İçeriğe geç

1200 Yıllık Sürgün Kitap Alıntıları – D. Ahsen Batur

D. Ahsen Batur kitaplarından 1200 Yıllık Sürgün kitap alıntıları sizlerle…

1200 Yıllık Sürgün Kitap Alıntıları

Eğer Türkler ırkçı olsalardı, Tayyib Erdoğan denilen zat başbakanlığı ancak rüyasında görür, Erbakan hiçbir zaman iktidar ortağı dahi olamaz, Mesut Yılmaz başbakanlığın düşünü dahi kuram az, Turgut Özal Amerikalıların evrak çantalarını taşımakla vakit geçirir, Bülent Ecevit diye bir politikacı olmaz, orduda genelkurmay kademesine gelmiş kişilerin çoğu onbaşı dahi olamazlardı. Eğer Türkler ırkçı olsalardı, isimlerini saydığımız bu şahıslara Türk asıllı olmadıkları için hayat hakkı dahi tanımazlardı.
Eğer Türkler ırkçı olsalardı (ki, keşke olsalardı!) Osmanlı İmparatorluğu döneminde devşirmeler ve dönmelerin Türklere kendi ülkelerinde zulüm yapmak şöyle dursun, Türk adını anmak için dahi ağızlarını on kere yıkamaları gerekirdi.
Hafız Hamdi Çelebi, Hz. Peygamber’e iftira atarak güya onun “Türk’ü öldürün , kanı helaldir” dediğini ileri sür(müştür).
Örneğin şu beyit Adlî mahlasıyla şiir yazan Sultan II. Bayezid’e aittir:

Değme etrak ne bilsun gam-ı aşkı Adlî,
Sırr-ı aşkı anlamaya haylice idrak gerek

Yani güya Türk sultanı olan padişah kendi halkını idraksizlikle tavsif etmektedir.

Faruk Sümer, Türklüğünden şüphe etmediğimiz bir yazar
Yine de Türklük için savaşan bu insanlar Naima’ya göre “kelb (köpek!), Peçevî’ye göre “dinsiz”dir.
II. Abdülhamid Saltanatının daha ilk yıllarında “Lugat-i Çağatay ve Türkî-i Osmânî” eserinin yazarı Buharalı Şeyh Süleyman Efendi’yi Türkler Türkmenlerle temas etmek üzere resmi vazife ile Orta Asya’ya göndermişti.
II. Abdülhamid, bir Türk’tü ve Türklüğünün farkındaydı. Hatta Kayı boyundan , keçililer aşiretinden olduğunu dahi bilecek kadar tarih bilgiye sahipti. Nitekim Söğütlü Karakeçililerden saray içinde 200 kişi mızraklı bir vurucu gücü daima hazır bulundurmuş, bunların tak odasına bitişik odalarda tutmuş ve onlardan “Benim öz hemşirilerim..” diye söz etmiştir.
Arap dünyasın da Osmanlı’nın çökmesi halinde ülkelerinin maruz kalacağı işgale karşı ne yapılması gerektiği tartışmaları başlamış, Osmanlı hanı için “han kelimesi hâne ilinden gelir!” diye ince espiriler yapılır olmuştu.

hane kelimesi arapçada “ihanet etti/ ihanet etmek” anlamındadır. Yani özellikle Suriyeli Araplar o sıralar Osmanlı sultanı için “Han, haindir” diyorlardı.

Kazım Karabekir Paşa bundan yıllarca önce Kürtlerin askere alınmamasını öğütlemiş, kimse onu dinlememiş, fakat PKK’nın kurulmasından sonra onun ne kadar haklı olduğu ortaya çıkmıştı. Çünkü Türk ordusunun savaştığı etnik topluluk, ordu saflarına katılan Kürtlerin hemcinsleriydi
II. Murat, kestirdiği sikkelerde Kayı boyunun işaretini kullanırdı. Ondan sonraki padişahlar bu işareti sikkelerinde kullanmadılar, ama silahlarda ve bazı âletlerde Kanuni dönemi sonuna kadar kullandılar Sonrasında bütünüyle terk ettiler. Demek ki, Osmanlı yalnızca Türklükten ve Türkmenlikten değil, Kayı boyundan da uzaklaşmıştı.
Fatih, dedelerinin saygı gösterdiği Selçuklu’ya saygıyı ifade eden merasimleri de kaldırmıştır.
Fatih’in Uzun Hasan’ı mağlup ettikten sonra gönderdiği fetih mektubunda mürde-i öbaş Türkman târikü’l iman” yani “imansız serseri Türkmen taifesi” ifadesini kullanırken, aslında kendisini, kendi soyunu aşağıladığının farkına bile varmaz. Çünkü artık o, kendisini Türk veya Türkmen olarak değil, bir imparatorluğun başı olarak görmekte..
“Eğer damarlarımdan birinde Türk kanının dolaştığını bilsem, onu kerpetenle yolar alırdım! – Cemal Paşa

Çünkü pek çok insanın Türk olduğunu ve Türklük için canını feda ettiğini zannettiği Cemal Paşa aslen Türk değil, bir Çerkes’di Nitekim bugün onun torunu Haşan Cemal da Milliyet gazetesinde her vesileyle Türkleri tahkir etmekte, Kürtlerin müdafiliğine soyunmakta ve bir soru ile sıkıştırıldığında “Ben asimile olmuş bir Çerkeş’im ” diyebilmektedir.

