezegenlerin kütleçekim etkisi nedeniyle olduğu yerde bir salınım yapar, hem de saatte 800.000 km’lik bir hızla Samanyolu içinde yol alır; tabi onunla birlikte bütün Güneş Sistemi de ilerler.

Şimdiye kadar yapılan gözlemlerde, Güneş’te 67 değişik elementin bulunduğu anlaşılmıştır. Ancak bugünkülerden daha duyarlı aygıtlarla Güneş’te çok daha az miktarlarda bulunan başka elementler de zamanla keşfedilebilir. Güneş’in çekirdek dışındaki katmanlarının kimyasal bileşimi hâlâ ilk oluştuğu dönemdeki bileşimine benzer: Yüzde 71 hidrojen, yüzde 27 helyum, yüzde 1,5 oksijen, karbon, azot ve yüzde 0,5 kadar da öteki elementler.

Kuşkusuz Güneş’in çekirdeğindeki oran, orada sürekli enerji üretilirken hidrojenin helyuma dönüşmesiyle zaman içinde biraz değişmiştir. Oluşumundan bu yana Güneş’in çekirdeğindeki hidrojen oranının yüzde 35 (çekirdeğin merkezinde) ila yüzde 65’e (çekirdeğin en dış bölümlerinde) kadar gerilemiş olduğu tahmin ediliyor.

Başta hidrojen ve helyum olmak üzere, gazlardan ve kozmik tozlardan oluşan bu dev bulutlara Latince’de “bulut” anlamına gelen nebula denir. Bunlara Türkçede bulutsu diyoruz. Bulutsular antikçağın büyük bilim insanı Ptolemaios’tan (Ptolemy ya da Batlamyus olarak da bilinir) bu yana, yaklaşık 2000 yıldır biliniyor.

Bulutsular çok büyük hacimleri kaplayan, birkaç ışık yılından birkaç yüz ışık yılına kadar değişen çaplarda, ama yoğunlukları çok düşük olan yapılardır.

Bulutsular yeni yıldızların doğum yerleridir. Bununla birlikte bazı bulutsular da yıldızların ölümleri sırasında oluşur.

Dünya ile Mars arasındaki uzay ile Güneş ile Akyıldız (Sirius) arasındaki uzay ya da Samanyolu ile Andromeda Gökadası arasındaki uzay, aynı boşlukta –ya da dolulukta– değildir.

Yıldızlar arası uzay, gezegenler arası uzaya göre daha “boş”tur.

kilometreküpte 100 toz parçacığı kadardır. Bu sayılar çok küçük görünebilir, ama Samanyolu’ndaki toplam maddenin yaklaşık yüzde 10’unu gaz ve toz oluşturur. Buna, yıldızlar arası madde de denir. Madde miktarı Samanyolu’nun ötesindeki gökadalar arası uzayda çok daha azdır.

1900’lü yılların başından önce yaklaşık 2000 yıl boyunca uzayın, eter diye bilinen görünmez bir maddeyle dolu olduğu ve ışık dalgalarının da onun içinde ilerlediği düşünülürdü. Ancak elektromanyetik kuram ve görelilik kuramlarıyla birlikte ışığın ilerlemesi için herhangi bir ortama gereksinim olmadığı ve uzayın da “boş” olduğu anlaşıldı.
Gökcisimlerinin atmosferlerinin ötesindeki bölgeye uzay denir. Bir anlamda uzay bizim için Dünya atmosferinin sona erdiği noktanın ötesidir.

Atmosferin nerede bittiği, uzayın nerede başladığı” belirsizliğiyle birlikte, bilim insanları arasında karman hattı diye bilinen ve uzayın başladığı sınır olarak kabul edilen bir yükseklik de vardır. Bu yükseklik 100 km’dir.

Uluslararası Uzay İstasyonu yerden 350 km yukarıda, Hubble Uzay Teleskopu 560 km yukarıda ve ilk yerli Dünya gözlem uydumuz RASAT da 700 km yukarıda dönmektedir.

Evren genellikle, “geçmişte var olmuş, bugün var olan ve gelecekte var olacak her şeyin oluşturduğu bütünlük”

genel kabul gören bilimsel evren modeli her şeyin 13,75 milyar yıl önce tek bir noktadan ortaya çıktığını, zamanın o anda akmaya başladığını ve o tarihten bu yana da Evren’in sürekli genişlediğini ve değiştiğini söyler. Ancak büyüyen, genişleyen Evren’in bir merkezi ya da kenarları yoktur.

Genişleyen Evren’imizin bize uzak bölgeleri, yakın bölgelere göre daha hızlı genişler, bizden uzaklaşır.

Yapılan hesaplara göre gözlemlenebilir Evren’in yarıçapı 46 milyar ışık yılıdır. Bir başka deyişle Evren’de görebildiğimiz her şey 92 milyar ışık yılı çaplı bir kürenin içinde yer alır.

Güneş’e Merkür’den yaklaşık iki kat daha uzaktır ve Merkür’ün aldığı güneş ışınlarının ancak dörtte birini alır. Bu durumda Venüs’ün aslında soğuk bir gezegen olması beklenir. Ne var ki Venüs, Güneş Sistemi’nin en sıcak gezegenidir. Kalın bulut tabakasının üstündeki sıcaklık -25 derece kadarken gezegenin yüzey sıcaklığı 470 dereceyi geçer. Bunun nedeni de sera etkisinin yol açtığı küresel ısınmadır.
Venüs, adını Roma Aşk Tanrıçası’ndan almış olabilir, ama gezegenin yüzeyi ve atmosferi geleneksel cehennem tasvirlerini çağrıştırır.
Venüs’te mevsimler yoktur. Bu hem yörüngesinin neredeyse çember şeklinde olmasından (gezegen Güneş’e hep aynı uzaklıktadır), hem de ekseninin yörünge düzlemine neredeyse dik olmasından kaynaklanır. Venüs yörüngesinde ilerlerken hiçbir zaman herhangi bir yarımküresi ya da kutbu belirgin bir biçimde Güneş’e dönük olmaz.
Halk arasında Akşam Yıldızı ya da Sabah Yıldızı olarak da bilinen Venüs, Güneş’e en yakın ikinci gezegendir. Adını Romalıların Aşk ve Güzellik Tanrıçası’ndan alır. Gerçekten de geceleri Venüs’ün etkileyici parlaklığı, gökyüzündeki bütün yıldızları açık ara geride bırakır. Gezegen o denli dikkat çekicidir ve o kadar göze çarpar ki, sık sık UFO zannedilir.
Merkür hem çok sıcaktır, hem de küçük gezegenin kütleçekim kuvveti yeterince güçlü değildir. Kısacası gezegenin, kalınca bir atmosferi sürekli olarak tutabilecek özelliği yoktur. Sıcak gaz molekülleri, kaçış hızı düşük Merkür’den kolayca uzaya kaçmıştır.
Merkür jeolojik açıdan çok uzun zamandır ölü bir gezegendir. Kabuğu kayalardan oluşan bu küçük gezegenin yüzeyi, Ay’ın yüzeyine çok benzer; dağlar, düzlükler vardır ve küçüklü büyüklü birçok kraterle kaplıdır. Gökbilimciler Merkür’ün yüzeyindeki büyük kraterlere Homer, Dickens, Renoir, Michelangelo, Bach gibi ünlü yazar, ressam ve müzisyenlerin adlarını vermiştir.
Merkür, Güneş Sistemi’ndeki sekiz gezegenin en küçüğüdür. Antik Dönem’den beri bilinen beş gezegenden en az dikkat çekenidir.
Satürn’ün çevresindeki halkalar Galileo’dan bu yana biliniyor; gerçi Galileo büyütme gücü düşük teleskobuyla onların halka sistemi olduğunu fark edememişti. Onların küçük göktaşlarının oluşturduğu halkalar olduğunu 1659’da Christiaan Huygens açıkladı. Yüzlerce yıl boyunca halka sistemlerinin yalnızca Satürn’e özgü olduğu sanıldı. Ama güçlü teleskoplar ve gönderilen uzay araçları sayesinde zamanla dört dev gezegenin hepsinin de halkaları olduğu anlaşıldı.
Kuşkusuz en iyi bilinen halka sistemi Satürn’ünkidir. Hatta öteki gaz devlerinin de halkası olduğu genellikle bilinmez. Halkalar, bir gezegenin çevresinde, kendi yörüngesinde dönen iri kaya parçalarından küçük taşlara kadar değişik boyutlarda, buzdan, trilyonlarca göktaşının (döküntünün) oluşturduğu yapılardır. Gezegenlerin büyüklüğüyle karşılaştırıldığında, halkaların kalınlığı 40 katlı bir binanın yanında ancak bir kâğıdın kalınlığı kadar kalır. Dev gezegenlerin hepsinin halka sistemi vardır. Ne var ki bunların hepsi de çap, parlaklık, genişlik ve içerikleri açısından farklıdır. Halkaların büyük bölümü kendi gezegenlerinin Roche sınırı içinde yer alır.
Mikolaj Kopernik’in Göksel Kürelerin Dönüşü Üzerine adlı kitabını yayımladığı 1543 yılına kadar da Dünya’nın bir gezegen olduğu düşünülmedi. Kopernik kitatabında, Dünya’nın gerçekte Güneş’in çevresinde dönen sıradan bir gezegen olduğunu ileri sürüyordu. Ona göre Ay da gezegen değil, Dünya’nın çevresinde dönen bir gökcismiydi.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Eski Yunanlar gökyüzünde yıldızlardan farklı hareket eden ışıklı yedi gökcismi saptamışlar ve adlarını da kendi mitolojilerinden vermişlerdi: Selene (Ay), Helios (Güneş), Hermes (Merkür), Afrodit (Venüs), Ares (Mars), Zeus (Júpiter) ve Kronos (Satürn). Bunlara genel olarak gezgin anlamına gelen planet diyorlardı. Dünya, o dönemin inanışına göre Evren’in merkezi olduğundan, bir gezgin olarak kabul edilmiyordu.
Güneş olmasa Dünya çıplak bir kaya gibi, ıssız, çorak, karanlık ve donmuş bir gezegen olurdu.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Biliminsanları Evren’de en az 175 milyar gökada bulunduğunu biliyor. Bunlardan biri de gökadamız Samanyolu’dur. Hesaplara göre Samanyolu’nda 200 milyar kadar yıldız vardır. Samanyolu büyük bir gökadadır. Bu büyük gökadanın sarmal kollarından birinde, kenara yakın bir bölgede küçük, sıradan bir yıldız yer alır. Biz ona Güneş deriz. Güneş yüzeyinin sıcaklığı yaklaşık 5500°C’tır. Her ne kadar kayaları buharlaştırmaya yetecek kadar yüksek olsa da bu sıcaklık, bazı başka yıldızlarla karşılaştırıldığında pek de yüksek sayılmaz.
Güneş bulunduğu noktada hareketsizmiş gibi durur. Bu doğru değildir. Hem gezegenlerin kütleçekim etkisi nedeniyle olduğu yerde bir salınım yapar, hem de saatte yaklaşık 800.000 km’lik bir hızla Samanyolu içinde yol alır; tabi onunla birlikte bütün Güneş Sistemi de ilerler.
Güneş, Dünya’ya en yakın yıldızdır; ondan yaklaşık 150.000.000 km ya da yaklaşık 8,3 ışık dakikası uzaktadır. Gökbilimciler bu uzaklığı Astronomik Birim (AB) denen bir birim olarak kabul etmiştir ve onu Evren’deki küçük mesafeleri ölçmede kullanırlar. Gezegenimiz Dünya, 4,56 milyar yaşındaki bu yıldızın çevresinde döner. Ama yalnızca Dünya değil, onunla birlikte yedi gezegen, beş cüce gezegen, gezegenlerin ve cüce gezegenlerin 194 uydusu, milyarlarca asteroit ve kuyrukluyıldız da döner. Bütün bu cisimler yaklaşık bir ışık yılı çaplı bir sistem oluşturur. Bu sistem, merkezdeki yıldızın adıyla anılır: Güneş Sistemi.
Yıldızlardan gelen ışıkları inceleyerek, içlerindeki elementleri saptamaya yarayan spektroskopun 1859’da keşfinden kısa süre sonra, Güneş’in de aslında bir yıldız olduğu ya da geceleri gökyüzünü dolduran bütün o nokta büyüklüğündeki ışıkların gerçekte birer Güneş olduğu anlaşıldı.
Doğanın enginliğiyle karşılaştığımız nadir anlarda yoğun kimi duygular, düşünceler doluşur içimize. Şehir ışıklarından uzakta, aysız bir gecede başımızı göğe kaldırdığımızda örneğin. Derin karanlığın içinde irili ufaklı, uzaklı yakınlı yıldızlar, bulutsu alanlar Görkemli büyüklüğüyle büyüleyen ve kendimizi minicik hissettiren bir Evren. Ama bununla çelişen başka bir duygumuz daha vardır: Bu muazzam bütünün bir parçası olduğumuz hissi. Her ne kadar, bugün Evren’in bir ürünü olduğumuzun bilgisine bilim yoluyla ulaşmış olsak da, bu büyük bütünün bir parçası olduğumuz hissi, aynı gökyüzünü çağlar boyunca seyretmiş diğer insanlara da yabancı olmasa gerek. Belki mağarasının önünde gökyüzündeki meteor yağmurunu seyrederek heyecanlanan türümüzün ilk örneklerine bile.
Önümüzdeki bir milyar yıl içinde Güneş’in
parlaklığı yüzde 10 artacak; bu da yeryüzündeki sıcaklıkların 40-50 derece yükselmesine yol açacak. 3,5 milyar yıl
sonraysa parlaklığı yüzde 40 daha çok olacak. Bu durumda yeryüzündeki sıcaklıklar dayanılmaz dereceleri bulacak.
Dünya, bugünkü Venüs kadar sıcak hir gezegen olacak. Olasılıkla o zaman yerin binlerce metre derinliklerinde yaşayan dayanıklı birkaç bakteri türünden başka, Dünya’da hiçbir canlı olmayacak. Öyle gözüküyor ki, Dünya’da bakterilerle başlayan yaşam, bakterilerle son bulacak.
Galilei, kendi geliştirdiği teleskopla Güneş’in görüntüsünü bir kôğıdın
üzerine düşürmüş ve lekelerin üstünden geçerek onları ilk kez kaydetmiştir.
Arka arkaya yaptığı gözlemlerle bu lekelerin aynı yönde ilerlediğini,
yani aslında Güneş’ in de tıpkı Dünya gibi kendi ekseninde döndüğünü fark etmiştir.
“Atmosferin nerede bittiği, uzayın nerede başladığı” belirsizliğiyle birlikte,bilim insanları arasında karman hattı diye bilinen ve uzayın başladığı sınır
olarak kabul edilen bir yükseklik de vardır. Bu yükseklik 100 km’dir. Yani uzay Yer’den yalnızca 100 km ötededir. Ünlü gökbilimci Carl Sagan’ın dediği gibi, eğer otomobilinizi yere dik konuma getirip havada ilerleyebilseniz, yaklaşık bir saat sonra uzaya varabilirsiniz. Uzay aslında çok yakındır.
Yapılan hesaplara göre gözlemlenebilir Evren’in yarıçapı 46 milyar ışık yılıdır. Bir
başka deyişle Evren’de görebildiğimiz her şey 92 milyar ışık yılı çaplı bir kürenin içinde yer alır.
Yaklaşık 200 milyar yıldızın yer aldığı gökadamız Samanyolu’nda belli ki bir o kadar da gezegen var. Hatta gezegen sayısı yıldız sayısından bile çok olabilir; çünkü yıldızların çevresinde dönen gezegenlerden başka yıldızlararası uzayda başıboş dolaşan ve saptanması çok güç olan gezegenler de var.
Asteroitler Güneş Sistemi’nin geçmişi hakkında önemli bilgiler içermenin yanı sıra, Dünya’nın geleceğini belirleme gücünü de taşırlar. Olacağını öngörebileceğimiz yegâne doğal felaket asteroit çarpmasıdır.
1984’te Antarktika’da bulunan ve ALH84001 kodlu meteoritin ayrı bir önemi vardır. Büyükçe bir patates boyutlarında ve yaklaşık 1,9 kg ağırlığındaki bu kaya, 4,5 milyar yaşındadır; 16 milyon yıl önce Mars’tan ayrılmış ve 13.000 yıl önce de Dünya’ya düşmüştür
Mars ile Dünya 26 ayda bir birbirine en yakın konuma gelir. Mars’a gönderilecek uzay araçları da hep bu dönemlerde fırlatılır. Yolculuk yaklaşık 7 ay sürer.
Ay’a giden astronotlar, Ay’ın yüzeyine yansıtıcı bir levha (bir tür ayna) yerleştirrmiştir. Yansıtıcının yerleştirildiği günden bugüne dek, her akşam Teksas’taki McDonald Gözlemevi’nden Ay’a lazer ışınları gönderilir. Yansıtıcıya çarpan ışınlar gözlemevindeki algılayıcılara geri döner. Işınların Ay’a gidip gelme süresi çok duyarlı bir şekilde ölçülür. Yaklaşık 40 yıldır yapılan bu gözlem ve hesapların sonucunda, Ay’ın hâlâ Dünya’dan yılda 3,8 cm uzaklaştığı ortaya çıkmıştır.
Yeryüzündeki suyun büyükçe bir bölümünün uzaydan geldiği düşünülüyor. Buz içeren dev göktaşları oluşum dönemindeki Dünya’ya ve öteki gezegenlere de çarptıkça, içerdikleri suyu da boşaltıyorlardı. Kuşkusuz kimse bu göktaşlarının o dönemde ne kadar su getirdiğini bilemez. En yaygın göktaşı tipi olan kondritler ortalama yüzde 0,1 oranında su içerir.
Dünya’nın ekseninde bugün 23,5° olan eğiklik 41.000 yıllık bir periyotta 22,1° ile 24,5° arasında salınır. Bunun yanında eksenin yönü de 26.000 yıllık bir periyotta yalpalar. İlk kez ünlü Sırp bilim insanı Milutin Milanković’in çalıştığı bu değişimler, onun adıyla Milanković çevrimleri olarak anılır. Bu çevrimlerin Dünya’nın ikliminde, buzul çağları gibi, uzun dönemli etkilerinin olduğu düşünülmektedir.
Dünya’nın zaman zaman Güneş’e yakınlaşıp, zaman zaman uzaklaştığı elips şeklindeki yörüngesi, eksen eğikliğiyle birlikte Dünya’ya gelen enerji miktarının ve yeryüzünde geldiği yerin değişmesine, dolayısıyla da mevsimlerin olmasına yol açar. Mevsimlerin oluşumunda asıl belirleyici olan Dünya’nın ekseninin eğik oluşudur.
Gezegenimiz Dünya, Ay’dan bakıldığında, mavi-beyaz renkli bir bilye gibi görünür. Güneş Sistemi’nin üçüncü gezegeni ve karasal gezegenlerin de en büyüğüdür. Yeterince büyük kütleli bütün gökcisimleri gibi, Dünya da kütleçekim kuvveti (yerçekimi de denir) nedeniyle küre şeklindedir. Daha doğrusu küreye yakın bir şekildedir. Kendi ekseninde bir dönüşünü 23 saat 56 dakikada tamamlayan Dünya’nın ekvatordaki hızı saatte 1650 km dolayındadır. Bu yüksek hız nedeniyle ekvator bölgesi biraz (21 km kadar) şişkindir. O nedenle Dünya’nın kutuplarında 12.713 km olan çapı, ekvatorda 12.756 km’dir. Kutupları hafif basık, ekvatoru da biraz şişkin olan Dünya’nın bu şekline geoid denir.
Dünya’da yerkabuğu büyüklü küçüklü plakalardan oluşmuştur ve bu plakalar yılda birkaç santimetrelik çok yavaş, ama sürekli hareket halindedir. Bu hareketler depremlere ve yanardağ etkinliklerine yol açar.
Büyüklük açısından Dünya’ya en çok benzeyen gezegen Venüs’tür. Venüs, antik dönemlerden beri bilinir. MÖ 1600’lü yıllarda Babilli gökbilimcilerce ilk kayıtları tutulmuştur. Ancak binlerce yıl boyunca çıplak gözle, birkaç yüzyıldır da teleskopla gözlenen Venüs hakkında neredeyse hiçbir şey öğrenilememiştir. Çünkü yoğun bir bulut tabakası, gezegenin yüzeyini gizler.
Bir gezegen kendi kütleçekim kuvvetinin etkisi altındaki bir gökcismidir. Bir başka deyişle gezegenin kendi kütlesinden kaynaklanan kütleçekim kuvveti onu içe doğru çökertmeye çalışır. Ama bu çökmeye karşı koyan, gezegenin dönmesinden, atomların dayanıklılığına ve iç enerjilerine kadar birtakım başka kuvvetler vardır. Gezegen bu kuvvetlerin dengelendiği büyüklükteki bir gökcismidir. Buna hidrostatik denge denir ve gezegenlerin küre (ya da küreye benzer) şekillerinin nedeni bu hidrostatik dengedir.
Ekvator bölgesindeki şişkinlik bütün gezegenlerde görülür. Ama en belirgin olarak Satürn’de gözlenir. Bu dev gezegen kendi eksenindeki bir turunu yalnızca 10,5 saatte tamamlar. Dünya’nın geoid şeklinde olmasının temel nedeni de yine eksenindeki dönüşüdür.
Bütün gezegenler aynı zamanda kendi eksenlerinde de döner. Bu dönüşleri de tıpkı Güneş’in çevresindeki ilerleyişleri gibi yine, Güneş Sistemi’ne yukarıdan bakıldığında saatin tersi yöndedir. Bu kuralı Venüs ile Uranüs bozar. Venüs, öteki gezegenlerin tam tersi yönde döner; ki bu durumun açıklanması gökbilimcileri biraz zora sokar.
3,5 milyar yıl sonraysa parlaklığı yüzde 40 daha çok olacak. Bu durumda yeryüzündeki sıcaklıklar dayanılmaz dereceleri bulacak. Dünya, bugünkü Venüs kadar sıcak bir gezegen olacak. Olasılıkla o zaman yerin binlerce metre derinliklerinde yaşayan dayanıklı birkaç bakteri türünden başka, Dünya’da hiçbir canlı olmayacak. Öyle gözüküyor ki, Dünya’da bakterilerle başlayan yaşam, bakterilerle son bulacak.
İlk oluştuğu dönemde Güneş’in çapı bugünkünden yaklaşık yüzde 10 daha kısaydı. Aynı şekilde parlaklığı da yüzde 30-40 daha azdı. Güneş’in ömrü boyunca çapı ve parlaklığı yavaş yavaş artmıştır. Bu büyüme ve parlaklık artışı hâlâ sürüyor. Önümüzdeki bir milyar yıl içinde Güneş’in parlaklığı yüzde 10 artacak; bu da yeryüzündeki sıcaklıkların 40-50 derece yükselmesine yol açacak.
Güneş’in merkezinde hidrojenin helyuma dönüşmesi ve bu sırada da muazzam miktarda enerji ortaya çıkması yaklaşık 4,56 milyar yıldır sürüyor. En azından bir 5 milyar yıl daha bu durumun süreceği düşünülüyor. Merkezindeki yakıtının, yani hidrojenin ancak yarısını tüketen Güneş, artık orta yaşlı bir yıldızdır.
Yüzlerce, hatta binlerce ışık yılı çaplı bir bulutsudan zamanla çok sayıda “çekirdek bulutsu” ortaya çıkar. Çekirdek bulutsular çevrelerine göre maddeleri daha büyük bir kütleçekim kuvvetiyle çekerler. Büyük olasılıkla her biri ileride bir yıldıza dönüşecektir.
Güneş Sistemi’ndeki gezegenlerin iki temel hareketi vardır. Gezegenler, hem Güneş’in çevresinde hem de kendi eksenlerinde döner. İki hareketin yönü de aynıdır: Güneş’in kendi ekseninde döndüğü yöndedir, yani sisteme yukarıdan bakıldığında, saatin tersi yönde. Bunun yanında bütün gezegenler Güneş’in çevresinde, neredeyse aynı düzlemde ilerler.
Yüzey sıcaklığı bir yıldızın rengini belirler. 5500°C’lık yüzey sıcaklığıyla Güneş, sarı renkli bir yıldızdır. Boyutları da aslında normalden biraz daha küçük olduğu için sarı cüce diye bilinen yıldız grubuna girer.
Küçük kütleli bir yıldız olması, Güneş’i uzun ömürlü yapar. Yıldızların büyüklükleriyle ömürleri ters orantılıdır. Büyük yıldızlar az, küçük yıldızlarsa çok yaşar. Yaklaşık 4,56 milyar yaşında olan Güneş’in daha 5-6 milyar yıllık ömrü vardır.
Atmosferin nerede bittiği, uzayın nerede başladığı” belirsizliğiyle birlikte, bilim insanları arasında karman hattı diye bilinen ve uzayın başladığı sınır olarak kabul edilen bir yükseklik de vardır. Bu yükseklik 100 km’dir. Yani uzay Yer’den yalnızca 100 km ötededir.
Carl Sagan’ın da dediği gibi, eğer otomobilinizi yere dik konuma getirip havada ilerleyebilseniz, yaklaşık 1 saat sonra uzaya varabilirsiniz.
İzotropi, homojenlik ve genişlemeyi akılda canlandırabilmek için Mark Whittle’ın yaptığı bir benzetmeye başvurmada yarar var: Çok büyük bir ormanda olduğunuzu düşünün. Çevrenizdeki ağaçların her biri bir gökadaya karşılık gelsin. Çevrenize baktığınızda her yönde aynı örüntüyü görürsünüz; izotropi. Herhangi bir yönde saatlerce yürüyün. Orman ve ağaçlar aynıdır; yani homojendir. Bu çok büyük ormanın bir gezegenin bütün yüzeyini kapladığını düşünün. Hangi yönde ne kadar yürürseniz yürüyün, ormanın yani gezegenin bir kenarına gelemezsiniz; çünkü yoktur. Buna karşın ormanın yani gezegenin yüzeyinin belli bir alanı vardır; sonsuz değildir. Aynı şekilde ormanda merkez olacak, diğerlerinden farklı herhangi bir yer de yoktur. Her yer birbirine eşittir. Bu varsayımsal gezegenin zamanla şiştiğini düşünün. Bu da Evren’in genişlemesine karşılık gelir. Her ağaç, yani her gökada birbirinden uzaklaşır. Ağaçların özellikle uzaklaştığı bir ağaç yoktur, bütün ağaçlar birbirlerinden uzaklaşır.
1990’lı yılların ortasında Evren’deki madde miktarı net olarak hesaplandı. Evren’in yüzde 4,6’sı bildiğimiz baryonik maddeden oluşuyordu. Bu durumda geri kalan yüzde
95’i de karanlık maddeden oluşuyor olmalıydı. Ne var ki hesaplar, Evren’deki karanlık maddenin Evren’in içeriğinin yalnızca yüzde 26’sını oluşturduğu ortaya koydu. O zaman Evren’in yüzde 69’unu oluşturan daha başka bir
şey olmalıydı. Bir başka deyişle Evren’in içeriğinin yaklaşık yüzde 70’lik bölümünü henüz bilmiyorduk.
Karanlık madde, öncelikle adı üzerinde karanlıktır. Yani onu göremeyiz. Görebildiğimiz yıldızlar, gezegenler, bulutsular ve gökadalar gibi değildir. Elektromanyetik ışıma yapmaz ve gelen ışımayı da soğurmaz ya da yansıtmaz.
Bir başka deyişle elektromanyetik kuvvetle hiçbir şekilde etkileşmez. Bu durumda da bildiğimiz anlamda atomlardan (ya da karşı maddeden) oluşuyor olamaz. Bununla birlikte, atomlardan oluşan madde ile kütleçekim kuvveti üzerinden etkileşir. Yani madde ve karanlık madde birbirini çeker
Halk arasında akan yıldız ya da kayan yıldız diye adlandırılan bu ışık gösterisine bilim insanları meteor der. Meteorların oluşmasına yol açanlar, yıldızlar değildir. Aslında meteor uzayda değil, atmosferde -yerden 75 km ile 100 km arası yükseklikte- gerçekleşen bir ışık olayıdır. Her gün Dünya’ya yüz tonun üzerinde uzay tozu
ve minik göktaşı dökülür . Bunların, çapı 10 m’ye kadar olanlarına meteoroit denir. Meteoroitler, asteroit ya da kuyrukluyıldızlardan kopan parçalardır. Bunların arasında birkaç milimetre ile birkaç santimetre çapında olanlar, saatte 10.000 km ile 70.000 km arasında bir hızla atmosfere girip renkli ve çok parlak ışıklar çıkararak yanar ve buharlaşırlar. Atmosferin bir parçası olurlar. Geceleri yıldız kayması olarak gördüklerimiz, işte bu parlamalardır.
Genişleyen Evren kuramına göre, gerçekte Evren bir boşluğun ya da uzayın içinde genişliyor değildir. Kendisi genişler. Evren’in dışında hiçbir şey yoktur; Evren’in dışı diye bir şey yoktur. Gökadalar da gerçekte Evren’de
büyük hızlarla ilerlemez. Onlar aslında uzayda durur, ancak aralarındaki uzay genişler ve uzaklık Evren’in genişlemesinden dolayı artar. Gökadalar ilerliyormuş gibi görünür.
Uzay tozu, sigara dumanını oluşturan parçacıklar kadardır.
Evren’in ilk dönemlerinde ne gökadalar ne de yıldızlar vardı. Başlangıçta Evren’de yalnızca hidrojen, helyum ve eser miktarda da lityum ile berilyum bulunuyordu; hatta daha da öncesinde bunlar da yoktu, Evren aşırı sıcak
bir temel parçacık çorbası halindeydi. Ama zamanla genişledi, soğudu, seyrekleşti. Sonra yıldızlar ile gökadalar oluştu; yıldızların içinde oluşan elementler, yıldızların ölümleri sırasında uzaya yayıldı. Gökadaların ve yeni oluşan yıldızların madde içeriği değişmeye, çeşitlenmeye başladı. Zamanla gökadalar da değişim geçirdi. Bunun yanında Evren genişledikçe gökada kümelerinin arası giderek açıldı, Evren’in yoğunluğu düştü. Yaşamı boyunca Evren’in genişleme hızı da değişti; ilk başta artarken bir dönem yavaşladı sonra yine hızlandı. Günümüzde hızla genişlemesini sürdürüyor. Kısacası Evren, Büyük Patlama
anından günümüze değin büyük bir “evrim geçirdi ve bu evrim hâlâ sürüyor.
Eğer ölmekte olan yıldızın ilk kütlesi 20 Güneş kütlesinden daha büyükse, bu kez süpernova sırasında merkezdeki çekirdek nötron yıldızına dönüşmez. Yoğunluğu çok daha yüksek bir gökcismi ortaya çıkar: karadelik.
En sıcak yıldızlar mavimsi beyaz renkte olur. Bunların yüzey sıcaklıkları 7000°C ile 40.000°C arasında değişir. Yüzey sıcaklığı en düşük yıldızlar turuncu, sarı ve kırmızı renkte olurlar. Sarı renkli Güneş de gerçekte yüzey sıcaklığı
görece düşük (-5500°C), küçük kütleli bir yıldızdır.
Bazı kahverengi cüceler bir yıldızın çevresinde dönerler, bazıları birbirinin çevresinde dönen ikili sistemler halinde bulunurlar ve bazıları da uzayda serbestçe dolaşırlar. 2004’te keşfedilen 2M1207 adlı kahverengi cücenin çevresinde dönen bir gezegen olduğu saptanınca, bazı kahverengi cücelerin kendi gezegenleri hatta gezegen sistemleri bile olabileceği de anlaşılmıştır.
Kahverengi cüceler, yıldız olacak şekilde gelişirken, bilinmeyen bir nedenle merkezlerindeki nükleer tepkimelerin durduğu ve sonra gezegen özellikleri ön plana çıkan gökcisimleridir. Bunlar yıldızlara göre küçük, gezegenlere göre de çok büyük kütleli olur. Yüzeyleri sıcaktır ama yıldızlar gibi parlamaz ve ışık yaymazlar. Görünür ışıktan çok kızılötesi ışın yayarlar. O nedenle oldukça sönüktürler.
nötron yıldızları, büyük kütleli yıldızların süpernova yaparak malzemelerini uzaya
saçmasının ardından geride kalan ve neredeyse tümüyle nötronlardan oluşan büyük kütleli ama çok küçük hacimli gökcisimleridir.
Evren’de yasam araştırmaları temelde iki koldan ilerliyor. Birinci kolda Güneş Sistemi’nde başka bir gezegende ya da uyduda, belki de bir asteroitte, mikroorganizma ya da daha karmaşık canlıların varlığına yönelik araştırmalar yer alıyor. İkinci koldaysa Evren’in herhangi bir köşesinde kendileriyle iletişim kurabileceğimiz kadar akıllı canlılardan gelecek radyodalgalarını yakalamaya yönelik
araştırmalar bulunuyor.
Günümüzde Mars’ın yüzey koşulları canlıların yaşaması için uygun değildir. Sıcaklık ortalama -60°C dolayındadır. Çok ince olan atmosferin yüzde 95’i karbondioksit, yüzde 0,1-0,4’ü oksijendir. Yüzeyindeki basınç da yeryüzündekinin yüzde biri kadardır. Yoğun bir atmosferi olmadığından, gezegen sürekli öldürücü kozmik ışınların etkisi altındadır. Ama belki de en önemlisi Mars’ın yüzeyi Dünya’daki en kuru çölden daha kurudur; hem de birkaç milyar yıldır. Ne yazık ki bu koşullar altında yüzeyde sürekli olarak sıvı halde su bulunamaz. Bu haliyle en dayanıklı bakterilerin bile Mars’ın yüzeyinde yaşaması olanaksızdır.
Çapı 3476 km olan Ay’ın kütlesi Dünya’nın kütlesinin 81 de biri kadardır. Kütle çekimi Dünya’nınkinin altıda biridir. Yani yeryüzünde 80 kg gelen biri Ay’da 13,3 kg gelir.
Ay’ın kütlesi büyüktür ama yine de bir atmosferi tutacak kadar değildir. Yani Ay’da mavi bir gökyüzü, bulutlar ya da rüzgar yoktur. Ayrıca sesi iletecek bir atmosfer olmadığından Ay yüzeyinde mutlak bir sessizlik hakimdir.
Güneş Sistemi’nin son gezegeni Neptün’e yönelik kızılötesi gözlemler, gezegenin iç bölgelerinin sıcak olduğunu ortaya koymuştur. Gezegenin iç yapısı aslında Uranüs’ünkine benzer; ancak Neptün’de onda bulunmayan
bir iç ısı kaynağı vardır. Gezegenin büyük manyetik alanının kaynağının da sıcak ve sıvı haldeki iç bölgelerinin hareketi olduğu düşünülür. Neptün’ün manyetik alanı, Dünya’nınkinin yaklaşık 25 katı daha güçlüdür.
Eğer Güneş Sistemi’nde Jüpiter olmasaydı, bütün gezegenlere çok daha fazla asteroit ve kuyrukluyıldız çarpardı. Bu da yeryüzündeki yaşamın çok farklı şekillenmesine yol açardı. Jüpiter güçlü kütleçekim alanı nedeniyle, aslında Dünya’daki yaşamın bir anlamda koruyuculuğunu yapmıştır.
Yörüngesi Güneş’ten 5 AB uzakta olan dev Jüpiter öylesine büyüktür ki içine 1400 Dünya rahatlıkla sığabilir. Kütlesi de 318 Dünya
kütlesi kadardır. Bir başka deyişle geri kalan 7 gezegenin toplam kütlesinin 2,5 katı kadar kütlesi vardır. Bu dev kütlenin yarattığı güçlü kütleçekim kuvveti nedeniyle yeryüzünde 80 kg gelen biri Jüpiter’de 187 kg gelir. Jüpiter’in
içeriğinin neredeyse tamamını iki element oluşturur: hidrojen (yüzde 86,1) ve helyum (yüzde 13,8). Eser miktarda su, metan ve amonyak da bulunur.
Su aslında Güneş Sistemi’nde oldukça bol, ama genellikle buz halindedir. Yüzeyinde sıvı olarak bulunduğu tek gezegen Dünya’dır. Bu durum Dünya’nın Güneş’ten uygun bir uzaklıkta bulunmasından kaynaklanır. Yeryüzü, suyun sıvı kalacağı kadar sıcaktır. Atmosfer, yeryüzündeki sıcaklığı denetleyen bir battaniye gibi davranır. Ayrıca uyguladığı basınçla suyun buharlaşmasını da belli ölçüde engeller.
Eskiden bu asteroitlerin çok şiddetli bir çarpışma sonucunda parçalanmış bir gezegenin kalıntıları olduğu düşünülürdü. Artık tam tersi bir sürecin ürünü oldukları düşünülüyor. Yani asteroitler güneş bulutsusundan artakalan, bir türlü birleşip bir gezegen oluşturmayı başaramamış döküntülerdir.
Hem yüzey araçlarının hem de yörüngedeki uyduların bütün çabalarına rağmen, Mars’ın
yüzeyinde hiçbir canlı izine ya da fosiline rastlanamamıştır. Ancak Dünya’da bile bazı sıra dışı koşullarda (okyanus tabanlarındaki bacalardan çıkan yüz dereceden daha sıcak sularda, Antarktika’da -50 dereceden düşük sıcaklıkta kayaların içinde, asit ya da baz düzeyi aşırı yüksek ortamlarda ya da yerin birkaç kilometre altındaki sıcak kayaların içinde vs.) yaşayan bakterileri göz önüne alınca, benzer ya da biraz daha dayanıklı birtakım mikroorganizmaların Mars’ta hala yaşıyor olduğunu düşünmek pek de yersiz sayılmaz.
Günümüzde Mars’ın yüzey koşulları, canlıların yaşaması için uygun değildir. Sıcaklık ortalama -60°C dolayındadır. Çok ince olan atmosferin yüzde 95’i karbondioksit, yüzde 0,1-0,4’ü oksijendir. Yüzeydeki basınç da yeryüzündekinin yüzde biri kadardır. Yoğun bir atmosferi olmadığından, gezegen sürekli öldürücü kozmik ışınların etkisi altındadır. Ama belki de en önemlisi Mars’ın yüzeyi Dünya’daki en kuru çölden daha kurudur; hem de birkaç milyar yıldır. Ne yazık ki bu koşullar altında yüzeyde sürekli olarak sıvı halde su bulunmaz. Bu haliyle en dayanıklı bakterilerin bile Mars’ın yüzeyinde yaşaması olanaksızdır.
Mars’ı biliminsanları için özel bir gezegen yapan asıl özelliği, yüzeyinin yeryüzüne çok benziyor oluşudur. Mars’ın alanı yeryüzündeki karaların toplamı kadardır, yaklaşık 150 milyon kilometrekare. Yüz milyonlarca belki de milyarlarca yıldan beri hiç yağış almayan Mars yüzeyi, Dünya’daki en kuru çölden daha kurudur. Ancak yüzeyinde bir zamanlar akarsuların oluşturduğu vadiler hâlâ durur. Bu vadilerin yanı sıra, yanardağlar, ovalar, kraterler, kurumuş göl tabanları gibi yeryüzünde görmeye alıştığımız daha birçok yüzey şekli de vardır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir