İçeriğe geç

40’ların Cadı Kazanı Kitap Alıntıları – Uğur Mumcu

Uğur Mumcu kitaplarından 40’ların Cadı Kazanı kitap alıntıları sizlerle…

40’ların Cadı Kazanı Kitap Alıntıları

Açlıktan bahsediyorsun!
Demek ki sen komünistsin!
Demek bütün binaları yakan sensin! İstanbul’dakileri sen!
Ankara’dakileri sen!
Sen ne domuzsun sen!
Orhan Veli
1940 – 46 yılları arasında Köy Enstitüleri’nde binlerce öğretmen yetişti. Köy Enstitüleri, köylüleri uyandırıyor, köy çocuklarını çağdaş birer aydın olarak eğitiyordu. Köylü, eğitmenler, öğretmenler ve kooperatifler aracılığı ile örgütleniyordu.
İngiliz ve Türk orduları kıyasıya savaşa tutulmuşlardı. ARAP-İNGİLİZ İŞBİRLİĞİ İngilizlere üstünlük sağlıyordu.
Cadı kazanları bugün de kaynıyor. Kazanların içinde yananlar ve bu kazanların altlarına odun atanlar bugün başka başka insanlar. Ama sonuç değişiyor mu? Hayır.
Hasan Âli’nin suçu ne kadar büyükmüş baksanıza:
Eğitimin hem milliyetçi hem hümanist olduğunu söylemek!
Köy Enstitüleri, yetiştirdiği binlerce öğretmen ile okuma-yazma çığrı açmıştı; ayrıca köylüyü de örgütlemişti. Bu bir devrimdi. Kansız, silahsız bir devrim!
Emin Sazak Bu prensip kabul edilince yarın amelenin şu apartmanın bir odasını isteme hakkı doğacaktır diye yakınır. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Toprak reformu istemeyen benim partimden değildir diye konuşur.
Eğitim ordusuna iki komutan atanmıştı:
Biri Hasan Âli Yücel, öteki Tonguç.
1940 – 46 yılları arasında Köy Enstitüleri’nde binlerce öğretmen yetişti. Köy Enstitüleri, köylüleri uyandırıyor, köy çocuklarını çağdaş birer aydın olarak eğitiyordu. Köylü, eğitmenler, öğretmenler ve kooperatifler aracılığı ile örgütleniyordu.
Kültür alanında 44 sene zarfında yapabildiğimizden çok daha ileri gidebilirdik. Gitmeliydik. Bunun hicranını ben daima çekerim.
İsmet İnönü, CHP Genel Başkanı, 1967
Açlıktan bahsediyorsun!
Demek ki sen komünistsin!
Demek bütün binaları yakan sensin!
İstanbul’dakileri sen!
Ankara’dakileri sen!
Sen ne domuzsun sen!
Orhan Veli
1944’te yargılananlar, 1970’lerde iktidar oldular, 1980’­lerin siyasetini ve ideolojisini de yönlendirdiler.
Sabahattin Ali meydan okuyordu: Vatan aleyhinde tek satırım bulunursa davamdan vazge­çer, ömrümün sonuna kadar yazı yazmamaya söz veririm.
Aziz Nesin, «Büyük Doğu Zaviyesi» başlıklı yazısını Necip Fazıl Kısakürek’e ayırmıştı.
Aziz Nesin, Kısakürek’in Nakşibendi şeyhine gittiğini, bu Nakşibendi şeyhinin Necip Fazıl’m ağzına tükürdüğünü; bu törenden sonra Necip Fazıl’ın da kendisini şeyh kabul ettiğini, bu yüzden de
«ağzına tükürecek müritler aradığını» yazmıştı.
Hitler orduları, Stalingrat’ta yenilince Irkçılık-Turancılık davasını açmış; aynı yıllarda «44 Tevkifatı» ile «İleri Gençlik Birliği» davası ile sağ ve sol davalar arasında dengeyi sağlamıştı.
Cinayetin niçin işlendiği hiç ortaya çıkmadı. Haşmet Orbay’ın MİT görevlisi olduğu da o günlerde mahkemeye bildirilmemişti.
Haşmet Orbay’ın Sovyetler Birliği Büyükelçiliği’nde, Dr. Neşet Naci tarafından bir harita üzerinde elçilik görevlilerinden birine bilgi verirken görüldüğü; bu nedenle Orbay tarafından öldürüldüğü o günlerin konuşulan konuları arasındaydı.
Olay üzerindeki bir başka yorum da Dr. Neşet Naci’nin MİT tarafından öldürüldüğüydü.
Olayın gerçek yüzü ise hiçbir zaman anlaşılamayacaktı.
Ankara Valiliği’ndeki on yedinci yılını doldurmaktaydı.

Tandoğan, özel kalem müdürü Haşmet Orbay’ı oğlu gibi severdi.

Orbay, ünlü Enver Paşa ile Kafkas İslâm Orduları Komutanı Nuri Paşa’nın da yeğeniydi.

Dr. Neşet Naci Arzan, 16 Ekim 1945 günü Ankara’da Anafartalar Caddesi’ndeki Çocuk Esirgeme Kurumu apartmanındaki muayenehanesinde Reşit Mercan adındaki bir genç tarafından tabancayla vurularak öldürülmüştü.
Katil, Neşet Naci’nin odasına girmiş; bir süre doktorla görüşmüş; sonra tabancasını çekmiş, doktor yan odaya geçmiş, katil, doktoru bu odada öldürmüştü.
Ertesi gün Anafartalar Emniyet Amirliği’ne gelen Reşit Mercan, «Katil benim»
demiş ve cinayet nedeni olarak da şu açıklamayı yapmıştı:
«Veremim, doktordan rapor istedim vermedi. Bu yüzden öldürdüm.»
Mercan’ın bu sözleri kimseyi inandırmamıştı.
Üstelik, Reşit Mercan’ın sapasağlam olduğu da doktor raporu ile saptcnmıştı.

Mercan, Haşmet Orbay ile aynı evde kalmaktaydı.
Reşit Mercan cinayetten sonra Haşmet Orbay’ın evine gitmiş; evde, üzerindeki elbiseleri çıkararak Haşmet’in elbise ve paltosunu giymiştir.
Reşit Mercan, Haşmet Orbay ve Vali Tandoğan’ın oğlu Haldun Tandoğan üç yakın arkadaştılar.
Mercan-Orbay arkadaşlığı kuşkuları arttırmaya yetmişti.
Reşit Mercan’ın poliste ve savcılıktaki sözleri hiç de inandırıcı değildi.
Üstelik cinayette kullanılan tabancanın kılıfı Haşmet Orbay’ın belediyedeki odasında bulunmuştu.
Dr. Neşet.Naci niçin öldürülmüştü?
Para için mi?
Mercan, polise ve savcıya verdiği ilk sorgularında amacının silâh tehdidi ile para toplamak

Dava suçüstü hükümlerine göre açıldı Orbay, mahkemede olayı şöyle anlatıyordu :
«Üç gün önce bana gelerek bazı projelerinden bahsetti. ‘İnşallah hayırlı işlerdir’ dedim. ‘Göze öyle bir şey alıyorum ki bunu muhakkak yapacağım’ dedi.
‘Sonu fena olmasın’ dedim. ‘Çok hayırlı olacak, bütün arzularım tahakkuk edecek’
cevabını verdi
Daha sonra mahkeme başkanı Reşat Bayramoğlu, Reşit Mercan’ın savcılık ifadesini okur. Mercan, ifadesinde «Haşmet’in 1200 lira borcu varmış. Bana bu işi teklif etti» dediği anlaşılır.
Haşmet Orbay sapsarı olmuştur.
Başkan duruşmaya ara verir; Haşmet Orbay fenalaşmıştır.
Duruşma yeniden başlar
kararını açıkladı: Katil, Reşit Mercan’dı.
Mercan’a 20 yıl ağır hapis cezası verildi. Haşmet Orbay’a verilen ceza da 1
yıldı!

Yargıtay kararı bozdu. Dava yeniden başlamıştı.
Reşit Mercan, bu kez «Katil ben değilim» diyordu.
mahkeme, Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın tanık olarak dinlenmesine karar vermişti.

Vali Tandoğan, bu tanıklığı yaptıktan bir gün sonra Adalet Bakanı Mümtaz ökmen’i arıyor ve kendisine mahkemede «sanık» gibi davranıldığından yakınıyordu.

Tandoğan, 8 temmuz günü sabah evinde intihar ediyordu!

O günlerde Tandoğan’ın intihar etrnediği, öldürüldüğü dedikodusu da yayılmıştı

On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Bu iki olay üzerinde söylentiler, yorumlar ve kuşkular birbirini izlemekteydi.
Konulardan biri, Sovyetler Birliği Büyükelçilik doktoru Neşet Naci’nin, öldürülmesi,
öbürü de Ankara Valisi Tandoğan’ın intiharıydı.

Bu iki olay da bir kanlı giz zinciriyle birbirine sımsıkı bağlıydı. Bu iki olayın kilit adamı Haşmet Orbay’dı.

Haşmet Orbay, Genelkurmay Başkanı Kâzım Orbay’ın oğluydu. Ve o tarihteki adı Milli Emniyet olan MİT’te görevliydi.

inanmış bir komünistti. Fakat hareket adamı olmaktan ziyade sanat ve heyecan adamı idi. Hatta komünizme sınıf mücadelesinden değil heyecan yolundan gelmişti.
Hayır!..
İnönü, Yücel’i hiç aramadı. İnönü ne Yücel’i aradı ne Tonguç’u.

İnönü «Köy enstitülerini, cumhuriyetin eserleri içinde en kıymetli ve sevgilisi sayıyorum. Köy Enstitülerinde yetişen evlâtlarımızın muvaffakiyetlerini ömrüm oldukça yakından takip edeceğim» sözlerini de unutmuştu.
Aradan yıllar geçti.
İnönü ve Yücel, 27 Mayıs İhtilâlinden hemen sonra Ankara konser salonunda karşılaştılar. İnönü, Yücel’i görünce, kollarını açarak eski bakanını kucakladı.
Kucaklarken de «Yücel seni unuttuk» dedi.
Bu sözlere Yücel çok içerledi. Paşa nasıl unuturdu?

saldırıların ortasında tek başına bırakılmıştı.
Yücel, 7 Ağustos 1947 günü bakanlıktan ayrılmış; daha sonra CHP’den.

Yücel, CHP hükümetinin sözcüsü Ulus gazetesinde yayınladığı yazıları da kesmişti.
Hasan Âli Yücel, yazılarını Cumhuriyet gazetesinde yayınlamaya başladı.
Bu insancıl, bu ilerici Milli Eğitim Bakanı, öldüğü gün olan 1961 yılı 26 Şubat’ına kadar evinde yazdı; çizdi.

Bugün tam bir buçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim, kapatıyorum. Sana bir de resmimi yadigâr olarak bırakıyorum. Öğütlerimi tut iyi bir Türk ol.
Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle.
*Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır.
*Rus’lar, Çinliler, Acem’ler, Yunan’lılar tarihî düşmanlarımızdır.
*Bulgar’lar, Alman’lar, İtalyan’lar, İngiliz’ler, Fransız’lar, Arap’lar, Sırp’lar, Hırvatlar, İspanyol’lar, Portekiz’liler, Romen’ler yeni
düşmanlarımızdır.
*Japon’lar, Afganlılar, Amerika’lılar yarın ki düşmanlarımızdır.
*Ermeniler, Kürt’ler, Zaza’lar, Çerkeş’ler, Abaza’lar, Boşnak’lar, Arnavut’lar, Pomak’lar, Laz’lar, Lezgi’ler, Gürcü’ler, Çeçen’ler, Çingeneler içeriki düşmanlarımızdır. Bu kadar çok düşmanla çarpışmak için iyi hazırlanmalı.
Tanrı yardımcın olsun.
Atsız»
Gazeteci Mehmet Barlas’ın babası Cemil Sait Barlas, arkasından da Irkçılık-Turancılık davası sanıkların dan ünlü şair Cenap Şahabettin’in oğlu Rasin Tümtürk, Sabahattin Ali’ye hakaret davaları açarlar.
1947 yılında yayımladığı «Sırça Köşk», Bakanlar Kurulu kararı ile toplanır.
Sabahattin Ali, Cemil Sait Barlas’ın açtığı dava nedeniyle mahkûm olup tutuklanmıştır.
Sabahattin Ali cezaevinden çıktıktan sonra kararı vermiştir; yurtdışına kaçacaktır; yurtdışına, İngiltere’ye, Fransa’ya, İtalya’ya. Oralarda yaşamayı düşlemektedir.
Sabahattin Ali o sıralar, taşımacılık işine girmiştir. Kamyonla Bulgaristan sınırına gidecek, buradan kaçacaktır.
Kaçış için kendisine Ali Ertekin adlı Yugoslav göçmeni yardım edecektir.
Ertekin ordudan atılmış bir astsubaydır. Cezaevinde yattığı günlerde Milli Emniyet’ten Zeki adlı bir görevli ile ilişki kurarak ajanlık yapar.
2.Nisan 1948 günü Sabahattin Ali Kırklareli’nin Üsküp nahiyesi Sazara köyünde Ali Ertekin tarafından öldürülür.
Sabahattin Ali «İçimizdeki Şeytan» adlı öyküsüyle lrkçılık-Turancılık sanıklarını konu eder
Kenan Öner, Sabahattin Ali’nin Hasan Âli Yücel tarafından korunduğunu ileri sürüyor ve şu suçlamayı yapıyordu :
«Moskova’da neşrolunan (Yeni Zamanlar) mecmuasının son nüshasında Türkiye’ye dair bir yazı vardır:
Türk köylüsü açtır, sefildir, yolsuzdur, mektepsizdir, ışıksızdır; Türk köylüsü mağaralarda, ağaç kovuklarında yaşayan dünyanın en iptidai insanlarıdır, vesaire.

Rus mecmuasına bu yazıyı ilham eden kimdir bilir misiniz? ‘Türk muharrirlerden Sabahattin Ali.
Ruslar, Sabahattin Ali’nin kitaplarını okuyarak Türk köylüsünü yukarıdaki kelimelerle tasvir ediyorlar.
Hiçbir Rus mecmuası bize Rus köylüsü hakkında böyle bir fikir vermedi. Çünkü onlar komünist olmadan Rus olduklarını bilecek kadar münevverdirler.
Sonra bu çeşit yazıları yazan adamları beslemek için kurulmuş bir maarif bakanlığı da yoktur.»
Hasan Âli, hem Köy Enstitülerinde komünist örgütlenmelere izin vermiş; hem de okullarda ve üniversitede komünist öğretim üyelerini korumuştur. Kenan Öner bu savdadır.

Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Cumhurbaşkanı İnönü, «Toprak reformu istemeyen benim partimden değildir» diye konuşur.
CHP içinden yasaya karşı muhalefet başlar. Ağalar ve eşraf, ürkmüşlerdir.
Demokrat Parti’nin tohumları da işte bu tartışma sırasında atılır.
DP, 1950’de iktidara gelir gelmez bu 17. maddeyi değiştirir.
Çok partili yaşama geçilirken bazı solcuların DP’ye sıcak baktıkları da bir gerçektir.
Sertel, DP’nin kuruluş çalışmalarına katılmış; Tevfik Rüştü Araş, Bayar ve Menderes ile toplantılar düzenlemiş, Celâl Bayar, DP’den ayrılma dilekçesini istanbul’da Moda Deniz Kulübü’nde Zekeriya Sertel ile birlikte yazmış; Sertel, Cami Baykurt. Çakmak ile İnsan Hakları Derneği kurmuşlar, Bayar ve Menderes, Görüşler dergisine destek olmuşlardır.
Partili yönetimin oluşturduğu baskıcı yönetimden kurtulma amacı, sağ ya da sol, bütün muhalefeti, ister istemez, birleştirmişti.
Prof. Kenan Öner, Hasan Âli Yücel’i Irkçılık-Turancılık davasının sanıklarına yapilan işkencelerden de sorumlu tutuyordu :
«Siz yalnız komünistleri bakanlığınızda beslemekle, uğradıkları hücumlara karşı onları müdafaa etmekle kalmadınız, bakanlığınızın telkinlere milliyetçilik belâsına başlarını soktuğunuz tam 23 genci İspanyolların engizisyonuna rahmet okutacak işkencelerle ezdirdiniz, harap ettiniz ve hırpaladınız.»
Kenan Öner şöyle düşünüyordu :
Hasan Âli Yücel, Sabahattin Ali’yi koruyordu, Sabahattin Ali, Cami Baykurt’tan da, Sertel’den de «yüz bin kat fazla komünist»ti; Sabahattin Ali – Atsız davasında yapılan gösteriler, Irkçılık-Turancılık davasına yol açmıştır. Yücel, bütün bunlardan sorumludur.
Hasan Âli Yücel, Kenan Öner’i mahkemeye verdi
Eski Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, Ulus gazetesinde Cakmak’a şu soruları yöneltti:
« 1 — Beyanınızdaki eski Milli Eğitim Bakanı dediğiniz hakikaten ben miyim?
2 — Desteklenen komünistler kimlerdir ve nasıl desteklenmişlerdir?
3 — Bu hususta hükümeti yazı ile ikaz ettiniz? Sözle ise kime, ne zaman söylediniz?
Bunları sizden soruyorum ve sözünün sahibi bir Türk vatandaşı olarak cevabınızı bekliyorum.»
Mareşal, Yücel’e yanıt vermedi.
Yanıt, Mareşal yerine Demokrat Parti’nin İstanbul İl Başkanı Avukat Prof. Kenan Öner’den geldi.
Öner, «Evet, o Maarif Nazırı sizsiniz» diyordu.

«Pekâlâ bilir ve hatırlarsınız ki 1844 senesinde Nihai Atsız ismindeki bir milliyetçi öğretmenin, Mareşale sorduğunuz, neşrettiği bir broşürde üç sene evvel açıklamış, fakat bu ifşaatın tesiri altında mevkii müstahkemini tehlikede zanneden zatı devletiniz o broşürde de Şükrü Sökmensüer’in nutkunda geçen Sabahattin Ali’yi bu milliyetçi öğretmen aleyhine Ankara Mahkemesi’nde bir hakaret davası açtırmaya ve Ulus avukatını kendine fahri bir vekil tayin ettirmeye muvaffak olmuştunuz.»
Sabahattin Ali -Atsız davasında Adliye ve Başbakanlık önünde gösteri yapan milliyetçi gençlere Yücel’in vur emri verdiğini de ileri sürüyor; 1944 yılında açılan Irkçılık-Turancılık davasinın da yine Yücel’in etkisi ile açıldığını söylüyordu.

DTCF’yi Ankara Üniversitesi’nin öteki fakültelerinden ayıran ne gibi özellikler vardı?
Olaylar niçin DTCF’de oluyordu da öteki fakülteler bu kaynaşmadan pek o kadar etkilenmiyordu?
Bu soruların yanıtını, o günlerde ki siyasal ortamda ve bu ortamın DTCF’ye yansıttığı özel koşullarda aramak gerekir. Bu da yetmez; bu olayları gereğince değerlendirebilmek için DTCF’deki öğretim üyeleri ile öğrencilerin siyasal yapılarını ve kişijiklerini de incelemek gerekir

Tartışmaların odağı Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi Felsefe Enstitüsü’ydü. 1939
yılında kurulan enstitüde Doç. Necati Akder ve Doç. Hamdi Akdemir, sağ eğilimli olarak tanınıyorlardı.
Prof. Muzaffer Şerif Başoğlu, Doç. Behice Boran ve Doç. Niyazi Berkes de sol eğilimliydiler.
DTCF Felsefe Enstitüsü Başkanı Fransız Profesör Olivier Lacombe, Fakülte Dekanlığına yazdığı 15 Haziran 1942 günlü raporunda sağcı ve solcu doçentler arasındaki bu uyuşmazlıkların öğrenimi aksattığını da bildirmişti.
Tartışma akademik olmaktan çıkmış, siyasal ve ideolojik kimliklere bürünmüştü.
Sabahattin Ali – Nihal Atsız davasıyla 1944 Irkçılık-Turancılık davası bütün şiddetiyle DTCF Felsefe Bölümü öğretim üyeleri ile öğrencilere yansımıştı.
Üstelik, Pertev Naili Boratav, Sabahattin Ali’nin en yakın arkadaşlarındandı.

Fakültedeki sağcı öğrencilerin başını Selâhattin Ertürk, Haluk Karamağralı, Osman Yüksel (Serdengeçti), Hikmet Tanyu ve Mehmet Balkan, Zeki Sofuoğlu çekiyorlardı.

«Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın / Bu toprak bir devrin battığı yerdir»
dizilerinin şairiydi Necmettin Halil Onan.
CHP İstanbul il örgütü, üniversite bahçesinden başlayacak bir yürüyüşü hemen düzenlemişti.
4 Aralık günü İstanbul Üniversitesi bahçesinde toplanan öğrenciler Tan Gazetesi’ne doğru yola çıkmışlardı.

Zekeriya Sertel, olayı daha önce haber almış Vali Lütfi Kırdar’ı uyarmıştı.
Vali «biliyorum» demişti «önlemleri aldım».
Bu yürüyüşten ve saldırıdan hükümetin haberi vardı.
Sayıları on bin kişiyi bulan yürüyüşçüler yolda hiçbir engelle karşılaşmadan Tan Gazetesi’ne ulaştılar.
Gazetenin çevresi polisçe sarılmıştı, ama polis olanları yalnızca izliyor.
Saldırganlar Tan Gazetesi’ne girerek, ellerindeki balyoz ve baltalarla camları, pencereleri ve rotatifi kırdılar.
Tan Gazetesi’ne girenler binanın her yerine de kırmızı mürekkep döküyorlar ve bağırıyorlardı:
«Kahrolsun komünizm. Kahrolsun Serteller.»

Demokrat Parti’nin sözcülüğünü yapacak olan dergiyi Zekeriya Sertel’in eşi Sabiha Sertel çıkaracaktı.
Dergiye Sabiha Sertel’in Tan Gazetesi’ndeki köşesinin adı verilmişti:
«Görüşler»

Görüşler Dergjsi’ne Bayar, Menderes, Prof. Fuat Köprülü’nün yanlarında Behice Boran, Pertev Boratav, Niyazi Berkes ve Halide Edip Adıvar da yazı yazacaklardı.
Görüşler Dergisi 1945 yılının aralık ayında yayımlandı.
Yayımlanınca da kıyamet koptu.

Dr. Tevfik Rüştü Aras’ın Ankara Bahçelievler 3. Cadde’deki bahçe içindeki dubleks evi, o gün önemli konuklarını ağırlayacaktır.
Celâl Bayar ve Menderes beraberce gelmişlerdi.
Zekeriya Sertel, İstanbul’dan trenle geliyordu. Sertel’i, istasyonda Menderes’in yeğeni Özdemir Evliyazade karşılamış, Dr. Tevfik Rüştü’nün evine getirmişti.
Hemen konuya girildi. Konu, yeni kurulacak partiydi. Partinin adı «Cumhuriyetçi Demokrat Parti» olacaktı.
Bayar ve Menderes, sol eğilimli Tan Gazetesi sahibi ve yazarı Zekeriya Sertel’den, kurulacak partinin görüşlerini savunacak bir dergi çıkarmasını istiyorlardı.
«Kıbrıs’ta, Lefkoşa’da doğmuştur. Küçük yaşta asker ocağına iltihak eden Alparslan Türkeş, 937-38 senesinde Nihal Atsız’ın pençesine düşmüş ve siyasi faaliyetten tamamen uzak, askeri camianın temiz havasını bulandırmaya yeltenmiştir.
Atsız’ı gölgede bırakacak derecede Irkçı, Turancı ve menfidir.»

Sıkıyönetim Savcısı. Türkeş’in Atsız’a yazdığı bir mektupta da Irkçılık-Turancılık konusunda «Kalem kifayet etmezse o zaman işi silâhlara bırakacağız»dediğini de aktarıyordu.
Üsteğmen Alparslan Türkeş, mahkeme önündeki sorgusunda «Devletin kabul ettiği prensiplere bağlı, onlara hürmet ve riayetten» ayrılmadığını, «Koyu bir milliyetçi olduğunu, ancak zannedildiği mânâda ırkçı olmadığını» söyleyecekti.

*benim notum:Türkeş diğer Türkçüler gibi dik duruşlu bir tavır sergileyememiş ve mahkeme heyetine yazdığı mektupta hatamı anladım. beni affetmenizi istirham ederim” diyerek af dilemiştir

siyasal sözcüklere 1944 Irkçılık-Turancılık davası nedeniyle geçti.
«17-18 yaşlarımın tesiri ile şuna, buna, gizli bir cemiyet mensubu gibi görünmek sevdasına düştüm. Bir iki kişiye bundan bahsettim. Mektuplarımda mübalâğalı cümleler sarfettim. Lâf olsun diye bir iki kişiye yemin ettirdim. Hülâsa, yalan demeyim, yaşım hakkında zararsız palavralar attım.»

düşmanlarının listesi:
Şahsi düşmanlar; Nihal Atsız, Hamza Sadi Özbek, Nurullah Banman, Ziya Özaynak, Tahsin Argun, Kâzım Aloç.

Fikir düşmanları; komünistler ve Türkkan’ı eleştiren Falih Rıfkı gibi yazarlar!

Türkkan’a göre Atsız «kindar, kıskanç ve yalancıydı. Sanıklardan Hüseyin Namık Orkun da kendisi hakkında «Ermenidir» diye dedikodu yapmış; bu yüzden araları açılmıştı. Ziya Özaynak da yalancıydı.

Türkkan, «Ermenilik» savlarına karşı mahkemede şu açıklamayı yapıyordu :
«Babam Yük. Müh. Halit Ziya Türkkan, İzmir’jn Tire kasabasından. O’nun babası Hacıkadı ailesinden İbrahim Rıza Kastamonu Taşköprü kazasındandır. Büyük babamdan itibaren altı göbek yukarımıza kadar soyumuz hep Taşköprülüdür.

«Irkçı ve Turancı olduğum için mahkûm olursam, bu mahkûmluk hayatımın en büyük şerefini teşkil edecektir.»
Sanıklar, Sirkeci’deki ünlü Sansaryan Han’da «Tabutluk» adı verilen hücrelere kapatılmışlardı. Başlarına da beş yüz mumluk lâmbalar asılmıştı.
Atsız, Savcı Aloç’u işkencelerden de sorumlu tutuyordu :
«Bize Pera Palas Oteli’ni tahsis edemeyeceğini söyleyerek istihza kabiliyetini ispata yeltenen, ‘Elbette her türlü işkenceyi göreceklerdir’ diyerek şecaat arz
eden; istediği şekilde ifade almak için anayasamızla yasak edilen işkence yollarına saparak Reha’yı, Hamza’yı, Hikmet’i, Osman Yüksel’i, Orhan Saik’i (Tabutluk) denen, tepesinde beş yüzer mumluk üç ampul yanan, bir insanı ancak ayakta durabileceği kadar dar bir hücreye sokan; amme şahidi diye ifadesini okuduğu Külâhlıoğlu Mehmet’e falaka attıran; Necdet Sancar’ı ne bir penceresi ne de hava deliği olmayan hücrede 22 gün tutan, Zeki Velidi’yi üç gün aç bırakan; beni toprağın beş metre altında küflü ve rutubetli havasında kibrit yanmayan ve eşyaları küflenen, duvarlarından lâğım borusu sızan bir mezarda, evet mezarda, bir hafta tutan, masum zevcemi tevkif ettirerek yavrusundan zorla ayırıp o zaman dört yaşında bulunan küçük oğlumu anası babası sağken öksüz bırakan bu adamın, bana vicdansız diyerek tahkire cüret etmesi, vicdana karşı bir iftira ve işgal ettiği makama hakarettir!»
Savcı Atsız’a, «Siz dördüncü göbek babanızı bilmiyorsunuz. Biz öğrendik» der.
Atsız, şaşırır ve sorar: «Kimmiş?»
«Dördüncü göbek babanız Rum» der. Atsız’ın dedesinin babasının da «dönme»
olduğunu ileri sürer.

Savcı, bu görüşünü iddianamesine de yansıtmış; Atsız’ın «üçüncü göbekten babasının Rum olduğunu» yazmıştı!
Atsız, Aloç’ün bu savlarını mahkemedeki sorgusunda şöyle yanıtlar:

«Belki bu iftira benim ırkçılığımı çürütmek için ortaya atılmıştır. Fakat çürütülemez. Farzı mahal benim ve baba tarafından bütün ecdadım gayri Türk olsa bile yine bununla ırkçılık ülküsü çürütülemez ( ) Fakat ben halis Türk değilsem, ırkçılık davası gütmem; hem samimi olduğumu hem bu davanın haklı ve kuvvetli olduğunu gösterir.»

Atsız, sorgusunda Turancılık konusunda şu ilginç polemiği yapar:

«Irkçı ve Turancı olduğumuz için vatan ve millet haini olduğumuzu gazetelerde ilân eden örfi idare komutanıyla duruşmamızı yapan hâkimlerin hep Turancılığa ait adlar taşıması Allah’ın bir lütfü ve ihtarıdır.»
Atsız, gerçekten parlak bir savunma yapmıştı.

Nihal Atsız, 1905 yılında İstanbul’da doğmuştu.
Atsız, liseyi bitirdikten sonra Tıp Fakültesi’ne girdi. Siyasal çalışmaları nedeniyle Tıp Fakültesi’nden atılınca Edebiyat Fakültesi’ne girdi. Edebiyat Fakültesi’ni bitirir bitirmez, aynı fakültede asistan oldu.
Atsız, 1930 yılında çıkardığı «Atış» adlı mecmua ve hocası Zeki Velidi Togan ile ilgili bir telgrafı nedeniyle Malatya’ya sürüldü. Çeşitli illerde öğretmenlik yaptı. Orhun dergisini çıkardı. Orhun dergisinde yayımladığı yazılar nedeniyle Sabahattin Ali tarafından mahkemeye verildi.
Atatürk düşmanı Dr. Rıza Nur’un siyasal mirasçısı Nihal Atsız’dı!
Son soruşturmanın açılması kararında. Zeki Velidi’-nin Alman-Sovyet savaşı sırasında Almanya’da «Ruslarla birleşip taarruza» geçme düşüncesi ile örgütlenme çalışmaları yaptığı, bu amaç için Neriman ve Ahmet Karadağlı ile görüştüğü ve aynı amaçla Reha Oğuz ile mektuplaştıkları anlatılıyor ve Prof. Zeki Velidi Togan’ın bir gizli örgüt kurduğu ileri sürülüyordu.
Savcı Kâzım Aloç, 1941 yılında sanıkların Taksim’de bir evde «esir Türkleri kurtarmak» amacıyla gizli örgüt kurdukları, bu örgütle de ¦ hükümeti devirmek
istediklerini, bu amaçla tabanca ve bayrak üzerine yemin ettiklerini ileri sürmekteydi.
Savcıya göre Atsız, Irkçı ve Turancıydı. Kardeşi Necdet Sancar’a yazdığı mektuplarda Turancılık propagandasından söz etmiş, öteki sanıklara da ırkçılığı ve Turancılığı benimsetmiştir
Reha Oğuz, mahkemede, herhangi bir gizli örgütün kurucusu olmadığını, aralarında çekişme olan Atsız’a karşı kendisine «ehemmiyet atfettirmek» için böyle konuştuğunu, amacının «Atsız’a karşı blöf yapmak» olduğunu söyleyerek kendisini savunuyordu
Öğretim üyeleri ve öğretmenler:
Prof. Zeki Velidi Togan, Nihal Atsız, Necdet Sancar, Hüseyin Namık Orkun, Orhan Saik Gökyay, Ahmet Ellez.
Subaylar:
Yüzbaşı Alpaslan Türkeş, Tabip Yüzbaşı Fethi Tevetoğlu, Dr. Yüzbaşı Hasan Ferit Cansever, Yargıç yedek Teğmen Cebbar Şenel, yedek Asteğmen Zeki Sofuoğlu, yedek Asteğmen Fazıl Hisarcıklı.
Gazeteci:
Reha Oğuz Türkkan, Nurullah Banman

Bu soruşturma nedeniyle 49 kişinin sorgusu yapılmış, bu 49 kişiden 33’ü tutuklanmıştı. Tutuklanan bu 33 sanıktan Bedriye Atsız, Mehmet Külâhlıoğlu, Ahmet Ali Bayrakçı, Ahmet Ellez, Ziya Özkaynak, Tahsin Argun, Mehmet Irmak, İsfendiyar Baruönü, Osman Yüksel (Serdengeçti) ve Orhan Türkkan haklarında koğuşturmaya yer olmdığı kararı verilerek bu sanıklar, 27 Temmuz 1944 günü salıverilmişlerdi.
Geriye kalan 23 sanık İstanbul 1 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yargılanmışlardı

Atsız, Sabahattin Ali’ye hakaretten 4 ay hapis cezasına çarptırılıyor ve cezası da erteleniyordu.

Sabahattin Ali davasını kazanmıştı.

Atsız, o sıralar İstanbul’da Boğaziçi Lisesi’nde öğretmendir. Nihal Atsız,
7 Nisan 1944’te Boğaziçi Lisesi Müdürü Hıfzı Gönensay tarafından çağrılır ve işine son verildiğini öğrenir.
Atsız, ne bu davayı unuttu ne de kendisini işten atan Milli Eğitim Bakanını
Sırası gelince de öcünü Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’den aldı
Nihal Atsız’ın Başbakan Saraçoğlu’na yazdığı açık mektubu yayınlayan Orhun dergisi Bakanlar Kurulu’nun 6 Mayıs 1944 tarihli ve 3/686 sayılı kararı ile kapatılmıştı.

Sabahattin Ali, eski arkadaşı Nihal Atsız’ı mahkemede uyarır. Der ki:
«Bu dava benim için basit bir hakaret davasıdır. Bu davanın bir siyasi dava haline getirilmesinin ve burada siyasi münakaşalar açılmasının hem memleket hem de bilhassa suçlu için çok ağır neticeler doğurabileceğini zikretmek istiyorum.»

Sanık Atsız

«Sabahattin Ali teskiye edilerek vazifeye başladığını söylüyor. Halbuki bu böyle değildir. Hizmete alındığı 1934 senesinde
‘Atatürk hakkında fikrini değiştirdiğini ispat edersen Hizmete alınırsın’
diyen Hikmet Bayur’a, fikrini değiştirdiğini ispat için Varlık dergisinde bütün mısralarından sahte olduğu anlaşılan bir methiye yazmış ve bununla fikir değiştirdiğine hükmolunarak Maarif Hizmetine alınmıştır, yoksa Atatürk’ten hususi müsaade alınmış değildir. Esasen Cumhurreisi muallimlerin bu gibi hususiyatları ile uğraşmaz»

Bütün komünistler görevlerinden alınsın!
Açık mektup Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’i komünistleri korumakla suçluyordu.
Atsız’ın o günlerde büyük gürültü koparan mektubu şu isteklerle ve şu tümcelerle noktalanıyordu :
«Maarif Vekili şimdiye kadar İnönü ansiklopedisiyle ve birçok kitapların ithafıyla devlet başkanına olan bağlılığını göstermeye çalıştı. Bu bağlılığın samimi olduğunu ispat zamanı gelmiştir. Milli şefe karşı o hezeyanları yazmış olan vatan haini başta olmak üzere, bütün bu saydığım komünistleri hâlâ mühim vazifelerde tutmak bu bağlılıkla tezat teşkil eder.
Atsız, Milli Eğitim Bakanlığı’nda komünistlerin örgütlendiklerini, Milli Eğitim Bakanlığı’nın da bunlara kayıtsız kaldığını yazıyordu.
Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’di.
Atsız, o sıralar Ankara Konservatuvarı’nda öğretmenlik yapan Sabahattin Ali’ye şu suçlamaları yöneltiyordu :
«Bugün Maarif Vekâleti’ne bağlı Dil Kurumu âzasından ve Ankara’daki Devlet Konservatuvan’nın öğretmenlerinden bir ‘Sabahattin Ali’dir.
Sayın başvekil! Buraya bilmecburiye yazarken büyük bir ızdırap duyduğum iki mısrada (beni mazur görmenizi rica ederim) bu vatan haini şöyle diyor:

İsmet girmedi mi daha kodese?
Kel Ali’nin boynu vurulmuş mudur?

Maarif Vekâleti’nin sevgili memuru olan bu komünistin, hapse girmesini temenni ettiği İsmet, pek kolaylıkla anlayacağınız gibi, o zamanki başvekil, şimdiki reisicumhur ve hepsinin üstünde İnönü zaferlerinin Başkomutanı İsmet İnönü olduğu gibi, boynunun vurulmasını istediği Kel Ali de Ayvalık’ta Yunana ilk kurşunu atan alayın komutanı Ali Çetinkaya’dır.

Nihal Atsız, Orkun adlı dergisinde 1 Nisan 1944 günü 16. sayısında
«Başvekil Saraçoğlu Şükrü’ye İkinci Mektup» başlığı altında yazdığı açık mektupta Türkiye’deki komünistlerin Halk Partisi’nin «Elâstiki altı okundan halkçılığa sığınarak kendilerini halkçı yurtseverler olarak gösterdiklerini ileri sürüyor ve komünistleri şöyle tanımlıyordu :
«Irk ve aile düşmanlığı, din ve savaş aleyhtarlığı, milleti baltalama, yurdumuzdaki azınlıklara aşırı sevgi, her şeyi iktisadi gözle görüş onları açığa vuran damgalardır.»

Atsız, komünizmin «Türk ırkının hususi yapısına» aykırı olduğunu, komünistlerin de «soysuz ve namert» olduklarını ve «mühim mevkilere» geçip «köşe başlarını tuttuğunu» ileri sürüyordu.

kürsüye Dışişleri Bakanı Numan
Menemencioğlu çıktı. Ve Türkiye’de Pan-Türkist bir akım olmadığını söyledi.
Söylerken de şu açıklamayı yaptı:
«Türküz, Türkçüyüz.»
«Türkçüler davalarında samimi değillerdir. Pek çoğu bu işe kişisel çıkarları nedeniyle girmiştir. Türk gençliğine bencil çıkarları nedeniyle propaganda yapıyorlar, bu çıkışları ile ulusal gelişmelere engel olmaya ve ülkeyi, işgal planları yapanların ellerine terk etmek istiyorlar. Demokrasiye karşı giriştikleri sistemli kampanyayla, İngiltere ve Sovyetler’e karşı ısrarlı politikaları ile hükümetin tarafsızlık politikasına ters düşüyorlar.»
Mustafa Kemal, Sakarya Savaşı’nı kaybetse, Lenin, Enver Paşa’yı Müslümanlardan oluşan bir ordu ile Anadolu’ya yollayacaktır.
Enver bu beklenti ile planlarını yapar.
Sakarya Savaşı kazanılır.
Enver Paşa ve arkadaşları Marksist ilkelere dayanan «Halk Şûraları Fırkası»nı kurarlar.
Enver Paşa’nın amcası Halil Paşa, Atatürk’ün sınıf arkadaşıydı.
Enver, 1881 doğumludur, amcası Halil Paşa, Enver’den bir yaş küçüktür.
1908 Meşrutiyet’inden sonra, yeğeni Enver Paşa’nın çevresindeki silâhşörlerden biri olan Halil Paşa, Trablusgarp’ta, Kafkas ve Irak cephelerinde savaşmış, 1916 yılında Alman Goltz Paşa’nın ölümü üzerine Irak’taki Altıncı Ordu Komutanlığı’na atanmış; bu görevdeyken, İngilizlerin elinden Kutulamare’yi almıştı.
Türkiye’nin ırkçı ve Turancı olması lâzım geldiğini iddia edenler hangi millete faydalı, kimlerin maksadına yararlıdırlar?
Türk milletine yalnız belâ ve felâket getirecek olan bu fikirleri yürütmek isteyenlerin, Türk milletine hiçbir hizmetleri olmayacağı muhakkaktır.
(Cumhurbaşkanı)
Tarih, 22 Ağustos 1941.
Soğuk savaş dönemi, DP hükümetini, milli emniyet görevlilerinin aylıklarının CIA tarafından ödenmesine izin verecek ölçüde işbirliğine itecekti. Bu koşullarda oluşan bir demokrasinin, son otuz yılda üç askeri müdahale ile
karşılaşması ve her üç yılına bir sıkıyönetim dönemi düşmesi hiç de şaşırtıcı
değildir.
Bugün geriye doğru bakıp düşündüğümüzde Yücel’in unutulmadığını görüyoruz;hiçbir Milli Eğitim Bakanı, Türk milli eğitimine Yücel kadar katkıda bulunmadı.
Yücel, Bakanlık yaptığı dönemde Türk milli eğitimine damgasını vurmuştu.
Atsız suçluyordu; Hasan Âli Yücel’in bakanlığında çevrilen dünya klasiklerinin
çevirileri «komünistlikten mevkuf ve meşhur olan şahıslara» yaptırılmıştı.
Nâzım Hikmet adı da 40’lı yılların sakıncalı adlarından biriydi. Nâzım Hikmet’e selam vermek bile suç sayılıyordu.
Çalmadan çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz
bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, bu kadar tehlikeli
mi olmalı idi?

Sabahattin Ali

Sabahattin Ali’nin yakın çevresi, Sabahattin Ali’nin Kırklareli’nde Milli
Emniyet tarafından sorgulanırken işkence sırasında öldüğüne, olayın Sabahattin
Ali’nin, Ali Ertekin tarafından öldürülmüş gibi sunulduğuna inanırlar.
Bana yazılan mektupta ‘gel
komünistlik yapalım’ diyorlarmış. Bu, Meclisin meşruluğuna karşı gelme hazırlığı
imiş. Dünyanın neresinde bir milletvekilinin Mecliste zorla oturacağı ve
çekilirse bunun bir ayaklanma olacağı hakkında bir hüküm görülmüştür?
Benim düşüncem şudur ki milletlerin yüreğinde hürriyet ateşi yanmıştır. Ve
sönmez. Yer yer dolaşmalarımda, temaslarımda dertlerini, şikâyetlerini ve
arzularını dinlediğim ve hak verdiğim vatandaşlara komünistlerdir denilebilir
mi?

Fevzi Çakmak

Açlıktan bahsediyorsun!
Demek ki sen komünistsin!
Demek bütün binaları yakan sensin! .
İstanbul’dakileri sen!
Ankara’dakileri sen!
Sen ne domuzsun sen!

Orhan VELÎ

Atsız’ın Sancar’a yazdığı 7-8 Eylül 1941 günlü mektubu şöyleydi:
«Senin Çerkez olduğunu keşfeden itler benim de Çerkez olduğumu keşfetmişler.Bizi Türk olmamakla itham edip şüphe yaratmak istiyorlar. Memlekette namuslu
Türklük rejimi kurulunca bunların toptan imhası işten bile değildir.»
Nihal Atsız, bu broşürde Sabahattin Ali’nin Atatürk’e hakaretten mahkûm olduğunu
da anlatır. Atsız’ın kendisi de Atatürk ve çevresini eleştiren «Dalkavuklar
Gecesi» adlı bir kitap yayınlayacak ve Sabahattin Ali ve Nihal Atsız davasındaki
avukatı Hamit Şevket İnce, bu romanı okuduktan sonra Atsız’ın avukatlığından
çekilecekti.
Atsız, «İçimizdeki Şeytanlar» adlı broşürde Sabahattin Ali’nin Rum kökenliolduğunu ileri sürerek şöyle saldırır :
Kirye Sebahattinaki!.. Yahut fikirlerine ve irfanına göre yoldaş Sabahattin Aliyef Sen, kanı bozuk Oflu Rum dönmesi ve Marks’ın fikri veledi.
Atsız’a göre Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan ile
milliyetperverliği kötülemeye ve Türkçüleri fena göstermeye yeltenmiştir.
İçimizdeki Şeytan romanının kahramanları Prof. Mükrimin Halil, yazar Peyami
Safa ve Prof. Zeki Velidi’dir.
Sabahattin Ali, ırkçıları konu alan «İçimizdeki Şeytan» romanını
yazmıştır. Atsız ve Sabahattin Ali, bu romanın yayınlanmasından sonra
birbirlerine iyice düşman olurlar.
Atsız’ın komünistler listesi Sabahattin Ali ile de bitmiyordu.
Sabahattin Ali’den sonraki ad, Pertev Naili Boratav’dı
Atsız, Milli Eğitim Bakanlığı’nda komünistlerin örgütlendiklerini, Milli Eğitim
Bakanlığı’nın da bunlara kayıtsız kaldığını yazıyordu.
Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’di.
Almanlar yenilmişti.
Hükümet, ırkçılar ve Turancılar ile ilgili operasyonları Alman ordularının
yenilgisinden hemen sonra başlatmıştı!
Turancılar, Türk milletini bütün komşularıyla onulmaz bir surette derhal düşman
yapmak için bir tılsım bulmuşlardır. Bu kadar şuursuz ve vicdansız fesatçıların
tezvirlerine Türk milletinin mukadderatını kaptırmamak için elbette Cumhuriyetin
bütün tedbirlerini kullanacağız.

İsmet İnönü

Hitler Almanya’sına egemen olan ırkçılık, o günlerde Türkiye’de de moda oluyor;sözgelişi, Anadolu Ajansı’nda çalışan yabancıların işlerine son veriliyordu.Bir tek kişinin dışında!
Siemens Fabrikası’ndan Mühendis Alman Risen bu uygulamanın dışında tutuluyordu.
1941 eylülünde Almanlar Türkiye’den krom madeni almak için anlaşma yapmayı
başardılar. Bu anlaşmayı Almanların Türkiye’ye silâh yardımı yapmaları izledi.
İnönü, Büyükelçi Papen aracılığı ile Hitler’e söz vermişti: Silâhları Almanlara karşı kullanmayacağız.
Sovyetler Birliği’nde yaşayan Müslüman halklar, Türkiye’nin savaşa katılması
için koz olarak kullanılabilirdi. Bunun için de Pan-Turancıakımlar
desteklenmeli, Alman askeri zaferleri Türklere gösterilmeliydi.
Alman Büyükelçisine verilen bir başka görev de 1920’li yıllardan sonra küllenen ırkçılık-Turancılık akımlarını alevlendirmekti.
Bu işte Alman Gizli İstihbaratı kendisine yardımcı olacaktı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir