Amanda Hodgkinson kitaplarından 22 – Britanya Yolu kitap alıntıları sizlerle…
22 – Britanya Yolu Kitap Alıntıları
En büyük kalabalığın içinde bile yalnız kalabilirsin.
Belki de geçmişi gözümüzde bu kadar büyüten bizleriz. İhtiyacımız olan tek şey şu an sahip olduklarımız.
Aşkın olduğu yerde affediş de vardır
Acaba diğer evler de dışarıdan bu kadar huzurlu görünürken, içleri kapı çarpmaları ve bağrışlarla mı dolu, diye düşünmeden edememişti Silvana
Asla, diye yanıt verdi. Seni asla incitmeyecegim ben sana her zaman tapacagım.
Parmakları onu kendine doğru çekiyor, göğsünün kıvrımını takip ediyordu. Sanki kalbini söküp çıkartacak bir aralık arıyor, onu kendine saklamak istercesine kaburgalarına dokunuyordu.
‘O zaten senin, diye fısıldadı Silvana
Ölülerin de peri masallarına ihtiyacı vardır.
O sadece vereceği son nefesi de o alsın istiyordu.
Adam bir sürünün başını çeken itten farksızdı.
Mesleğiniz?
Hayatta kalmak
Hayatta kalmak
Belki de geçmişi gözümüzde bu kadar büyüten bizleriz. İhtiyacımız olan tek şey şu an sahip olduklarımız
En büyük kalabalığın içinde bile yalnız kalabilirsin.”
”Tıpkı asla sahip olamayacağı birine duyduğu hasret gibiydi. Kendi de bilirdi bu hissi. İlk defa ortak bir noktada buluşmuşlardı. Yaşayan bedenlerde ölmüşleri bulma hevesiydi bu ”
Hayatın nasıl devam edeceğini bilmek, acı veriyor.
Belki de geçmişi gözümüzde bu kadar büyüten bizleriz. İhtiyacımız olan tek şey şu an sahip olduklarımız
Hatırlamak, çok büyük bir çaba ve geçmişin istenmeyen hatıralarıyla yüzleşmeyi gerektiriyordu.
Kocan gitmeden önce o çok sevdiği bahçesini darma duman etti.
“Belki de geçmişi gözümüzde bu kadar büyüten bizleriz. İhtiyacımız olan tek şey şu an sahip olduklarımız.”
Çocuğunu yüz üstü bırakan bir anne yerine aldatan bir eş olarak bilinmeyi daha çok tercih ederdi.
“ Dürüst olmak gerekirse, kim böyle bir dünyaya çocuk getirmek ister ki?”
Adam, bir sürünün başını çeken itten farksızdı.
Bu ülkede kadınlar saçlarına yapacakları şeyler için kocalarından izin almazlar. Ortaçağda değiliz ya.
“Hayatın nasıl devam edeceğini bilmek, acı veriyor.”
“En büyük kalabalığın içinde bile yalnız kalabilirsin,” dedi babası.
Yalnızlık her insanın yakalanabileceği bir hastalıktır.
En iyi vedalar kısa olanlardır.
Onun tek savunması susmaktır.
Acaba diğer evler de dışarıdan bu kadar huzurlu görünürken, içleri kapı çarpmaları ve bağırışlarla mı dolu, diye düşünmeden edememişti Silvana.
Özümüzde hala aynı kişileriz. Zaman bunu değiştiremez.
Hatırlamak, çok büyük bir çaba ve geçmişin istenmeyen hatıralarıyla yüzleşmeyi gerektiriyordu.
Bu yalnızlık onu kahrediyordu.
“Mesleğiniz?”
“Hayatta kalmak,” diye fısıldadı Silvana.
“Hayatta kalmak,” diye fısıldadı Silvana.
Belki de geçmişi gözümüzde bu kadar büyüten bizleriz. İhtiyacımız olan tek şey şu an sahip olduklarımız
Birini çok sevip sonra onu kaybetmek ne demek bilemezsin
En iyi vedalar kısa olanlardır
Ölülerin de peri masallarına ihtiyacı vardır
Zbigniew Herbert
Aşkın olduğu yerde affediş de vardır
“Ölülerin de peri masallarına ihtiyacı vardır.”
Belki de geçmişi gözümüzde bu kadar büyüten bizleriz . İhtiyacımız olan tek şey şu an sahip olduklarımız.
Her savaş bir kaybediştir
Kimi sevdiğini, kimiyse benliğini kaybeder
Kimi sevdiğini, kimiyse benliğini kaybeder
Tek bir hayat yaşıyoruz, bundan başkası yok.
Sevmek ve kaybetmek, birbirlerine nasıl bu kadar yakın olabiliyorlardı?
Yalnızlık her insanın yakalanabileceği bir hastalıktır
En büyük kalabalığın içinde bile yalnız kalabilirsin
En büyük kalabalığın içinde bile yalnız kalabilirsin
Belki de geçmişi gözümüzde bu kadar büyüten bizleriz. İhtiyacımız olan tek şey şu an sahip olduklarımız.
Her savaş bir kaybediştir.
Kimi sevdiğini kimi de benliğini kaybeder.
Kimi sevdiğini kimi de benliğini kaybeder.
Belki de geçmişi gözümüzde bu kadar büyüten bizleriz. İhtiyacımız olan tek şey şu an sahip olduklarımız.
Yıllar ve kendini iyileştirme isteği, kırılmış kalbini bir yağ tabakasıyla çevrelemişti.
İçinde yaşadığı ev, hayatında ayakta kalmayı başaran tek sağlam şeydi.
İster savaş, ister barış hakim olsun, hayatı hep hayatta kalma çabasıyla geçecekti.
Güneşin ve aşkın sardığı, hiç uyanmak istemediği bir rüyadaydı adeta.
Dürüst olmak gerekirse, kim böyle bir dünyaya çocuk getirmek ister ki?
Vatanı için canını veren bir asker gibiydi. Onun vatanı da oğluydu.
Tıpkı taşları aşındırıp şekillendiren dalgalar gibi, Janusz’un umudu da hayatını saran, tükenmeyecek bir güç gibiydi. Onun hayatını törpüleyip şekillendiren de işte bu umuttu.
Sanki birden fazla hayat yaşamış gibi hissediyordu kendini.
Kendime olan yabancılığım ne zaman son bulacak, diye geçirdi içinden.
Kaybolmuş insanlar, onun en iyi bildiği kişilerdi.
Nasıl gemiyi kurtarmak için denize eşyalar atılır, Silvana da o eşyaların insan hayatındaki yansıması gibi hissediyordu kendini.
Onu görmezse hayatı daha katlanılabilir olacaktı.
Ebedî uykusuna terk edilmiş bir ceset gibi hissediyordu kendini.
Baba, güzel bir kelimeydi. Aile, anne, çocuk kelimeleriyle bir uyum yakalıyordu. Güven veren kelimelerdi bunlar.
Öyle içten bakıyordu ki birazdan ya biri ya da ikisi birden ağlamaya başlayacaktı. Ağlamanın ise bir manası yoktu. Ağlamak, tüm bunların artık ne kadar fazla geldiğini gösterecekti.
Herkes nereden geldiğini ve nereye ait olduğunu bilmeli.
Bugün bir şey okudum. Diyordu ki, aşkın olduğu yerde affediş de vardır.
Unutma ki aşık olmayı sen seçmedin. Aşk kalkıp bizi buldu.
Sanki o, mavi gökyüzünden daha da uzak bir mesafedeydi.
Tıpkı denizin ortasında gördüğü gemi kadar yurtsuz biriydi. Kaybolmuştu.
O bir yabancıydı. O her zaman resimdeki uygunsuz parça olacaktı.
Daha önce nefret ettiği her şey, şimdi bir özleme dönüşmüştü.
Sanki biri kalbini tutmuş da sıkıyormuş gibi hissetti bir an. Bunun adı aşktı. Minnettarlık değil, gerçek sevgiydi hissettiği.
Konuşabileceği tek insan, söyleyeceklerini bilmemesi gereken kişiydi.