Ray Brock kitaplarından Hayalet Süvari kitap alıntıları sizlerle…
Hayalet Süvari Kitap Alıntıları
Atatürk Cumhuriyeti ilan etmeden önce halkına yaptığı konuşmalarda; Yozlaşmış Arap şeylerinin aptal kural ve teorileri, Türk halkının iradesini zehirlemiştir. Tembel din adamlarından oluşan bir grup, Türklerin gelişmesini engellenmiştir. Artık yeter! Bu parazitler bir daha asla Türk geleneklerini ve yaşam şeklini etkileyemeyecekler. Yemeğine, yatma kalkma vaktine ve kılık kıyafetine karışamayacaklar. Halife Abdülmecit için ise Lider olmak için bir dine ihtiyaç duyan bir lider güçsüzdür.Güçsüzler lider olamaz . Halk ise şaşkınlıkla daha önce hiç duymadığı bu sözleri alkışlıyordu.
Kurtuluş savaşının bitimini izleyen günlerde, Atatürk Ankara’dan İzmir’e yolculuk yaparken kendi kendine Ben orduya hakimim. Yüzbin Türk askeri komutam altında. Bırak politikacılar sesleri kısılana dek tartışarak zayıflasınlar ve yorgun düşsünler. Sonra sakallarından tutup onları hizaya sokmasını bilirim ben diye düşündü. Kendi düşünceleri berrak ve devrimciydi. Bir kere herşeye burnunu sokan son yabancı güç İngilizleri de memleketten kovdu mu, Sultan Vahdettin’in ipini de rahatlıkla çekebilirdi. Sonra da hilafeti yani çürümüş yapının son izini de silecekti. Bir cumhuriyet ilan edecekti. Son olarak ben hükmedeceğim diye mırıldandı..
Mustafa Kemal Çanakkale’de, bombalardan parçalanmış siperlerde gençleştiğini hissediyor, bu yorgun ancak savaşın katılaştırdığı kahraman Türk askerlerinden kendine güven ve sıcaklık topluyordu. Beni cehennemin kapısına, hatta içine kadar takip ederler diye düşündü. Gerçi Çanakkale Savaşı da bundan farklı değildi..
Bana yaşamı iki şey öğretir: Özgürlük ve aşk! Aşk için yaşamımı veririm; ama özgürlük için aşkımdan vazgeçerim.
Victor Hugo
Kemal, “Artık eminim, ben bir şeyin olacağına inandığım takdirde o, muhakkak olur”dedi.
Sultan ya da krallar, köleler ve budalalar içindir!
Tren garının aşağı tarafında, uzaklardan askeri bir düzen içinde şarkı söyleyen erkek sesleri çalındı kulağına ve tepeyi aşarak gelen bir kıta Türk askerini gördü o anda. Söyledikleri ahenkli sözler Türk Milli Marşı’ydı. Kıta, kışlasına doğru batıya dönüp de sesler kayboluncaya dek onları dinledi. TAMAM! dedi kendi kendine. ONLARA ŞARKI SÖYLEMEYİ ÖĞRETECEĞİMİ SÖYLEMİŞTİM!
İki devrim yapmış, iki sultanı tahtından etmiş, Gelibolu’da İngilizleri bozguna uğratarak kibirlerini kırmış, Yunanlıları İzmir’de denize dökmüş ve bir zamanların muzaffer birliklerini İstanbul’dan kovmuştu. Hilafeti kaldırmış, tüm muhalefeti astırmış ya da sürdürmüştü ve bir Türk ulusu yaratmıştı!
Lider olmak için, bir dine ihtiyaç duyan bir lider güçsüzdür. Güçsüzler lider olamaz.
Sen gelecek nesillerin Türk evladı! diye bağırıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını korumak senin görevindir. Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.
köprüleri yakmayı tercih ederim. Bu güne kadar bunu çok yaptım. Köprülerin yandığı zaman ayakta kalmalı ve savaşmalısın! Geri çekilme yoktur. Benim hayatım boyunca yaptığım birkaç geri çekilme var ki bunlar stratejik hareketlerdi ve ben her seferinde yeniden savaşmak ve kazanmak için geri döndüm.
Lider olmak için, bir dine ihtiyaç duyan bir lider güçsüzdür. Güçsüzler lider olamaz.
Zalimler ve zulmedilenler yoktur, diye yazıyordu Kemal. Sadece kendisine zulmedilmesine izin verenler vardır. Türkler bunlardan değildir. Türkler başlarının çaresine bakmayı bilirler.
Yeni, bağımsız ve güçlü bir Türkiye -bir Türkiye Cumhuriyeti- dünya üzerindeki en stratejik yerlerden birine hükmedebilir!
Buna rağmen ülkemizin kalbinde ülkemiz için savaşıyoruz.
Yarbay Mustafa Kemal, kayanın üzerinde kızgınca oturuyordu. Bir gün diye geçirdi kalbinden, Türklerin de söyleyebilecek bir şarkıları olacak!
Kemal, büyük bir zahmetle yeni ve cesur bir Türkiye Cumhuriyeti’nin gururlu, güçlü, özgür ve kendine güvenen parıltılı görüntüsünü halkın zihinlerinde uyandırmaya çalışıyordu.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Türkiye dedi sonra yine yüksek sesle, her tarafı saran sıcağa ve toza, uzakta delik deşik olmuş sırtlara ve dikenli tellere dikkat kesilerek. Biz başarılı bir ülke olacağız!
Anadolu’nun gerçek Türklerinin kaybedecek neyi var? Paçavraları, haşereleri ve öldürücü, insanın ruhunu karartan yoksulları belki? Çaresizlik ve umutsuzlukları, sultanın vergi toplayıcıları tarafından soyulup soğana çevrildikten sonra kurak tarlalarında ya da İstanbul’un pis kaldırımlarında veyahut Anadolu’nun fakir dağ köylerinin perişan sokaklarından açlıktan büzüşerek sonunda vardıkları yüz kızartan ölümleri?
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Bir gün dedi kendi kendine, bir yolunu bulup sana döneceğim, Anadolu! Bu saçma ve adam akıllı cılkı çıkmış savaş sonsuza dek sürmezdi ya. Savaş devam ediyordu ve o bir Türk kumandanıydı.
“Hayır, biz Türk’üz!” diye bağırdı Kemal. “Fatihlerin, tek hastalıkları cehalet olan güçlü adamların soyundan gelen kimseleriz. Cehalet tedavi edilebilir, beyler ve ben bunu tedavi edeceğim, halihazırda ediyorum da. Umudumuz var ve ihtiyacımız olan inançtır ”
Yabancı sırtlan ve çakallar, etrafımızda bir yamyam ziyafeti varmış gibi toplanmışlardı. Hatırlıyor musunuz? Evet, onlarla savaştık ve savaşacağız da! Ancak savaşmak tek başına yeterli değil. Akıllı ve cesur bir yönetimle çekip çevirebilirseniz herkesi savaştırabilirsiniz. Ancak kazanmak ve zaferden sonra barışa sahip çıkmak, yaratıcı olabilmek sadece gerçek adamların yapabileceği bir iştir.
Kendiniz kalın, gerçek birer Türk olarak, ancak özgür ve ilerici insanlar için gerekli olan her şeyi Batı’dan alın. Bırakın, bilim ve yeni düşünceler serbestçe girsin. Bunu yapmazsanız sonunda kaybeden siz olursunuz!
“Efendiler, 19 Mayıs 1919 günü Samsun’a çıktım” diyerek başladı Kemal, 15 Ekim 1927 gününün sabahı Millet meclisinin önünde yaptığı nutkunda. “O zamanlar durum şöyleydi: Osmanlı Devleti’nin de içinde bulunduğu İttifak kuvvetleri, Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğramıştı. Osmanlı ordusu tüm cephelerde hezimete uğramıştı.” Kemal mebusların yüzüne bakarak kendi kendine, “yalnızca Gelibolu hariç!” dedi. “Katı şartlar altında bir ateşkes imzalanmıştı. Büyük Savaşın uzaması halkımızı tüketmiş ve dermansız bırakmıştı. Ülkemizi ve halkımızı savaşın karanlığına sürükleyenler kaçmışlardı ve bu esnada yalnızca kendi hayatlarını düşünmekle meşgullerdi.”
Altı tam gün ve 291 bin kelime sonunda Kemal, boğazı yanarak konuşmaya devam ediyor, tüm Türk halkına ve dünyaya nutkunun son paragraflarını okuyordu. Yorgunluktan sendelemeye başlamıştı. Sesi boğuklaşmış ve hatta neredeyse fısıldar gibi okumaya başlamıştı ancak nutkun sonunu getirmek için kendini zorladı.
“Sen, gelecek nesillerin Türk evladı!” diye bağırıyordu “Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını korumak senin görevindir. Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.”
“Yönetimini güçlendirmek için dini kullanmak, güçsüz bir adamın yapacağı bir iştir. Oysa hiçbir Türk güçsüz değildir. Din, şahsi bir meseledir!” diyordu meclis önünde, yorgun mebuslara ve iki gün iki gece boyunca yapılan tartışmalar ve bu esnada varılan kararı kaydetmekle görevli kâtiplere
“Bu devrim” diyordu mecliste, “özgürlüğe doğru giden disiplinli bir yürüyüştür. Bununla birlikte hâlâ ayaklarımız İslâm inancındaki halkımızın köleliğinin prangası altında. Bugüne dek, devletin dini kötüye kullanması yüzünden başımıza pek çok bela gelmiştir ve gelmeye de devam etmektedir. Yozlaşma, baskı ve asırlardır süren tüketici savaşlar, sultanlar ve hilafetin başının altından çıkıyordu!”
“Beyler” dedi ciddi bir ses tonuyla, “ülkemizi ismiyle müsemma bir noktaya eriştirmek zorundayız: başarılı, medeni, güçlü ve gururlu! Kendi varlığının en güzel noktalarına, kendi medeniyet, kültür ve geleneğine sahip çıkmalı ancak aynı zamanda Batı medeniyetini de kendimize rehber edinmeliyiz.”
Hepimiz çeşitli ülkelere inanmak hakkına sahibiz ancak hükümet gerçeklere dayanan belirli bir politika üzerinde kararlı biçimde hareket etmeli ve doğal sınırlar içerisinde milletimizin egemenliğini ve bağımsızlığını korumak şeklinde bir tek bakış açısına sahip olmalıdır.
Efendiler, dostlarım bir tek prensibimiz var, bir tek! Bu prensip, karşılaştığımız tüm sorunlara Türk bakış açısıyla ve yalnızca Türkiye’nin menfaatlerini koruma noktasından yaklaşmaktır. Dünya dönmeye devam ettikçe!
“İleri, ileri, ileri!” diye bağırıyordu üstü başı kan lekesi olmuş, yorgun Türk piyadelerine, onlar da onun emirlerine harfiyen uyuyorlardı. Karargâhında tüm kumandanlarına kalıcı olarak uygulanacak bir emir gönderdi. Bu basit bir emirdi. Fevzi Paşa, saldırı halinde bulunan Türk birliklerinin kumandanlarına atlı kuryelerle bu emri iletti.
“Türk askeri” bu bir ilerleme emriydi. “İlk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!”
“Yunanlıların 500 yük vagonu, 2.000 civarında devesi ve 3.000 kadar da kağnısı var.” Kemal çarpıcı bir biçimde durdu ardından. “Bizim elimizde bunlar yok” dedi basit bir ifadeyle. “Buna rağmen ülkemizin kalbinde ülkemiz için savaşıyoruz. Savaş zamanında sivil kalan her erkek, sıhhatli her kadın, kız ve çocuk; düşmanın vagonlarından, develerinden ve kağnılarından aşağı kalmamak üzere çalışacak, çok çalışacak!”
”Gelecek, bizlere büyük risklerden ve fedakârlıklardan başka bir şey vaat etmiyor. Ancak geriye bakamayız, hep ileriye bakacağız.
Gelecek, bizlere büyük risklerden ve fedakârlıklardan başka bir şey vaat etmiyor. Ancak geriye bakamayız, hep ileriye bakacağız.
İmparatorluğun çözülmeye başladığı günlerdi bunlar. Artık sona doğru yaklaşılıyordu. Boğuk, tozlu sokaklarda gezerken, gürültülü pazarda aleşveriş yaparken, asker ve subaylarla kirli paslı kahvelerde ortalığı birbirine katarken bunu görebiliyor, duyabiliyor, kokusunu alabiliyor, hissedebiliyordu. Tükenişi içten içe sezebiliyordu.
Evet, Türk milleti asırlardır süregelen sorunlar ve yozlaşma nedeniyle hasta ancak ben bir Türk’üm ve halkımı tanıyorum. Onlar hasta değiller. Asya’daki topraklarımızın – Anadolu’da- havası soğuk, temiz ve özgürdür, toprağı da öyle olmalı. Öyle olmalı!
Beyler, biz Türk’üz ve erkekçe ölmeyi umuyoruz.
Artık her zamankinden daha yalnızdı. Tek başına ve sessizce sahilin ara sokaklarında avare dolaşmaya başladı; düşünüyordu, düşünüyordu, düşünüyordu.
Sen havlayıp duran bir fino gibisin, kucaktan kucağa atlıyorsun ve seni okşayan her eli yalıyorsun. Tamamen anlamsız olan alkış tufanlarıyla övünüyorsun.
Siyasetin ilk kuralı basitçe, var olmaya devam etmektir.
Büyük yün kümelerine benzeyen bulutlar sanki hayallerine de şekil veriyordu. Hayalleri de bulutlar gibi belirsiz, her an değişmeye hazırdılar ama bazen gerçeği yakalamaya çalışır gibi kendilerine çeki düzen verip elle tutulur hale geliyorlardı.
“Ben büyük adam olacağım! Ben Türk’üm!” diyordu kendi kendine savaşçı milletin savaşçı çocuğu.
Kütüphaneden kitap üzerine kitap alıyordu. Askeri taktik ve stratejilerle ilgili tüm kitapları, Clausewitz, van Moltke, Napolyon vs. Savaşta kitabını tam yedi kez okumuştu. Büyük bir ihtimamla seçtiği kitapları hırsla okuyordu.
TÜRK MİLLETİ BAĞIMSIZLIĞINI VE HÜRRİYETİNİ KAZANANA DEK diyordu, ANADOLU’DA KALACAĞIM.
Arapça konuşan, T. E. Lawrence adında gizemli bir İngiliz. Bu garip adam; Kızıldeniz kıyısındaki Cidde’ye deniz yoluyla gelmiş ve hızla artan asi Arapları, çöl vahalarında yalnız kalmış Türk ileri karakollarına karşı örgütlemeye başlamıştı.
Kemal’in öfkeli tabiatı artık patlama noktasına gelmişti. Haritalarını dikkatle incelediginde felaketin acı yüzünü görebiliyordu. İngiliz ve Fransızların Ortadoğu’da toplayabildikleri tüm insan gücü, Fransa ve Belçika’daki Batı Cephesi’ndeki mevkilerden ayrılan koloni tümenleri de dahil olmak üzere, Mısır’daki üslerden ve Gelibolu yarımadası için stratejik bir öneme sahip olan Limni Adası’ndan alınarak yeniden gemilerle taşınıyordu. Türk askeri istihbaratı mükemmel çalışıyordu. Kemal’in kendi kaynakları da ayrıca çalışmaya devam ediyordu. Açıkça İngiltere’nin diktatörleri, her ne pahasına olursa olsun, Çanakkale Boğazı’nı zorlama kararı almışlardı. Güvenilir kaynaklar, sürekli takviye edilen İngiliz-Fransız kuvvetlerinin, içlerinde İrlandalı savaşçı askerler, Lancishire’ın gönüllü süvari alayları, Gurkaları da içine alan bir Hindu tümeni, deniz birlikleriyle birlikte bir Fransız kolu ve son olarak gerçekten de dünyanın öbür ucundan gelen Avustralya ve Yeni Zelanda kolordularının da bulunduğu en az 50.000 iyi eğitimli askerin oluşturduğu 14 tümenden az olmadığını ortaya koyuyordu.
Herhangi bir büyük savaşta Araplara da müttefik olarak güvenilemezdi.
Savaşlar dedi Fethi yumuşak bir ifadeyle, ve pek çok devrim büyük ideallerin gerçekleşmesi için değildir, ancak ve ancak para, ticaret ve çıkar çevreleri
Sağlığım! dedi Kemal sertçe Yıllar önce bozuldu. Hazır olduğum zaman öleceğim, daha önce değil. Ancak cumhuriyet yaşayacak.
Beni dinleyin, efendiler! dedi onlara, Eğer uygar insanlar olacak o hâlde önce uygar dünyevi, uluslararası kıyafetler giymeliyiz. Fes, cehaletin bir simgesi ve ölmüş geçmişin sembolüdür. Türk erkekleri bundan böyle şapka takacaklar.
Kemal Paşa dedi Ismet ciddi bir ifadeyle. Bizim asırlardır gelen Türk geleneklerimizi yıkamazsın. Neden başımızdaki Türk fesi; gelenek, kültür, din ve hata milli gururla ilgili bir mesele olsun! Ismet terlemişti. Aynı şey çarşaf ve peçe için de geçerli. dostum, Kemal, Paşam!
Lider olmak için bir dine ihtiyaç duyan bir lider güçsüzdür. Güçsüzler lider olamaz.
Benimle kimse evlenemez, asla. İyi veya kötü ben Türkiye’yle evliyim. Zor bir eş, her saatimi her günümü ona adamamı isteyen bir eş.
Çanakkale Boğazı, Türklerindir ve Türklerin kalacaktır.
Sultan ya da krallar, köleler ve budalalar içindir. diye gürledi Kemal. Türk halkının ne sultana ne halifeye ne de krala ihtiyacı var.
Benimle evlen, senin olayım; canım, ruhum, bedenin olayım sonsuza kadar. Sana inanıyorum
Türk askeri, ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!
Gıcırtı öküzlerin kulağına müzik gibi gelir. Onları mutlu eder!
hayaller üzerine kurulmuş bir mutluluk âleminde yaşıyorlar
Beni dinle, Alman! Biz Türkler, adam adama mücadelede, bu dünya üzerindeki herkesle çarpışabiliriz. Türk askeri hiçbir zaman kaçmaz! Aynı şeyi Gelibolu’dan, Balkanlardan, Almanya’dan ve çölden bildiğim Almanlar için söylememse mümkün değil.
Nasıl savaşacağız? dedi İsmet düz bir ses tonuyla
Düşünceyle! dedi birden Kemal.
Ben, ben hiçbir kimseye inanmıyorum: Türklerden, kendimden başka!
ben bir şeyin olacağına inandığım takdirde o, muhakkak olur.
İstanbul’un lağım çukurundaki ırkların ve milletlerin çok dil konuşan domuzları değil, Anadolu’nun gerçek Türklerinin kaybedecek neyi var?
Biz de Almanlar için gelecekte ölüme gidecek askerler olduğumuzdan doktorları, bizim üzerimizde deney yapıyorlar!
Siyasetin ilk kuralı dedi Fethi, basitçe, var olmaya devam etmektir.
Savaşlar dedi Fethi yumuşak bir ifadeyle, ve pek çok devrim büyük idealler gerçekleşmesi için değildir, ancak ve ancak para, ticaret ve çıkar çevreleri
Her yerde insanlar saraydan şikâyetçiydiler ayrıca sultandan ve baskısından
Okulum dedi küçümseyerek, hocaların vaaz ettiği şeylere hemen kanıveren ahmakların, ödleklerin, sersemlerin cirit attığı bir yer!
Cezalandırılman gerektiğinin farkında mısın? dedi Mustafa’ya.
Soru sorduğum için mi? diye soruyla cevap verdi Mustafa.
Benim yetkime ve okulun otoritesine meydan okuduğun için! diye bağırdı.
Sorular sorarak mı yaptım bunu? diye karşılık verdi Mustafa.
Ben büyük adam olacağım! Ben Türk’üm” diyordu kendi kendine savaşçı milletin savaşçı çocuğu.
Mustafa Kemal; sultana, dogmatik düşünceye, batida Ingiliz ve Fransız kudretine ve kuzeyde Rus güçlerine karşı yeri doldurulamaz bir isyancı olarak hayatı boyunca mücadele vermiştir.
Ray Brock
Tükenişi içten içe sezebiliyordu.
Hayalleri de bulutlar gibi belirsiz, her an değişmeye hazırdılar.
19 Mayıs 1919
Mustafa Kemal Paşa atına bindi ve halkını uyarmak üzere yola çıktı. Köy ve kasabaların yerlerini kesin olarak tespit etti ve düzenli olarak ilerledi, Kemal; köylüleri etrafına toplayarak direnişe, çalışmaya, silahlanmaya, örgütlenmeye, ülkeleri için, kendi Türkiyeleri için dış düşmanlara ve onlarla birlikte onlardanda tehlikeli olan iç düşmanlara karşı çarpışmaya teşvik etti. Kemal, büyük bir zahmetle yeni ve cesur bir Türkiye Cumhuriyetinin gururlu, güçlü, özgür, ve kendine güvenen parıltılı görüntüsünü halkın zihinlerinde uyandırmaya çalışıyordu. Kemal küçücük bir kıvılcımı ateşliyordu.