Bizans kaynakları Selçuklulara “Pers”, “Agarin”, “Sarasen, “Türk diyorlardı. Daha sonra bir süre Osmanlılara da bu “Pers” adını yakıştırdılar.
Yar-Hisar hakimi kızını Bilecek hakimine vermiş ve düğün dernek çatılmıştı. Her yıl Osman’ın servetini oluşturan ganimetler Bilecik kalesine emanet edilirdi ve bu malları teslim etmek için kadınlar kullanılırdı. Fakat Osman Bey, bu defa kadınların yerine kadın kıyafetine bürünmüş savaşçıları, eşya yerine silah yüklenmiş atları kaleye soktu. Halkın ve muhafızların önemli bir kısmı düğüne gittikleri için kale kolayca ele geçirildi. Osman, kaleyi ele geçirdikten sonra damada pusu kurmak için Kaldıralık Boğazı’na gitti ve düğün kafilesini basarak henüz el sürülmemiş Nilüfer adındaki gelini kaldırdı ve onu oğlu Orhan’a münasip gördü. Asıl adı Horofira olan gelin Osmanlı otağına gelen ilk Batılı gelindi.
Biz ki, Turan hükümdarı, Türkistan emiriyiz. Biz ki, halkların en eskisi, Türk’ün şah damarıyız.
– Emir Timur
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Harezmşah Celaleddin, eşi emsali bulunmaz bir savaşçıydı; ama inatçı ve siyasetten anlamayan biriydi. Eğer Selçuklu sultanı ile ittifak edebilmiş olsaydı, Eyyubîlerin de yardımıyla Moğol ordusunun aşılması imkansız bir set oluşturur; hatta Moğolları kamilen kılıçtan geçirebilirler, böylece Moğollar hem İran’a giremez, hem de Anadolu’da yıllarca süren zulümler sergileyemezlerdi.

Sultan Celaleddin’in inat ve aptallığı yüzünden hem Harezm şahlar devleti ortadan kalkmış, hem Anadolu yıllarca Moğol atlarının ayakları altında çiğnenmiş, hem de Selçuklu devleti vakitsiz zayıflayıp tarih sahnesinden çekilmiştir.

Rusya sınırları dahilindeki Yahudilerin büyük çoğunluğu hayatlarını saklayıp, yüzyıllar sonra da olsa İsrail’e dönmeyi başardılar; ama “ben Hazar Türküyüm ”, “ben Hazarların torunuyum ” diyen kimse kalmadı. Hazar devletini Türk devleti olarak sayan sadece biziz; ama acaba onlar kendilerini Türk olarak kabul ettiler mi?

Peki, neden böyle oldu? Sorunun cevabı çok basit: Yahudiler, birkaç bin yıl boyunca etnik hafızalarını korurken, Türkler etnik hafızanın ne olduğunu dahi bilmediler. Çünkü Türkler, Gök-Türk abidelerinde belirtildiği gibi, “karnı tok iken açlığı hatırlamayan, karnı açken tokluğu bilmeyen ” ama her şeye rağmen “atlanınca atasını tanımayan ” mankurt bir millettir; yeter ki karnı doysun, yeter ki hayvan gibi tıkınması engellenmesin, bu ona yeter ve bu satırların yazarı da ne yazık ki o milletin bir bireyidir!!

Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
(Hazar) melik de (Ruslara) onlara el altından Müslüman askerlerin saldırıda bulunacakları yolunda haber gönderir. Sonunda Ruslar kuvvetlerinin neredeyse tamamını kaybederler ve bir daha da Hazar Denizi’ne gemilerle gelip Müslüman topraklarına saldırmaya cesaret edemezler.
Oğuz-Selçuklular, bir kenara çekilip olayların gelişmesini beklerken, – çünkü onlar, bir kına iki kılıcın sığmayacağını, aynı bölgede iki güçlü devletin birbiriyle anlaşamayacaklarını bildikleri için, onların birbirini zayıflatmasını beklemeyi tercih etmişlerdi, – birden Karahanlılarla Gazneliler arasına kara kediler giriverdi. İhtilafın sebebi, Karahanlıların Gaznelilerden toprak talebinde bulunmalarıydı. Esasen Karahanlılar haklıydı; çünkü Sâmânî devletini onlar
fethetmişlerdi ve tabii olarak toprakları da onlara kalmalıydı; halbuki Gazneliler bu topraklara bedavadan konmuşlardı.
Selçukluların Anadolu’ya çok kolay girmelerine zemin hazırlayanlar, aslında Peçeneklerdi. Bizans’ı neredeyse bitme noktasına getiren Peçeneklerin, Selçukluların işini son derece kolaylaştırdıklarını kaydeden N. Akdes Kurat, haklı olarak bu konuda Peçeneklerin takdir edilmesi gerektiğini belirtmektedir.
Örneğin Araplar İran’ı fethettiklerinde, Pers devleti zaten Bizans tarafından çiğnenmiş ekin tarlasına döndürülmüş, Araplar da fazla zorlanmadan İran’ı yutmuşlardır. Çünkü Bizans-İran savaşı, her iki tarafı da bitirmiş, bütün gücünü alıp götürmüştü.
Gazneli sultanı Mesut, hükümdarlığı sırasında biri Bağdat halifesine Arapça, diğeri Karahanlı hanına Farsça olarak yazılan iki mektubu mühürlenmek üzere huzuruna sunulduğunda, hiç tereddüt etmeden mührünü basmıştır. Halbuki Sultan Mesut zerrece etnik hafızaya sahip olmuş olsaydı, bu iki mektup huzuruna getirildiğinde, divan reisini çağırtır ve “Şu mektup Bağdat halifesine yollandığı için Arapça yazılmış, diplomatik kurallar gereği doğrudur; ama şu berikisi benimle aynı ataların soyundan geleneldaşım Karahanlı hanına yazılmıştır. Ben Türk’üm ve o hanla Türkçe konuşuyorum , neden ona gönderilecek mektubu Farsça yazdınız?!” diye çıkışır ve hatta boynunu vurdurur yahut en kötü ihtimalle hapsettirirdi.

Bu nasıl bir gaflet, nasıl bir mankurtluktur? Kimi kaynaklara göre her ikisi de Karluk kabilesinden olan iki Türk hükümdarı, birbirleriyle Fars dilinde yazışıyorlar!

Fakat Türklerin ahı yerde kalmadı. Türk Hakanlığı’nın yakılm asında en büyük rolüüstlenen Uygurların devleti Kırgızlar, Kırgız Hanlığı Kıtaylar, Karahanlılar
Selçuklularca hırpalandıktan sonra Kara Kıtaylar, Gazneliler Selçuklular tarafından yıkıldılar. Türkişler Araplar tarafından ortadan kaldırıldılar. Basmıllar ve Tatabılarm ise yeryüzünde temsilcisi kalmamıştır. Selçuklular kendi iç çekişmeleri yüzünden parçalanıp tarih sahnesinden çekildiler; onların yerinialan Osmanlılar, Türklüğünü yüksek sesle haykıran Timur’un uyarı tokadına rağmen, Türkleri it yerine bile koymamanın bedelini koca bir imparatorluğu heba etmekle ödediler. Vaktiyle Türk Hakanlığı’nın yıkılmasında rol olan Türk halklarının bizzat kendileri veya torunları ya devletleri yıkılarak, ya Çinlilerin ve özellikle Rusların tahakküm ü altına girerek bedelini ödediler ve sonunda yine vaktiyle kötülük ettikleri Türklerin himmetine muhtaç hale geldiler.
Ongin kitabesinde belirtildiği gibi “Üstteki Tanrı, Türk kavmi batmasın, feda olmasın demiş” Belki de o yüzdendir ki, aradan geçen 1200 yıllık uzun bir dönem boyunca Türk kelimesi hiç kullanılmamasına rağmen, bugün Türk denilen bir halk var ve Türk ismini yaşatmaktadır. İnşallah kıyamete kadar da bu kelime yaşayacak ve yaşatılacaktır..
Türk tarihçiler Gök-Türk Hakanlığı’nın kuruluşunu genel olarak 552 yılına bağlarlarsa da, Rus tarihçisi L. N. Gumilev, Batı Wei imparatoru Wen-ti’nin taraftar bulmak amacıyla Türklere elçi gönderdiği 545 yılını esas alarak, devletin kuruluşunu da bu tarihten başlatır.
Bir diğer örnek Frygya bölgesinde Mablanis (Kaplan) komutasındaki Türk ordusu ile karşılaşan VII. Louis’nin onlar için “Kurt yavruları” ifadesini kullanmış olmasıdır
Türk ’le kurdu eşdeğer tutma olayı yalnızca Çinliler döneminde görülen bir hadise değildir. Bunu Hammer’in eserinin birinci cildinde “Macarlar Türkleri daha uzak tan görünce “Kurt geliyor” diye haykırmaya başlıyorlardı” ifadesinden de anlamak mümkün.
Türk halklarının efsanelerinde kurt önemli bir, yer tuttuğu için, Çin kaynaklarında Türk hakanından bahsedilirken “hakan ” ile “kurt” kelimesinin eşanlamlı olarak kullanıldığı belirtilmektedir.
1919-1920 yıllarında şeyhülislamlık görevine getirilmiş ve padişahla birlikte ülkeden kaçmak zorunda kalmış olan Mustafa Sabri efendi ise, Türk’e Türklük benliğini vermek isteyenlere soysuzlar yakıştırmasında bulunmuştur. Boğazlayan kaymakamının iyi dal fetvasını dağ gönül rahatlığı içinde veren bu rezil, o kadar Arap ve hilafet hayranıdır ki, türklüğünden adeta tiksintiyle söz eder. Türkiye’de İngiliz Muhipler Derneği’nin kurucularından biri de o idi. Kuvayi milliye mensupları için ölüm fetvası da çıkartan da aynı kişiydi.
1913 tarihli Mecmua-i Ebuzziya dergisinin 94. Sayısında, Bizim Türklüğümüz sembolizmden başka bir şey değildir. Türk falan değil, sadece müslümanız, denilmektedir. Üniversitede profesörlük yapmış olan Ahmet Naim, 1913 yılında yazdığı İslam’da Dava-i Kavmiye adlı kitabında, Türk’e karşı savaş açmış ve Türk’ün geçmişini bilmesine, öğrenmesine lüzum ve ihtiyaç yok, gerekli olan şeriatı öğrenmektir demiştir.
1912 yılında sebilürreşad dergisinde çıkan bir yazıda Türk kelimesinin kullanılması, dinsizlik, kafirlik sayılıyordu. Türk hükümeti , Türk ordusu , Türk ülkesi deyimlerinin Osmanlı halkı üzerinde rahatsızlık yarattığı biliniyordu.
Mustafa Kemal ve arkadaşları hem dış düşmanlarla, hem de içteki hainlerle gırtlak gırtlağa boğuşarak nihayet yeni bir devletin temelini atmışlardı. Sırada yeni devlete verilecek isim meselesi vardı. Mustafa Kemal bu konuyu meclise götürdü. Genel temayül yeni devletin adının Türkistan olması şeklindeydi. Fakat uzakgören Mustafa Kemal buna itiraz etti ve Bizim Asya’da zaten bir Türkistan’ımız var. Bugün onlar Sovyetlerin işgali altındalar, ama gelecekte bağımsızlıklarını kazanacak ve kendi Türkistan’larını yeniden kuracaklardır. O zaman iki Türkistan olur. Bu yüzden devletin adı Türkiye Cumhuriyeti olmalı mealinde sözler söylediği çok iyi bilinen bir husustur.
Tek bir ümmet olacağız teranesi satanların, Filistinliler için insani yardım gemileri gönderirken, köşe başlarında sandıklar koyup Filis­tinliler için yardım toplarken, aynı dönemde Doğu Türkistan’da Çin­liler tarafından katledilen hem Müslüman, hem de Sünni Uygurlar için kılını kıpırdatmamaları, Irak’ta bir milyondan fazla Müslüman katledilirken, on binlerce Müslüman kadının namusu yankiler tara­fından kirletilirken sessiz kalmaları, iki yüzlülük ve münafıklık değilse, nedir? Yoksa Irak İslam ümmetini oluşturan coğrafyanın bir parçası değil miydi? Doğu Türkistan’daki Müslüman Uygurlar uzakta oldukları için mi kaderleriyle başbaşa bırakılmıştı?
Boutroux’nun dediği gibi “Dinin başladığı yerde ilim biter; birbirlerine arkalarını çevirmişlerdir.”
Aslında Tayyib Erdoğan’ın ne Türklük umrunda ne de Gürcülük.
Çünkü ona Müslümanlık yeter. Müslüman cumhurbaşkanı, Müslü­man başbakan; boğazına kadar hurafe bataklığına batmış Anadolu’nun saf insanlarını kandırmak için bundan daha güzel kelimeler bulu­nabilir miydi?
Burada okuyucu küçük bir hatıramı anlatmamı hoş görsün. 1970’lı yıllar. Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu dergisini yeniden çıkar­manın hummalı çalışmaları içindeydi. Bir şekilde tanıştığım üstad (!!) ile pek çok hatıram vardır. Ona hayranlık besleyen Türk genç­leri için kaydediyorum. Bir gün Cağaloğlu’ndaki ofisinde şuradan bu­radan söz ederken, ağzımdan “Atatürk” kelimesi çıktı. Necip Fazıl, birden aslan gibi kükreyerek, çok yüksek bir sesle “Ahbes de ona!” diye bağırdı. Ahbes, Arapçada habis kelimesinin ism-i tafdili olarak “en çirkin, pislik” demektir. Merhum kelimesini kullanmak istemi­yorum, çünkü bu kelime ölen herkes için rastgele kullanılmakta­dır, fakat bu Necip Fazıl’ın hayatı zigzaklarla geçmiştir. Bir dönem bakıyorsunuz aşırı İslamcı ve Erbakan taraftarı, bir süre sonra ba­kıyorsunuz, Atatürk’e her gün küfretmesine rağmen, Atatürk’ü ve Kemalizm’i kendisine şiar edinen bir partinin yani MHP’nin safında.
Ben onun bu zigzaklarını bizatihi yaşadım ve gördüm. Fakat bu zigzakları için hainlikle suçlandığını da gördüm. Okuyucu, burada ara parantez açarak Necip Fazıl’la ilgili bazı yakın şahit olduğum olay­ları araya soktuğum içim beni mazur görsün. Erbakan’ı desteklediği günlerde Necip Fazıl, o sıralar Sebil dergisini çıkaran Kadir Mısıroğlu ve ekipi tarafından ayakta alkışlanıyordu. Hatta aynı günlerde Necip Fazıl’ın bir eseri Sebil dergisinde tefrika ediliyordu. Fakat tefrika he­nüz devam ederken, birden gazetelerde Necip Fazıl’ın Erbakan’dan yüz çevirip MHP’ye geçtiği haberi bomba gibi patlamıştı. Bu haberin çıkmasından sonra yayınlanan ilk Sebil dergisinde, Necip Fazıl’ın tefrikası kesilmiş ve iki kocaman sayfaya çok büyük puntolarla şu cümle yazılmıştı: “Öldü üstad, öldü, at ahırında öleceğine, gitti de it ininde öldü!” Bunun üzerine Necip Fazıl ertesi gün derginin yazı işleri müdürünü (adı bizde kalsın) Erenköy’deki köşküne çağırır ve sırf onu oturtmamak için ayakta karşılar. Tefrika bedeli olarak aldığı on bin TL’ yi önceden masara üzerine koyarak ona “Al şu paranı, çocuğu sen daha ananın .na düşmeden ben bu davanın mücadelesini veriyordum !” diyerek huzurundan hiddetle kovar.
Nitekim Ziya Gökalp bu duruma şu sözleriyle işaret etmektedir: “Bu milletin yakın zaman kadar kendisine mahsus bir adı yoktu. Tanzimatçılar ona: ‘Sen yalnız Osmanlısın. Sakın başka milletlere bakarak sen de milli bir ad isteme! Milli bir ad istediğin da­kikada Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasına sebep olursun’ demiş­lerdi. Zavallı Türk, vatanımı kaybederim korkusu ile, ‘Vallahi Türk değilim. Osmanlılıktan başka hiç bir içtimai zümreye mensup değilim’ demeye mecbur edilmişti” Falih Rıfkı Atay ise “Batış Yılları” adlı eserinde şöyle yazar: “Ken­dime ilk defa ne zaman Türk dediğimi pek hatırlamıyorum. Bizim çocukluğumuzda Türk, kaba ve yabani demekti. İslam ümmetinden ve ‘Osmanlı’ idik. İlmihallerde baş dersimiz ‘Din ile milliyetin bir olduğunu’ öğrenmekti Vatan sözü yasaktı. Onu ben büyüyüp de Namık Kemal’i okuduğum günlerde kitapta gördüm. Kulağımla ancak Meşrutiyet’ te duydum. Padişah kulları idik. Okul çıkışlarında her akşam sıraya girer; ‘Padişahım çok yaşa’ diye bağırırdık . Okullarda da Arab’a Arap, Arnavut’a Arnavut, Rum’a Rum, fakat kendimize Osmanlı derdik.”
Şevket Süreyya Aydemir’in Suyu Arayan insan adlı eserini oku­yanlar hatırlarlar. Şevket Süreyya, lisede öğretmenlik yaptığı gün­lerden birinde öğrencilerine Türk müsünüz kabilinden bir soru yönelttiğinde, öğrencilerin “Aman hocam, estafurullah! Aman hocam, Allah korusun!” gibisinden cevaplar verdiğini, kimisi kürt, kimisi Türkmen, kimisi Alevi olduğunu söylediğini, ama kimsenin Türk kelimesini ağzına almadığından bahseder. Bir yandan Osmanlı pa­dişahlarının, diğer yandan onların beynine sülük gibi yapışan devşirme ve dönme paşaların sayesinde Anadolu Türkü Türklüğünü unutmuştu. Öyle ki insanlar, Türk olmalarına rağmen Türk’üm de­meye çekinir hale gelmişler veya Türklüğü bir utanç vesilesi olarak algılamaya başlamışlardı.
Çinliler ve Japonlar yüzlerce yıl boyunca alfabelerini hiç değiştir­mediler. Yalnızca modernleştirdiler, ama ata mirasına sahip çıktılar.
Olayı şöyle düşünelim. Siz, bir Türk olarak Orta Asya’dan gelip Anadolu’yu fethetmiş ve bir devlet kurmuşsunuz. Bunun için sülalenizden onlarca şehit vermişsiniz. Yine de kendinize bir ev yapmış, tarlalar açmış, bağlar, bostanlar kurmuşsunuz. Çoluk çocuğunuzla yaşayıp gidiyorsunuz. Birden devlet tarafından atanmış birileri gelip, elinizden evinizi, bağınızı ve tarlalarınızı alarak sizi kovuyor ve aç­lığa mahkum ediyor. Böyle bir haksızlığa uğrayan insan isyan etmez de ne yapar? Hoca Sadettin Efendi’ye göre, “padişahım böyle murat etmişse, boynum kıldan incedir” deyip evinizi, bağınızı, bahçenizi dönme devşirmelere, Arap ve Acemlere bırakıp diyar-ı gurbette aç susuz dolaşmayı kabul ederseniz, siz iyi Türksünüz. Övülecek in­sansınız. Ama isyan eder, yapılan haksızlığı kabullenmezseniz, “aşa­ğılık, iğrenç, deve yapılı, idraksiz, laf anlamaz” insansınız!
Ama mazlumun ahı yerde kalmaz, Allah’ın adl-i İlahîsi şaşmaz­mış. İttihat ve Terakki’de asıl ipleri ellerinde tutan üç daltaban ve maceraperest, Türklüğünü bilmemekle birlikte Türk olan son imparatorluğu on yıl içinde yerle yeksan ettirmiş, biri Avrupa’da, biri Tiflis’te, biri Türkistan’da Ermeni ve Rusların kurşunlarıyla hayat­larını noktalamışlardır. Bu, onların günahlarının bu dünyadaki ilk taksididir, asıl taksitleri ise kıyamet günü Allah’ın huzurunda, mer­hum Abdulhamid Han’la yüzleştiklerinde ödeyeceklerdir..
İttihat ve Terakki denilen zirzop takımının bu memlekete yap­tığı en büyük kötülük, Sultan Hamid gibi Avrupa siyasetine otuz üç senelik bir tecrübeyle hakim olmuş büyük bir hükümdarı iş ba­şından uzaklaştırmaktır.
Osmanlı’nın Fatih’in İstanbul’u fethettiği 1453’ten itibaren Türklükle hiçbir il­gisi kalmamıştır.
Devlet kademelerine rüşvet karşılığında en silik kişi­leri getirirken, Türkleri saraydan ve devlet dairelerinden içeri sok­mamış, İnebahtı’ndaki deniz savaşında Osmanlı donanmasının ye­nilmesine zemin hazırlamış, Rusların Kazan ve Astarhan’ı işgal ettiği sırada Kırım hanına yardım etmek için gönderilen kuvvetlerin başına onca tecrübeli komutan varken, hayatta eline kılıç almamış Çerkes asıllı bir maliye müştesarını komutan tayin etmekle hainliğini bir kez daha sergilemiştir
600.000 duka altın, 1.900.000 gümüş akçe.
29 çekmece pırlanta, zümrüt, yakut ve firuze.
20 çekmece zeberced.
61 çekmece inci.
20 miskal altın tozu.
15 inci tesbih.
2 pırlanta gerdanlık.
30 parça roza elması.
7 takım altın üzerine mücevher kakmalı softa takımı.
16 altın üzerine mücevher kakmalı bilezik.
20 altın ibrik.
1 mücevherli satranç takımı.
120 mücevherli kemer.
32 mücevherli kalkan.
34 altın üzengi.
140 mücevherli miğfer.
2 mücevherli at örtüsü.
16 mücevher at zırhı, ayrıca yüzlerce mücevherli altın tabak, kı­lıç, yatağan, hançer, pala, bozdoğan.
100 kantardan fazla gümüş tabak, vazo vs.
600 samur kürk.
600 vaşak kürk.
30 siyah tilki kürkü.
900 çeşitli kürk.
1075 top ipekli sırmalı kumaş.
1000 parça elbise.
Büyük miktarda misk, amber, ödağacı. Sandal ağacı ve abanoz­dan yapılmış eşya. Hindistan, Çin, Türkistan antikaları, binlerce parça mobilya ve halı, binlerce at, pek çok çiftlik, arsa, saray, ev, köle ve cariye.

Yatağında geberen bu adamın bütün serveti Osmanlı hâzinesine kalmıştır. Karun hayatta olsaydı, herhalde bu veziri kıskanırdı!

Nitekim eserini 1785 yılında yazan Ermeni yazar Mouradjea D’ohsson şöyle der: “Osmanlılar, Türk tabirini kaba ve haşin adam anlamında kullanırlar. Osmanlılara göre Türk kelimesi Türkistan ahalisiyle Horasan çöllerinde durgun bir hayat geçiren ser­seri grupları ifade eder. İmparatorluğun tebaası olan bütün kavimleri Osmanlı namıyla anarlar ve Avrupalıların ne için Türk dediklerini anlayamazlar. Bu kelimeyi açık bir hakaret ifadesi olarak aldıkları için hiçbir yabancı kendilerine hitap ederken Türk kelimesini kullanmaya cesaret edemez.
Mevlânâ’nın etnisitesi ve ki­şiliği üzerinde durmak istemiyoruz, ama Ahmet Eflakî’nin eserinden onların Türklere bakış açılarını öğrenebiliyoruz. Onlara göre Türkler bozguncudur; Rumlar bağ yapmaya, Türkler bağ bozmaya yararlar, Rumlar dünyayı imar etmek, Türklerse yıkmak için gelmiştir.
Her ne kadar birleştirici isim olarak “Osmanlı” kullanılıyorsa da, yeri geldiğinde Rum’u Rum, Acemi Acem, Arabı Arap, Arnavut’u Arnavut., olduğunu söyleyebilirdi, yalnızca Türk “Türk” olduğunu söyleyemezdi. Bunun Kur’an’a ve Şeriata ters olduğu öğretilmiş, din âlimlerince böyle söylenmişti. Başkalarına he­lal olan şey, Türk’e haramdı. Çünkü Türk demek, Yecüc-Mecüc de­mekti ve bu konu başta tefsirlerde ve bazı uydurma hadislerde de­falarca işlenmişti.
Fatih, Bizans’ı fethettikten sonra (ki o sırada yalnızca İstanbul’dan ibaretti) kendisini artık “Sultan-ı Türk” değil, “Sultan-ı Rum ” yani Roma İmparatoru olarak görüyordu. Hatta İtalya’da vaktiyle Bizans’a ait olan kolonilerin de otomatikman onun mülkü sayıl­dığı kendisine bildirilmişti. Dahası, Fatih, daha tahta çıkar çık­maz Roma İmparatorluğu’nun varisi olmayı kafasına koymuştu. “Konstantinopolis’in fethi tıpkı Trabzonlu Rum tarihçisi Georgi’nin Mehmed’i inandırdığı gibi, bu hülyayı gerçekleştirmişti: “Sizin Roma imparatoru olduğunuzdan kimse şüphe edemez. Bir imparatorluğun başkentini yöneten kişi, yalnızca imparatordur, ama Konstantinopolis Roma İmparatorluğu’nun başkentidir.”
Biliyorum, yukarıdan beri yazdıklarımız ve aşağıda anlatacakları­mız, Türkiye’de Osmanlı’yı geri getirmeye çalışan, bunun için “Geri Gel Ey Osmanlı” diye kitap yazanların, bu konuda en ufak bir ten­kide, tarihi gerçekleri dinlemeye dahi tahammülü olmayan bazı fa­natik Osmanlı hayranlarının hoşuna gitmeyecektir. Ama birilerinin hoşuna gitmeyecektir diye, tarihi gerçekleri örtbas etmeyi aklımız­dan dahi geçirmeyiz.
Osmanlı sultanlarının bırakın Türk veya Türkmen’e güvenmeyi, kendi öz kardeşine dahi güvenmediğini ve “kardeş katli fermanı” ile hiç suçu günahı olmayan kundaktaki çocukları dahi boğazlattığını unutmamak gerekir. Bunun için baskı altında tutulan şeyhülislam­lardan fetva almak onlar için hiç de zor değildi. Osmanlı padişah­ları “devletin ve milletin menfaati için..” diyerek bu işe tevessül etmişlerdi, ama aslında düşündükleri kendi koltukları ve rahatlarıydı.
Tarih bilmeyen pek çok kişi Osmanlı fetihlerinin yeniçeriler tarafından gerçekleştirildiğini zannederek, asıl fatihler olan Türklerin rolünü görmezden gelmektedirler. Halbuki yeniçerilerin fetihlerdeki rolü çok azdır. Nitekim Mükrimin Halil buna işaret ederek şöyle demektedir: “Yeniçerilerin Kanuni Süleyman zamanındaki miktarı sekiz bini muvazzaf ve üç bini acemi oğlanı olmak üzere on bir bin kişiye ulaşmıştı. İmparatorluğun birkaç yüz bine çıkan muhteşem ordusu ise hep Türk un­suruna mensup idi. Büyük ordunun en mühim kısmını Türk olan tımarlı sipahiler teşkil ediyordu. Bütün fetihler bunlardan tarafından yapılmış, bütün zaferler onlar tarafından kazanılmıştı.”
Böylece Osmanlı sarayı içeridekilerin ve dışarıdakilerin gay­retleriyle Anadolu’nun Türk halkından yavaş yavaş uzaklaştı. Türkler saraya, saray Türklere yabancılaştı. Sonunda Türk yurdunda, Türk sarayında Türk’e sövmek salgın bir moda halini aldı.
Osmanlı öncesi Türk tarihinde de sayısız örnekleri olmasına rağmen, özellikle Osmanlı sarayındaki yabancı prenses ve paşaların kendi dindaşlarını ve halklarını nasıl kayırdıkları, Türklere karşı ise nasıl kinli ve intikamcı davranışlar sergiledikleri tarih kitaplarında kayıtlıdır.
Osmanoğullarının çoğu, kendileri de Türk, Oğuzların kayı boyuna mensup olmalarına bakmaksızın, Türk kızlarının yüzüne bakmıyor, hep batılı bir Hıristiyan kızını nikahına almanın derdiyle yanıyordu.
“O zamana kadar padişahlar çoğunlukla Müslüman hükümdarlar­dan kız alırken ve hemşirelerini İslam ve Türk hanedanlarına men­sup prenselerle evlendirirlerken, artık bu asil âdeti de terk ettiler. Kızlarını ve kız kardeşlerini kendi kölelerine, cellatlarına, devşirme çocuklarına verecek kadar bayağılaştılar.”
“Yıldırım Bayezid Han’ın hanımı Türk’tü. Ankara savaşı sonra­sında Timur Han’ın eline geçince Timur, kendisini çırılçıplak soy­durdu ve askerlerine sakilik yaptırdı. Bu utanç dolayısı ile Osmanlı padişahları bir daha Türk kadınlarla evlenmediler.”
Bu sözler, Prof. unvanı taşıyan ülkemizin gözde tarihî roman ya­zarlarından birine aittir: İskender Pala. Bir televizyon konuşmasında “Şah ve Sultan” adlı eserinin tanıtımını yaparken sarfettiği bu sözleri dinlerken, 30 yıldan fazla tarihle uğraşan bir insan olarak hem şaş­kınlığa düştüm, hem de akademik unvan taşıyan birinin böylesi bir hatası karşısında üniversitelerimizin düştüğü trajikomik ahvalden dolayı yüzüm kızardı. Bir kere Yıldırım Bayezid’in Germiyan beyli­ğine mensup Nefise Sultan veya Sultan Hatun adında Türk hanımı vardı, ama diğer hanımları Türk asıllı değildi ve bunlardan biri de Sırp kralı Stefan Lazareviç’in kızkardeşi ( I. Lazar’ın kızı) Despina idi (Kaynaklarda adı Marya ve Olivera diye de geçmektedir). Timur’un Bayezid’i esir aldıktan sonra sabaha kadar bezm-i cemşid düzenledi­ğini, Bayezid’i de bu meclise getirttiğini ve onunla sohbet edip acı­sını hafifletmeye çalıştığını, bu arada içki içildiğini, sabaha doğru Bayezid alkolün etkisinden kurtulup gözlerini açtığında sakilik ya­pan kadınların çoğunun kendi cariyeleri, bir kısmının da hatunları ve odalıkları olduğunu farkettiği İbni Arabşah adlı Arap asıllı ya­zarın, Timur’a karşı duyduğu kinle biraz abartarak anlattığı fantas­tik bir öyküdür.Yazarın Osmanlı sultanlarının bu utanç dolayısıyla bir daha Türk kızlarıyla evlenmedikleri şeklindeki incisi ise gerçek­ten insana “cehaletin, ferasetsizliğin bu kadarına da pes!” dedirte­cek cinstendir. Yani bir Osmanlı padişahı bir Türk kızını nikahına alırsa, o onun hanımı oluyor, yabancı birini nikahına alırsa hanımı olmuyor mu?
Türk, kendi vatanında ise veya komşuları da kendisi gibi Türk’se, kendi hemcinsine karşı acımasız bir kartal, merhametsiz bir albız ve ağ­zından kan damlayan bir böri; fakat gurbette ve başkalarının ülke­lerinde ise, kendisi gibi bir Türk gördüğünde hemen onun boynuna sarılıp hasretle kucaklayan, en cömert, en samimi ve en vefadâr bir kardeş ve hatta en büyük müdafidir.
Yıldırım Bayezid’in tahta geçer geçmez öz kardeşi Yakub’u kat­lettirmesi Osmanlı beyleri arasında kendisine karşı bir nefret dal­gası doğurmuştu. Diğer Anadolu beyleri de kendilerini Selçuklu’nun tabii varisleri gördüklerinden Karamanoğulları çevresinde topla­narak Osmanlı karşıtı bir cephe oluşturmak istediler. Bu ittifaka Karamanoğlu’ndan başka Kadı Burhaneddin, Saruhan, Germiyan, Menteşe ve Hamidoğulları beyliği dahil olmuştu.
Moğol istilası yüz binlerce insanı yerinden etmişti, ama yerinden oynatılan bu insanların çok ezici bir kesimi Türk’tü ve ta­mamı Anadolu’ya akıyordu. Anadolu’da Türk nüfusun ezici çoğun­luğa ulaşmasının belki de en büyük âmili Moğol istilası olmuştur.
Kendi öz dilinde ve öz geleneğindeki isimleri kaybeden insanlar, bir süre sonra kendi öz kültür ve gele­neklerini de kaybederler.
Halbuki öldü­rülen düşmanın erkeklik organını kesme geleneği Habeşlilerde ve bazı Afrika kabilelerinde vardır. Örneğin Abdülhamid zamanında Habeşistan’a elçi olarak gönderilen Sadık el-Müeyyed seyahatname­sinde şöyle der: “Habeş askerinin muharebe esnasında hoş karşıla­namayacak bir âdetleri vardır. Düşmanın neslini kesmek, azaltmak davasıyla esirlerin tenasül aletlerini keserler. Bahadır asker, üstüne, kelle getirir gibi, tenasül organlarının baş taraflarını getirir. “Ben er­kek öldürdüm” diyerek, kaç adamın organı varsa, amirinin önüne atar.. Çünkü düşman öldürenler, düşman esir edenler, bunların te­nasül organlarını zafer alameti olarak kendi kulübe ve çadır kapı­larına asarlar. Yolda yürürken de, atın veya katırın göğsüne, süs eş­yası ve iftihar alameti gibi asarlar.”
Neticede Birinci Haçlı seferi Selçuklularda büyük bir sarsıntıya ve zaafa yol açtı. Bizanslılar Anadolu’nun sahil kesimlerini işgal eder­ken, İzmir’de Çaka Bey’in devleti yıkıldı; Doğu Anadolu ve Kara­deniz sahilleri Rumların eline geçti. Kilikya şehir ve ovalarına yer­leşen Türkler çekilince Toroslara sığınan Ermeniler tekrar düzlüğe inmeye başladılar.
Nitekim günümüzde de Türk-İslam sentezini savunanlar, Türk tarihini Türklerin Müslüman olduktan son­raki tarihten başlatmayı tercih eder, ondan önce yaşayanları Türk dahi kabul etmezler. Aptallık ve mankurtluğun emsali görülmemiş bir örneği!
Gök-Türk Hakanlığı’nın yıkılmasından sonra Sultan Alparslan’ın ardından ilk defa ve üstelik yabancı bir heyetin huzurunda “Ben Türk’üm !” diyen hükümdar odur.
Yani tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi, devleti ve yerleşik halkı korumak, onların rahat etmesi için sınır boylarında çile çekmek Türkmen’in, (Osmanlılarda özellikle Türkmen akıncıların) devletin devâsâ nimet­lerinden faydalanmak ise başkalarının hakkı idi. Türkmen beyleri bu durumdan son derece rahatsızdılar ve “Türkmen rivayetlerinde Sel­çukluların kendi halkına yabancılaşan efendiler olduğu şeklindeki hatıraların saklanmasının sebebi de budur.”
Keza Hunlarda ve Gök-Türklerde merkez çökmemiş, aksine devlet doğrudan ikiye ayrılmış, tekrar iki merkez oluşmuş; Selçuklularda ise merkez çöküp ortadan kalkarken, yerine birbirinden ba­ğımsız birkaç merkez çıkmıştır.
Selçuklu İmparatorluğu’nun kuruluşundan Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşuna kadar gelip geçen vezirlerin hemen tamamının Pers asıllı olduğu göz önünde bulundurulursa, bu taht kavgalarının neden hiç eksik olmadığının sebebi sanırım daha kolay anlaşılır. Hunlar ve Gök- türklerin Çin asıllı hatunlardan çektiğini, Selçuklular Pers asıllı vezirlerden çekiyorlardı. Ama bunun farkında bile değillerdi.
Görüldüğü ve ileride daha detaylı ola­rak üzerinde durulacağı gibi, Gök-Türk Hakanlığı yıkıldıktan sonra bozkırlara veda eden yalnızca “Türk” adı ve kurt başlı tuğlar değil, aynı zamanda Gök-Türk alfabesi de veda etmiştir. Giderek Türkçe Türk saraylarından da kovulacak; onun yerini Farsça ve Arapça ala­caktır. Gök-Türklerden sonra merhum Mustafa Kemal tarafından Türkiye Cumhuriyeti kuruluncaya kadar, bir iki küçük istisnası dı­şında, Türklerde etnik hafıza hiç sahip olmamıştır.
Tuhaftır ama Hun İmparatorluğu ikiye ayrılıp daha sonra onların da yerine küçük Hun prensliklerinin kurulduğu dönemde olduğu gibi, Gök-Türk İmparatorluğu’nun parçalanmasından sonra kuru­lan Türk prenslikleri ve hatta koca Uygur Hanlığı, Türgiş hanı vs. Çin’e elçi gönderip, resmi olarak tanınmayı isterlerken, Türklerin İslamiyet’i kabul etmelerinden sonra tastik merkezi Bağdat’a kaymış­tır. Gerçi Çin başkentinden onay alınması fiktif bir bağlılığı sembo­lize ediyorken, Bağdat halifeliğinden alınan tanınma beratı da farklı bir şey değildi; ama birincisinde güvenlik şemsiyesi altına girme amacı yatarken, İkincisinde yalnızca kutsi bir kalkan elde edilmiş oluyor; yine birincisine üstü örtülü haraç gönderilirken, İkincisine Hz. Peygamber’in vekiline din yolunda, Allah’ın hoşnutluğunu ka­zanma amaçlı maddi yardımlar gönderiliyordu. Halbuki ileride çe­şitli örnekleriyle izah edileceği gibi, bunlar halife falan değil, dü­pedüz uçkur düşkünü, işretçi hokkabazlardı. Günümüzde özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da bazı şıhlar, belli bir cemaati din adına sömürürken, onlar koca bir İslam dünyasını sömürüyor, ke­yif çatmakla meşgul oluyorlardı.
Tarihen bildiğimiz kadarıyla Türk hükümdar ve şehzadeleri ara­sında birkaç tanesi o kadar büyük silahşördür ki, Avrupa’nın en seç­kin şövalyeleri dahi onların karşısına çıkamazdı. Bunlardan en başta geleni Köl-tigin’di. Gök-Türkler arasında ne hakanlar, ne de savaşçı­lar arasından onun kadar emsalsiz bir cengaver çıkmamıştır. İkinci büyük silahşor biraz önce sözünü ettiğimiz Şehzade Mesud’dur. Üçüncüsü son Harezmşahı Sultan Celaleddin Mengüberti’dir ki, onun kahramanlığının İran’ın efsanevi kahramanı Zaloğlu Rüstem’i hayran bıraktığı Mirza Uluğbey’in “Dört Ulus Tarihi”nde belirtilmektedir.
23 Mayıs 1040 tarihi, Gazneli devletinin nihai olarak haritadan si­liniş tarihi değilse de, ezici bir mağlubiyet aldığı ve Selçuklu devletinin resmen kurulduğu tarihtir.
Halbuki Güney Rusya’ya geçen Peçenekler ve Uz (Oğuzlar) Malazgirt savaşı sırasında, kendileri Hıristiyanlığı kabul etmiş olmalarına rağmen, etnik hafızaları üstün basmış ve Müslüman olmalarına aldırmadan Selçukluların yanında yer almışlardı. Dinin etnik hafıza üzerindeki etkisi konusunda tipik bir örnek.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir