İçeriğe geç

27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri Kitap Alıntıları – Ali Fuad Başgil

Ali Fuad Başgil kitaplarından 27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri kitap alıntıları sizlerle…

27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri Kitap Alıntıları

Türkiye’ de ise kural bambaşkadır. Genellikle kanunlar Türkiye’ de sadece büroları ve kitapları süslemeye yarar.
Menderes
– Ordumuza gereken değeri vermiştik, saygınlığını arttırmak için elimizden gelen hiçbir şeyi esirgememiştik. Bize karşı ayaklanmaması gerekirdi.
Sorumlulukların anlamının kaybolduğu bir düzende devlet gelirlerinin böyle israfının sorumlusunu nasıl arayabilirsiniz ki?
İnönü, uzun siyasî hayatı boyunca kendi davasını savunmak, güçlü bir muhalefet karşısında kendisine oy istemek ihtiyacını hiç duymamıştı. Dönemin büyük adamlarının halkın önünde diz çökmeye mecbur etmek, işte demokrasinin asıl erdemi bu değil miydi?
Laiklik en azından Batı ülkelerinde, devlet ile din işlerinin birbirinden ayrılışını belirtir. Biri dünya meselelerine hükmederken, diğeri manevi alanın düzenleyicisi olarak kalır.
İnönü’nün anladığı laiklik bu manada bir laiklik değildir. Kendisi tıpkı komünistler gibi, laiklikte sadece dine karşı çıkan ve insanın kalbinden din duygusunu ve Allah sevgisini söküp atmak için dine savaş açan bir maddecilik şekli görür. Dolayısıyla da gaye bellidir: En azından yarısı henüz eğitimsiz olan bir halkı, kendi zaafları ve ihtirasları karşısında donanımsız bırakmak tehlikesine rağmen, din kurumunu yıkıp ortadan kaldırmak.
Genellikle kanunlar Türkiye’de sadece büroları ve kitaplıkları süslemeye yarar. Uygulamaları sadece iktidarı elinde bulunduran ve keyifleri kriter yerine geçen kimselerin menfaatlerine cevap verip vermediklerine bağlıdır.
İnönü’nün anladığı laiklik bu manada bir laiklik değildir. Kendisini tıpkı komünistler gibi, laiklik sadece dine karşı çıkan ve insanın kalbinden din duygusunu ve Allah sevgisini söküp atmak için dine savaş açan bir maddecilik şekli görür
Siyaset yolunda ilerlerken anladım ki iktidar ateşten bir gömlekmiş idam edilen başbakan Adnan Menderes
O dönemin hükümet üyelerinin hangi ruh hali içerisinde bulunduğunu gözünüzde canlandırmak ister misiniz? İşte çok çarpıcı bir olay: Anadolu köylülerine Ankara sokaklarında merkepleri ve iki tekerlekli araçlarıyla dolaşmalarını yasaklamışlardı. Ortaçağ’dan kalma bu iki tekerlekli vasıtalara kağnı denirdi ve iki güçlü öküz tarafından ağır ağır çekilirdi. Aslında gülünç, fakat halkın sefaletini yabancıların gözünden gizlemeye yönelik bir tedbirdi.
Türkiye’de siyasi partileri karşı karşıya getiren düşmanlık, başka ülkelerdekinden pek çok bakımdan daha keskindir ve bundan dolayı anlaşmazlıkları da memlekette toplum hayatının irsî bir yarası olarak kendisini gösterir.
Cumhuriyet’in ilanından sonra Atatürk, bilindiği gibi, iç kavgalara bir son vereceğini düşündüğü Cumhuriyet Halk Partisi’ni kurdu. Hiçbir rakibi olmayan bu parti, yirmi yedi yıl boyunca iktidarı elinde tuttu, İnönü döneminde ise oligarşik bir kast şeklini aldı veya az kalsın alacaktı. Her şeyden önce çıkar­cıları ve oportünistleri etrafında toplayan CHP, uzun zaman gerçek anlamda sayısız ayrıcalıklardan yararlandı ve militanları ile taraftarları için bir kar ve geçim kaynağı oldu. Öyle ki, devletin bütün memurları, bütün müteahhitleri, bu arada da kamu ihalelerine girenler mecburen ya partiye kayıtlı olmalıy­dılar, ya da en azından partiye sempati duyduklarını ispat etmeliydiler. Ceketinin yakasında altı oklu rozeti -partinin altı siyasi ilkesini temsil eden amblem- taşıyanlar, önemli adam, büyük adam havaları atıyorlardı. Zaten daha önce gördüğü­müz gibi, CHP ve lideri, 1945’e kadar hiçbir tenkidi ne kabul etti, ne de karşılaştı. Kısacası, tek başlarına aş ve iş verenler olarak, krallar gibi hüküm sürdüler.
”Laiklik, en azından Batı ülkelerinde, devlet ile din işlerinin birbirinden ayrılışını belirtir. Biri dünya meselelerine hükmederken, diğeri manevi alanın düzenleyicisi olarak kalır.
İnönü’nün anladığı laiklik bu manada laiklik değildir. Kendisi tıpkı komünistler gibi, laiklikte sadece dine karşı çıkan ve insanın kalbinden din duygusunu ve Allah sevgisini söküp atmak için dine savaş açan bir maddecilik şekli görülür. Dolayısıyla da gaye bellidir: En azından yarısı henüz eğitimsiz olan halkı, kendi zaafları ve ihtirasları karşısında donanımsız bırakmak tehlikesine rağmen, din kurumunu yıkıp ortadan kaldırmak.

İnsanın içini sızlatan bu hile ve dolaplarla, din adamları ile dinini yaşayan insanlara, radyoda olsun, gazetelerde olsun, her yandan en ağır hakaretler yağdırılıyordu. Bu söylenen ve yazılanlara bakılırsa, dine yönelik bir eğilim, dine karşı basit bir saygı bile ilkel ve gerici zihniyetin belirtisi idi. Kendilerinin de böyle düşündüklerini söyleyenler ise, ilerici ve aydın kimseler olarak gözüküyorlardı. Durum o hale gelmişti ki, dindarlar camiye namaz kılmaya gitmeden önce, kendilerini gericiler listesine yazmak için hazır bekleyen bir polisin pusuya yatıp yatmadığını görmek için etrafı kolaçan etmek zorundaydılar. Dinine bağlı ihtiyarlar, ezanı Arapça okudular diye tutuklanıyor ve orta Anadolu’ya sürgün ediliyorlardı.

”Bizim izahımız ise şöyle: İnönü, İkinci Dünya Savaşı’nda Mihver devletlerin totaliter rejimlerinin yıkılmasından sonra, Sovyet Rusya’ya komşu olan Türkiye’nin ancak Batı’nın demokratik ülkelerine yaslanarak varlığını devam ettirebileceğini anladı. Bu desteği sağlamak ve fırsattan istifadeyle de CHP yönetimini devam ettirmek için, temelde diktatör kalsa bile, demokrasi komedisini oynaması gerekiyordu.
Müttefikler İnönü hükümetini San Francisco Konferansı’na davet ettikleri zaman Rusya bu daveti protesto etti. Sovyetler özetle ‘Türkiye son anda Hitler Almanya’sına savaş açarak demokrat ülkeler safında yer almışsa da, hür devletlerin bu konferansında yeri yoktur.’ diyordu. Bereket versin Müttefikler onları dinlemediler, zira Rusya karşısında Türkiye’yi yalnız bırakmak istemiyorlardı.
Eminiz ki, eğer İnönü, o savaş sonrasında tıpkı İspanyol diktatör gibi, despot rejimini sürdürmenin mümkün olduğuna inansaydı, bunda tereddüt etmezdi ve yine eminiz ki, o bundan sadece ve sadece Müttefikler tarafından yüzüstü bırakılma korkusundan ötürü vazgeçti. ”
1954 sonundan başlayarak birkaç sene süren kuraklık, genel bir ekonomik krizi başlattı. Söylemeye bile gerek yok, ilk kurban, Türkiye’deki önemi bilinen tarım oldu. Sadece kuraklık değil, üç dört sene önce ithal edilmiş olan traktör ve makinelerin bakımsızlıktan yıpranması da tarım işlerini aksatır hale geldi. Bu traktörler ve bu makineler dışarıdan, bakım ve tamirleri için gerekli yedek parçalar hiç düşünülmeden ithal edilmişti. Bu ise hükumetin ileri görüş ve organizasyon eksikliğini gösterir. Tarımdaki kriz ihracatın durmasına yol açtı, bu ise ödemeler dengesinin bozulmasından ötürü ithalatın aniden yavaşlamasını doğurdu. Döviz yokluğundan Merkez Bankası sayısız yabancı alacaklıların taleplerini karşılayamıyordu. Krizin hızla yayılması iç piyasayı tamamiyle rayından çıkardı. Kamu yatırımlarının durması ve böylece işsizliğin alıp başını gitmesi bundan kaynaklanıyordu. Birkaç sene önce uygulamaya konulan liberal sistem yerini çarçabuk dengeleme sistemine bıraktı ve ithalat en gerekli maddelere indirildi. O kadar ki, iç piyasada ilaçlar gibi zorunlu maddeler bulunamaz oldu. insanlar senelerce kahveden mahrum kaldı ve mesela aspirin karaborsaya düştü. Durum, Türkiye’nin son dünya savaşında yaşadığı o korkunç 1940 ila 1944 yılları arasındakinden bile vahim hale geldi. Ülkenin taze ürünlerini tüketmeye alışmış olan halkın büyük hayal kırık­lığı içinde, ABD’den buğday ve dondurulmuş et, tavuk ithal edilmeye başlandı. Bu acınası hale bir çare aramak yerine hükumetin başı olan Menderes, İstanbul veya Ankara gibi büyük şehirlerde devasa çapta imar hareketlerine girişti.
Gerçekten de 27 Mayıs l960’ın ertesinde, ceza kanununun 481. maddesinin uygulamasının askıya alındığı haftalar, hatta aylar boyunca, gazeteler hiçbir zaman unutulmayacak olan bir kudurganlıkla skandal üstüne skandal haberleri yağdırdılar. Bu konuda önayak olan radyonun yolunu izleyen gazeteler, iktidardan düşürülmüş olan insanlara her türlü hakareti etmekten, her iftirayı atmaktan çekinmediler. İddialarının doğruluğunu araştırmak için kurulmuş hiçbir komisyon olmadığı halde, onların servetleıi konusunda en hayali tahminlerde bulunmaktan geri durmadılar. Nihayet üç sene kadar sonra bu meselelere bakan yetkili· mahkemeler her gün topluca beraat kararları vererek bu davaları reddettiler. Öte yanda ise, ne yazık! ki atılan onca iftira cezasız kaldı.
Pek çok örnek arasından işte bir tanesi: 27 Mayıs ihtilillinin ertesindeki haftada, İstanbul ve Ankara’nın bütün gazeteleri bilinci sayfalarından devasa manşetlerle Celili Bayar’ı hır­sız ve vurguncu şebekesinin başı ilan ettiler. Düşürülen Cumhurbaşkanı’nın sadece İş Bankası’nda 103 milyon Türk Lirası bulunduğunu, diğer bankalardaki hesaplarının da araştırıldığı­nı yazdılar. Bayar ailesinin müdahalesiyle İş Bankası, o müşterinin hesabında sadece birkaç bin lira bulunduğunu resmen açıklamak zorunda kaldı.
Ya idam cezası daha sonra ömür boyu hapse çevrilen Meclis Başkanı Refik Koraltan hakkında söylenenlere ne demeli? Aynı gazeteler onu Ankara ve İstanbul’un çeşitli semtlerinde kiraya verilmiş on dokuz apartmanın sahibi olarak takdim ediyorlardı. Tabii bu arada, gerçekle hiçbir alakası olmayan bu apartmanların fotograflarını bile yayınladılar. Koraltan, kısa bir süre önce açıklanan yetkili mahkemenin kararıyla beraat etti, dolayısıyla da bu tür iddiaların yalan olduğu ortaya çıktı.
Kısacası, bir kere daha ortaya çıktı ki, bizim asıl meselemiz ahlaki ve medeni bir eğitim meselesidir.
Bu arada son bir noktaya daha dikkat çekelim. Bizce, Demokrat Parti yönetiminin en değerli ve en yararlı başarısı, genel olarak halk ile devletin memurları arasında kurulan ilişki­lerin niteliğinde yatar. Çünkü bunlar arasındaki mesafe kaldı­rılmış, karşılıklı güven kurulmuştur. Halbuki eskiden yüksek dereceli memurlar, sahip oldukları ayrıcalıklar yüzünden koltuklarında öyle bir büyüklenme ve kasıntılı bir eda ile otururlardı ki, halkı ayaklarının altında eziverecekleri bir çeşit karın­calar gibi görürlerdi. Bu durumu bizzat yaşayarak gören ve bilen halktan insanlar onların huzuruna çıkmaktan çekinirlerdi. O dönemin hükumet üyelerinin hangi ruh hali içerisinde bulunduğunu gözünüzde canlandırmak ister misiniz? İşte çok çarpıcı bir olay: Anadolu köylülerine Ankara sokaklarında merkepleri ve iki tekerlekli araçlarıyla dolaşmalarını yasaklamış­lardı. Ortaçağ’dan kalma bu iki tekerlekli vasıtalara kağnı denirdi. ve iki güçlü öküz tarafından ağır ağır çekilirdi. Aslında gülünç, fakat halkın sefaletini yabancıların gözünden gizlemeye yönelik bir tedbirdi.

Daha da kötüsü, ülke içinde seyahat etme hürriyeti bile yoktu. Şehirlerin girişinde bir denetleme noktası bulunuyor ve orada jandarmalar her vatandaşa kimlik soruyordu. Yabancılar ise, pasaportlarından ayrı olarak, sadece ikamet ettikleri yerın polisinin kendilerine verebileceği bir izin belgesini de göstermek zorundaydılar. Bu kısıtlamalar İstanbul gibi bazı şehirlerin içinde bile uygulanıyor, bazı sözde askeri bölgelere giriş sivillere kesinlikle yasaklanıyordu. Şehirlerde olduğu ka.dar kırsal kesimde de fotograf çekme yasağı vardı! İstanbul ile Ankara arasında fotograf makinesi taşımak yasaklanmıştı ve bu yasağa uymamanın en hafif cezası alete derhal el konulmasıydı. Sözün özü, tıpkı demir perde gerisindeki ülkelerde olduğu gibi, o zamanın Türkiye’sinde de bir kışla yönetimi egemendi.

Bizce bu yorum, gerçeklere taban tabana ters düşen bir yorum. İnönü bütün siyaset hayatı boyunca, despotvari demesek bile, otoriter karakterini açık ve net bir şekilde sergilemiş biridir. Böyle bir kişinin aniden ve mucize kabilinden kalkıp da hürriyet ve demokrasi yanlısı bir tavır takınmış olduğunu kabul etmemiz mantıken mümkün değildir. Bizim izahımız ise şöyle: İnönü, İkinci Dünya Savaşı’nda Mihver devletlerin totaliter rejimlerinin yıkılmasından sonra, Sovyet Rusya’ya komşu olan Türkiye’nin ancak Batı’nın demokratik ülkelerine yaslanarak varlığını devam ettirebileceği­ni anladı. Bu desteği sağlamak ve fırsattan istifadeyle de CHP yönetimini devam ettirmek için, temelde diktatör kalsa bile, demokrasi komedisini oynaması gerekiyordu. Müttefikler İnönü hükümetini San Fransisko Konferası’na davet ettikleri zaman Rusya bu daveti protesto etti. Sovyetler özetle Türkiye son anda Hitler Almanya’sına savaş açarak demokrat ülkeler safında yer almışsa da, hür devletlerin bu konferansında yeri yoktur diyordu. Bereket versin Müttefikler onları dinlemediler, zira Rusya karşısında Türkiye’yi yalnız bırakmak istemiyorlardı. Eminiz ki, eğer İnönü, o savaş sonrasında tıpkı İspanyol diktatör gibi, despot rejimini sürdürmenin mümkün olduğuna inansaydı, bunda tereddüt etmezdi ve yine eminiz ki, o bundan sadece ve sadece Müttefikler tarafından yüzüstü bırakılma korkusundan ötürü vazgeçti.
Bir süredir basında bize karşı sert ve insafsız tenkitler yapılıyor. Ben o beylere, daha önce de Şeyh Sait isyanı sırasında ağır tenkitlerde bulunmuş olanları, asileri isyana teşvikten dolayı elleri kelepçeli olarak Diyarbakır istiklal Mahkemesi’ne sevketmiş olduğumuzu hatırlatmak isterim.
Savaş sonrası Avrupa’sının demokratik ülkelerinde her kanun, devlet ve toplum hayatının ihtiyaçlarından doğar, dolayısıyla varlık sebebi de uygulaması da bu ihtiyaçlara bağlı olur. Türkiye’de ise kural bambaşkadır. Genellikle kanunlar Türkiye’de sadece büroları ve kitaplıkları süslemeye yarar. Uygulamaları, sadece iktidarı elinde bulunduran ve keyifleri kriter yerine geçen kimselerin menfaatlerine cevap verip veremediklerine bağlıdır.
1924 Anayasası seçimlerin serbest bir şekilde yapılması­nı kesinlikle öngörüyordu. Buna göre, gerekli yaş ve şartları taşıyan her Türk vatandaşı seçimlerde adaylığını koyma hakkına sahipti. Ne var ki, az önce ifade ettiğimiz gibi, o zamanın Türkiye’sinde iki zıt sistem birbiriyle çatışma halindeydi: Bir tarafta son derece demokratik ve kişi haklarının kullanılmasına her türlü garantiyi veren temel kanunun (Anayasa’nın) sistemi, diğer tarafta ise ayrıntı) an bakımından Mussolini ve Hitler modelini aynen kopye eden CHP’nin, yani İnönü’nün sistemi.
Bir yanda, bütün Türk vatandaşlarının kanun önünde eşit, seçme ve seçilme hakkına sahip olduğunu ilan eden ve bütün sınıf, grup ve parti imtiyazlarını reddeden zavallı Anayasa! Diğer yanda ise bunun tam tersi istikamette yol alan milli şef in uygulamaları.
Bir anayasa hukuku profesörü için vatandaşların hak ve hürriyetlerini ele alan Anayasa’nın beşinci bölümünü öğrenci­ler bu kanunun pratikte uygulanışı konusunda soru sorarlar korkusuyla es geçmekten daha acı, daha asap bozucu bir şey olamaz. Oldukça haklı ve son derece tabii bu merak, her türlü tedbire rağmen, sık sık gündeme geliyordu. Uygulama ile hukuku elden geldiğince birbiriyle uzlaştırmaya çalışmanın ne zor, ne nankör bir iş olduğunu varın siz düşünün!
Dahası bütün profesörler, talebelerin arasına karışarak her derse giren ve parti genel merkezine iletmek üzere özene bezene notlar alan sivil polislerin sıkı denetim ve gözetimi altında bulunuyordu.
Fakat inanılmaz tuhaflığa bakın ki, İnönü iktidardan düş­tükten sonra Demokrat partilileri Anayasa’dan uzaklaşmak ve Anayasa’ya ters düşen kanunlar çıkarmak suçlamasıyla sürekli olarak yerden yere vurdu durdu! Türkler Dilin kemiği yoktur derler.
Kısacası, İnönü devrindeki devletçilik iki yönüyle de, bir tür kılık değiştirmiş komünist sistem, bir demir perde rejimi havasına bürünmüştü. Halkın bütün sınıfları ister istemez devletin baskısına maruz kalıyordu.

Yine de hiçbir şey kamuoyunu, İnönü’nün siyasetinden ve mutlak otorite sahibi partisinden laiklik anlayışı ve uygulamasından daha fazla nefret ettirip uzaklaştırmamıştır. Laiklik, en azından Batı ülkelerinde, devlet ile din işleri­nin birbirinden ayrılışını belirtir. Biri dünya meselelerine hükmederken, diğeri manevi alanın düzenleyicisi olarak kalır. İnönü’nün anladığı laiklik bu manada bir laiklik değildir. Kendisi tıpkı komünistler gibi, laiklikte sadece dine karşı çı­kan ve insanın kalbinden din duygusunu ve Allah sevgisini söküp atmak için dine savaş açan bir maddecilik şekli görür. Dolayısıyla da gaye bellidir: En azından yarısı henüz eğitimsiz olan bir halkı, kendi zaafları ve ihtirasları karşısında donanım­sız bırakmak tehlikesine rağmen, din kurumunu yıkıp ortadan kaldırmak İnönü tarafından dine ve her türlü dindarlık şekline karşı başlatılan bu kampanyada, en önemli rol her derecedeki devlet okulları ile bir çeşit siyasi propaganda merkezleri olan Halkevlerine düştü, İnsanın içini sızlatan bu hile ve dolaplarla, din adamları ile dinini yaşayan insanlara, radyoda olsun, gazetelerde olsun, her yandan en ağır hakaretler yağdırılıyordu. Bu söylenen ve yazılanlara bakılırsa, dine yönelik bir eğilim, dine karşı basit bir saygı bile ilkel ve gerici bir zihniyetin belirtisi idi. Kendilerinin de böyle düşündüklerini söyleyenler ise, ilerici ve aydın kimseler olarak gözüküyorlardı. Durum o hale gelmişti ki, dindarlar camiye namaz kılmaya gitmeden önce, kendilerini gericiler listesine yazmak için hazır bekleyen bir polisin pusuya yatıp yatmadığını görmek için, etrafı kolaçan etmek zorundaydılar. Dinine bağlı ihtiyarlar, ezanı Arapça okudular diye tutuklanıyor ve orta Anadolu’ya sürgün ediliyorlardı.

Muhtemelen, bir aşağılık duygusunu yenmek için olsa gerek, İnönü, Atatürk’ün muvaffak olamadığı bir konuda başarı göstereceğini ispat etmeyi ümit ederek dil meselesini yeniden ele aldı. Bu inatçılığın âkıbeti pek acıklı olmuştur.

Türkçe kendi hesâbına, güzelliğinin esâsını kaybediyor ve müthiş bir şekilde fakirleşiyordu. Nihâyet, dinî meselelere de el attığından, dinsizliği îlân etmek ve her türlü mânevî değerlere karşı düşmanlık göstermek gençler arasında moda hâlini almıştı.

Böylece, yalnız maddî menfaatlerine bağlı, mânevî disiplin ve terbiyeden tamâmen mahrum bir nesil türemiş oldu.

Hatta bir defasında, Meclisi o kadar şiddetli sallayan bu münakaşalar esnâsında, CHP lideri İsmet İnönü kürsüden DP mebuslarına ve hükûmet üyelerine şu çılgın, fakat târihi sözlerle hitap etti: Sizi o kadar feci bir akıbet beklemektedir ki, ondan sizleri ben bile kurtaramıyacağım. Birdenbire bu sözlerin mânâsı pek kavranamadı, bu sözlerin mânâsı 27 Mayıs sabahı anlaşılacaktı.
Benim ne Mussollini gibi “kara gömlekliler im ne de Hitler gibi SS lerim var, fakat bütün bir millet arkamdadır.

Zavallı Menderes ne saf kalplilik! Halka güvenmek karınca yuvasına sığınmaktır.

Inönü paraların üzerinden Atatürk’ün resmini kaldırıp kendisininkini koydurtacak kadar gurûrunu ileri götürmüştür.
Bu konuda¹, Atatürk’e halef olan İnönü selefiden o kadar başarılı olarak devraldığı yolu takip etmek kudretini gösteremedi. İktidâra gelir gelmez, ilk işi Celâl Bayar
ve Şükrü Kaya (Içişleri Bakanı, Atatürk’ün en çok takdir ettiği hükûmet üyelerinden biri idi) gibi Atatürk’ün en yakın mesai arkadaşlarını iktidardan uzaklaştırmak oldu.

Fakat, Inönü bu sivilleri uzaklaştırmakla kalmadı, Mareşal Fevzi Çakmak’ın halk arasında olduğu kadar, ordu içinde de kazandığı îtibâri çekemeyerek Genel
Kurmay Başkanlığı’ndan uzaklaştırmak istiyordu. Ve nihâyet onu da emekliye sevketti, İsmet Paşa’nın bu hareketi ordu içinde Mareşal’a bağlı subaylar arasında
memnuniyetsizlik yaratmakta gecikmedi. Böylece, Atatürk’ün ölümünden sonra, ilk defa siyâset kışlaya girmiş oldu.

Şehirlerde olduğu gibi köylerde de fotoğraf çekmek yasaktı. İstanbul ile Ankara arasında fotoğraf makinesi taşımak yasak edilmişti.
eskiden, yüksek kademelerdeki memurlar imtiyazları üzerine öyle azamet ve
kötü niyetle kurulup caka satıyorlardı ki, oturdukları koltuktan halkı âdeta ayakları altında ezilecek karıncalar gibi görüyorlardı. Zavallı halk, bu hâli göre göre artık
devlet kapısına her türlü müracaattan çekiniyordu. O devrin hükûmet üyelerinin içinde bulundukları ruh hâlini görmek mi istiyorsunuz? Buyurun, işte size tipik bir
hâdise: Bu beyler, Anadolu köylüsünün, merkebi ve iki öküzünün mütevekkilâne çektiği Ortaçağ’dan kalma iki tekerlekli kağnı arabasıyla Ankara sokaklarında dolaşmasını yasak etmişlerdi. Bu, halkın sefâletini yabancılarin gözünden saklamak için alınmış gülünç bir tedbirdi.
1945 yılı Nisan ayı sonlarına doğru verilen bu akşam yemeğinde birçok sivil ve askeri erkân hazır bulunuyordu. Yemekten sonra, İnönü iki saatten fazla süren bir konuşma yaptı. Bu konuşmasında, Inönü, o zamanki Türkiye’nin iç ve dış durumunu anlatıyordu. Memleketin dâhili vaziyetinden bahsederken şöyle dedi: Bir müddettenberi basında bize karşı sert tenkitler ve şiddetli hücumlar yapılmaktadır. Bu beylere,
raktiyle Şeyh Said isyânı sırasında tenkitte bulunanları, âsileri ayaklanmaya teşvik ettikleri için, elleri bağlı olarak İstiklâl Mahkemelerine sevkettiğimizi hatırlatmak isterim.
Hatta bir defasında, Meclisi o kadar şiddetli sallayan bu münakaşalar esnâsında, CHP lideri İsmet İnönü kürsüden DP mebuslarına ve hükûmet üyelerine şu çılgın, fakat târihi sözlerle hitap etti: Sizi o kadar feci bir akıbet beklemektedir ki, ondan sizleri ben bile kurtaramıyacağım. Birdenbire bu sözlerin mânâsı pek kavranamadı, bu sözlerin mânâsı 27 Mayıs sabahı anlaşılacaktı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir