İçeriğe geç

Kur’an Okumaları 1 – Kalbimizin Baharı Kitap Alıntıları – Metin Karabaşoğlu

Metin Karabaşoğlu kitaplarından Kur’an Okumaları 1 – Kalbimizin Baharı kitap alıntıları sizlerle…

Kur’an Okumaları 1 – Kalbimizin Baharı Kitap Alıntıları

Demek ki, birşeyin bizim için ‘hasene’ oluşu, bizim ona muhatap oluşumuz ile ilgilidir. Ne şımartan bir gençlik güzeldir, ne acılara boğan bir ihtiyarlık. Ne azdıran zenginlik güzeldir, ne bezdiren fakirlik. ‘Güzel’liğin iksiri, ona bakışımızdadır. İmanî bir nazardan ve ubudiyet halinden uzak olan zenginliğiyle azar, fakirliğiyle isyana girişir iken; mü’min, imam nisbetinde, zenginliği bir şükür ve hamd, fakirliğini ise bir dua ve terbiye vesilesi kılmaktadır. İmansız bir nazar, en büyük nimetlere garkolduğu anda bile hayalî felâket senaryoları ile hayatını zehir ederken, imanî bir nazar musibetleri dahi ‘Hakîm-i Rahîm’in eseri olarak hikmet ve rahmet dürbünüyle seyretmektedir. Ona göre, Madem hayat esma-i hüsnanın nakışlarım gösterir; hayatın başına gelen herşey güzeldir.” Hastalıklar ve hatta ölüm bile.

Dolayısıyla, Rabbimiz bize dünyada da hasene, âhirette de hasene ver” âyetinin anlamı, kesinlikle Bu dünyada zengin; öte dünyada cennet ehli olalım” değildir. Dünya için çalışmak, zengin olup servet edinmek Allah’ın istediği birşeydir» anlamı da kesinlikle anlamsızdır. Bu duada istenen ‘hasene’ imandır, imanî bir nazardır, ubudiyettir, dua, hamd ve şükürdür, bütün imanî hakikatlerdir. Bu dünyayı güzelleştiren, âhiretimizi ateşin azabından kurtarıp Rabbimizin güzel isimlerinin daimî cilvelerine muhatabiyetle doyumsuz bir güzelliğe ulaştıracak olan onlardır.

Bu bakımdan, Rabbimiz, zaten dünyada ‘hasene’ verdiğine âhirette de ‘hasene’ veriyor. Dünyada ‘esma-i hüsna’sını tanıyana, âhirette de ‘esma-i hüsna’sıyla muhatap oluyor. Şu dünyanın fani yüzünde kalıp, sözümona en güzel dünya nimetlerine erişse bile onu âhiret azığı yapmayan ve esma-i hüsnanın tarifnamesi kılmayanları ise, aynı âyet, devamla gelen ‘ateşin azabı’ ifadesiyle uyarıyor.

Kısacası, Rabbim, bize dünyada hasene ver duasını yaparken muradımız şu olmalıdır: Rabbim, şu dünya hayatımızda Senin esma-i hüsnânı tanımayı, ve o isimleri tanımanın gerektirdiği bir ubudiyet şuuruyla yaşamayı nasip et. Şu dünyada her neye muhatap olursak olalım, o şeyde cilvelenen esma-i hüsnanı bize okuttur; o şeyi bizim için asıl meyvesini ebedî cennet yurdunda yiyeceğimiz bir fidan kıl. Bize bir an bile esma-i hüsnanı unutturma; bir an bile gayriimanî bir nazarla baktırma; tâ ki, Mahkeme-i Kübrada hesaba ve cehennemde azaba dûçar olmayalım.”

İnşaallah bu duayı hakkıyla yapana âhirette de hasene verilecek; esma-i hüsnanın daimî cilvelerine mazhar edilecektir. Yoksa, eşyaya, Sâniine ve âhirete nisbet etmeksizin, fani yüzüyle bakanlar, bu dünyada aldatıcı ve surî bir güzelliğe ulaşsalar bile onu kaybetmenin elemiyle dünyalarını karartırken, öte dünyada ateşin azabını tadacaklardır.

Hakikat bu iken âyete yüklenen ‘resmî’ ve ‘dünyevî’ anlam, bize ilk yazıda zikrettiğimiz bir âyetin ikazını hatırlatıyor: Ona ancak temiz olanlar dokunabilir!’ Temiz olmayan dünyevîlik bulaşığı yaklaşımlar ise, okunan Kur’ân bile olsa, galiba gayretullaha dokunuyor.

Açıkçası, en başta İslâm’ın ilk yıllarının belgelediği üzere, Allah evvelce ister kâfir, ister fâsık, ister zalim; ister üçünü birden aynı anda üzerinde taşır halde olsun, ‘ihtida eden,’ yani hidayeti arayan, hidayet yolunda yürüyen, hidayete talip olan her kuluna hidayet eder. Ama küfür, zulüm ve fışkın kişinin el’an içine düştüğü bir hal olmaktan öte bir ‘topluluk psikolojisi’ içerisinde sistemleştirildiği, pekiştirildiği, korunup geliştirildiği durumlarda bu ‘ihtida’nın önü kesilmekte, hidayeti arama sürecine girilmemekte, velev ki bir an için girilmiş olsun kolayca ve hızla geri dönülmektedir. Küfür, zulüm ve fısk üzere olan bir insanın hidayete erişebilmesinin ilk şartı, küfrü, zulmü ve/veya fışkı ayırıcı vasfı haline getirmiş topluluktan kendisini ayırması; bu ‘kavmi ile arasına bir mesafe koyabilmeyi başarmasıdır.
KURAN’LA ŞU VEYA BU DÜZEYDE hemhal olan her mü’min , Vallâhu lâ yehdî’l ” veya İnnallâhe lâ yehdî’l diye başlayan Kur’ân cümlelerinden muhakkak haberdardır. Kur’ân’ı okurken, defaatle karşımıza çıkan bu âyetler, âlemler Rabbinin insanlar hakkındaki bir sünnetini bize haber verir. Hidayet Allah’tandır; ve Allah, bazılarını asla hidayete erdirmeyeceğini ferman buyurmaktadır.

İnsanın içini titreten bu ilâhî kanuna biraz daha dikkatle bakıldığında, âyetlerin Allah’ın asla hidayete erdirmeyeceğini ferman buyurduğu bu insanların üç vasfa sahip olduğu görülür: kâfirler, zâlimler ve fâsıklar.

İşte bu bakımdan, Mü’minler ancak kardeştirler” buyuran Hakîm-i Rahîm, bir önceki âyette, bu kardeşliğin gerçekten tezahür ve tahakkuk etmesi için mü’minlere arabulma ve haksızlığı giderme emrini vermektedir. İki mü’min veya iki mü’minler topluluğu arasında bir çatışma varsa, mü’minler arabulucu olacaklardır. Ve eğer gerilim taraflardan birinin diğerine karşı haksızlığından kaynaklanıyorsa hak yerini buluncaya kadar, haksız tarafa karşı mücadele edecek ve ancak haksız taraf haksızlıktan rücu ettiğinde yine adaletle aralarını bulacaklardır. Ve bütün bunları yaparken ‘kıst’ı, yani hak olanı, makul olanı, insaf ve adaletin gereğini gözeteceklerdir. Hakîm-i Rahîm’in mesela Haksızlığa uğrayandan anlayış göstermesini rica edin, tahammül tavsiye edin, durumu idare etmesini isteyin” demeyip ‘haksızlık çözülünceye kadar’ haklı tarafla birlikte ve onun lehine mücadeleyi niye emrettiğini ise âyetin son cümlesi bildirmektedir: ‘Çünkü Allah muksıt’ları [adaleti gözetip zulmü giderenleri] sever!’

Mü’minler ancak kardeştirler” hükmü, işte bu hükümleri içeren 9. âyetten sonra gelmektedir: Mü’minler ancak kardeştirler. Onun için iki kardeşinizin aralarını düzeltin ve Allah’tan korkun ki, rahmet olunasınız.”

Velhasıl, kardeşliğin aramızda kök salmasını istiyorsak, adaleti aramızda bir esas yapmamız ve gördüğümüz bir haksızlığı suskunlukla karşılamamamız gerekiyor. Gerçekten ‘kardeşler’ olmak istiyorsak, öncelikle ‘adaletle iş görüp zulmü giderenlerden olmamız lazım geliyor. Haksızlık karşısında suskunluk ise hem mağdurun suskunlara karşı incinmesi, hem de haksızın haksızlığa devamına imkân vermesi suretiyle, kardeşâne bir hayat-ı içtimaiyeyi yıpratıyor ve zedeliyor.

Ara bulup barıştırma deyince akla gelen en kolay çözüm ise, kendi hayatımızda defalarca tecrübe ettiğimiz üzere, bellidir. Böyle bir durumda, olayın doğrudan tarafı olmayan üçüncü kişiler, arabuluculuk gibi bir görev üstlenseler bile, maalesef bunu daha ziyade ‘güçlüden yana kullanırlar. Genelde, haksız da olsa güçlüye karşı pek ses yükseltilmez ve haklı da olsa zayıf olandan olup bitenleri ‘sineye çekmesi’ rica edilir. Âyetin istediği ‘arabulup barıştırma’ hali ise bu değildir. Zira bu, hakikat-ı halde, bir ‘barış hali’ değildir. Böyle bir durumda, haklı olduğunu düşündüğü halde uğradığı haksızlık telafi edilmeyen mü’min, içten içe tepkisini ve rahatsızlığını sürdürecektir. Üstelik yalnız doğrudan kendisini haksızlığa maruz bırakan kişiye veya kişilere karşı değil, uğradığı haksızlığa seyirci kalan ve onun da sineye çekmesini öneren üçüncü kişilere karşı da bu tepkisi genişleyecektir. Öte yandan, böyle bir durum, haksız tarafta ‘yapılanın yapanın yanına kâr kaldığı’ duygusu uyandırarak yeni haksızlıklara, yeni mağduriyetlere ve bir bütün olarak toplum içinde adalet-eksenli yeni incinmelere zemin ihzar edecektir. Mağdurun haksızlığa uğradığı ama buna seyirci kalındığı duygusuyla yaşadığı; haksızın ise yaptığının yanına kâr kaldığı duygusunu ve hatta izlenimini edinerek yeni haksızlıklara yeltenebildiği; böylece ‘haksızlığa talip’ olanların cesaret bulduğu ve yeni mağduriyetlerin zuhur ettiği bir ortamda ‘kardeşliğin’ tesisi ve tahakkuku ise kesinlikle mümkün değildir.
(O yüzden, hâlâ daha, Kur’ânî bir talimden hissedar olmuş anneler, her gün binlerce cinayet ve soygunun yaşandığı medenî hayatın insansız mekânlar için saldığı korkudan etkilenen çocuklarına, kırlara çıkarken, ormana giderken korkmamaları öğüdünü verirler. Derler ki, ormana veya kıra adım atarken, Selâmun alâ Nûhin fi’l-âlemîn” deyin; mahlukat Nuh selamını bilir. Nuh’un yolunda olduğunuzu bilirse, ve sizden ona zarar verecek bir tavır görmezse, size ilişmez. Resul-i Ekrem’in ders verdiği bir hakikatin cilvesidir bu. Onun, yılan gördüğünüzde, Enşednâkum bi’l-ahdi’llezî ehaze aleykum Nûhun,” yani Nuh’a verdiğiniz söz sebebiyle, Allah aşkına bize dokunmayın deyiniz buyurduğuna dair sahih rivayetler mevcuttur.)
Bu bakımdan, insanın Kârun kıssasından hisse kapıp, şunu her daim akılda tutması gerekiyor: Eğer bu asrın Kârun’ları karşısında bir özenti duyuyor; ve büyük ya da küçük, bize birşeylerin ihsan edildiği herhangi bir noktada zihnimizin kıvrımlarında ‘bendeki ilim sayesinde bu sonuca ulaşıldı’ türünden kayıtlar taşıyorsak, Kârun’un akıbetine açık bir vaziyetteyiz demektir.

Şirk kapısını kapayıp Kârun’un akıbetinden kurtulmak ise, öncelikle bu vâkıayı dürüstçe tesbit etmemizle mümkündür. İkinci adım, Rabbimizden, Kârun’un nefislerin gözünü kamaştıran serveti karşısında kalb gözlerinin açıklığı sayesinde zerre kadar ubudiyet tavizi vermeyen Musa’nın dirayetinden, Hârun’un ferasetinden, Yûşâ’nın sadakatinden bizi de hissedar kılmasını istemek ve yönümüzü buna göre çizmek olacaktır.

Böylece, umulur ki, Rabbimiz bize de bir asâ-yı Musa versin.

‘Meryem orucu’ işte o derslerden biri
Gerçekten dünyamızı dünyevîliklerden, sebeplere takılıp kalan konuşmalardan temizleyebilsek, tertemiz bir ruhla yaşayabilsek, herşey gerçek yüzüyle karşımıza çıkacak. Biz hikmetsiz gevezeliklerle iç dünyamızı karartmasak, tüm muhatabiyetlerimizi O’nun emrine mutî bir kul olarak kursak, vukua gelen her bir olay, yaratılan her bir mahluk bize kudreti sonsuz bir Hayy-ı Kayyumu fısıldayacak. Sebepler sukut ederken, konuşmaz sanılanlar konuşacak. Bize kulluğunu ve kulluğumuzu hatırlatacak. Yeter ki, ‘Meryem’in orucu’nu biz de tastamam tutalım. Yeter ki, bid’aların hakim olduğu; gündelik konuşmaların, eş-dost ziyaretlerinin, gazete-televizyon haberlerinin kulluğumuzu hatırlamaya değil, bilakis unutmaya vesile olan yorumlar sunduğu bir vasatta, ‘susma’nın da bir ‘oruç’ olduğunu bilelim. Midemizi Rabbimizin emrine göre ‘oruçla tâbi tuttuğumuz gibi, dilimize de, Ya hak söyle, ya sus” orucunu tutturalım.
Örtüsüne bürünene ne mutlu Örtüsüne bürünerek, hakikatı ilk önce kendi nefsine okuyana ne mutlu

Ve örtüsüne bürünmeyi unutanlar; örtüsüne bürünmeden kalkıp uyaranlar, ne kadar da beyhude bir işin peşinde koşuyorlar!

Bir bilebilsek.

Sözün kısası, âyette zikredilen ‘dinleme’ ve ‘susma’ yalmz şu maddî kulağımıza ve dilimize münhasır değildir. İstenen,aynı zamanda, her vakit şeytanı dinleyen nefsin, hep gelip geçici zevklerin zebûnu olan heva ve hevesin susmasıdır. Ayrıca semavî bir hitap karşısında dünyevî fikriyat ve felsefelerin asıl tutulmamasıdır. Hüdanın karşısına dehayla çıkmamaktır. Bütün bir felsefe tarihinin ana tavrı olan, vahye sırtını çevirip yalnızca kendi aklıyla hakikatı bulma iddia ve inadında olmamaktır. Bilakis, bizi yaratan, bize bu sûreti, bu fıtratı, bu sîreti, bu aklı ve bu duyguları veren; bizim yüzyüze olduğumuz, her bir mevcudundan gerek gözümüzle, gerek dilimizle, gerek fikrimizle, gerek kalbimizle istifade ettiğimiz şu kâinatı da yaratan bir Rabbin bir âlet olarak yarattığı aklı o şekilde kullanmaktır. Onu sürücü değil, binek; hâkim değil, hizmetkâr yapmaktır.
Ortada bir ‘haram’ varsa, bundan uzak durmanın yolu, o haramı kaldırmaktan değil, kendini o harama karşı korumaktan geçer.
Ortalık, nefislere ve sebeplere mal edilmiş servet manzaralarıyla dolup taşıyor.
..Çünkü, bir ‘psikolojik yenilgi’miz var. Onların çok iyi bildiklerini ve anladıklarını düşündükleri ‘dünya’ları, bizim nefislerimizin de ‘Kızıl elma’sı. Dünyayı bilmek onların marifeti diye bildiğimiz için, ‘dünyalı’ olabilmek, ‘dünyadan anlıyor’ diye aralarına kabul edilmek, ‘dünyayı bilmiyor’ diye dışlanmamak hatırına, onların tariflerine razı olarak onların ‘dünyası’na yöneliyor adımlarımız.

Bu tek hayatlı zevatın ‘yaşam tarzı’ ihracına karşı kalplerimizi ve zihinlerimizi aşılı tutabilmemiz gerekiyor oysa. Onların yaşam tarzlarını izlemeye, onların sözlerini anlamaya, onların yazdıklarını okumaya ayırdığımız vaktin en az kırkta birini Kur’an’ı anlayarak okumaya ayırabilmemiz gerekiyor.

Şu ana kadar böyle yapabilseydik, alemler Rabbinin Kitabından şu ayet, bu topraklarda yaşamış bütün müminlerin en azından manasıyla ve mealiyle ezberinde olurdu mesela:

Onlar, bu dünya hayatından, yalnız zâhirini bilirler. Ahiretten ise, gafillerin ta kendisidirler.
Rum-7.

Mülkün ardında melekûtu, sebeplerin ardında Müsebbibi görmeyen; şu dünyayı Bâki olan Rabbimizi bildiren ve tanıtan bir ayna kılamayan insanların esbabperest mantığına müdahil olmamak da bir oruçtur.
‘İstiaze’nin bir esprisi, acziyetin kabulüdür. Acziyetini kabullenmeyip kendisine güvenen, başkasına sığınmaz.
bir eylemi, bir fiili, bir ameli ‘salih amel’ kılan unsur, onun imani bir kasd ve niyetle yapılmasıdır.
Oysa Kur’ân’ın sunduğu hak din, ne yalnız kılıç’la tanımlanabilir; ne de yalnız ‘hoşgörü’yle. ‘Sırat-ı müstakîm’dir İslâm. İstikamet yoludur. Bütün mahlukatı yaratan, bütün âlemleri terbiye ve idare eden Rabbü’l-âlemînin kelâmıdır.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Sahabilerin emri duymaları ile emre uymaları arasında, bizim yaşadığımız gibi uzun zaman fasılaları olmadığı bilinen bir vâkıadır.
Eskişehir hapishanesinin penceresinde fani bir devletin kalkınma oranının kaç olduğu, enflasyon paketi, yeni hükümet projesi, bilmem kimin son skandalı gibi sözümona büyük, hakikat nazarında uyduruk hiçbir meseleyi gündemine almayan o büyük insan, hâlâ daha neredeyse hiç kimsenin göremediği en büyük meseleyle uğraşmaktadır: bugün eğlenip dans ederek bayramı kutlayan bu çocukların akıbeti ve ahireti
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
‘İman’ özüne nisbetle ‘ibadet’ , meselâ namaz bir ‘şekil’ ve ‘kabuk’ mesabesinde görülüyorsa eğer, bilinmelidir ki, kabuksuz her öz çürür. Özü koruyan kabuk olduğu gibi; ibadet, imanın muhafızıdır.
Kur’ ân okumak, Kur’ ân’ ın dünyasına girmek tatlı bir haldir; çünkü, âlemlerin Rabbi küçücük insanı kendine muhatap almakta, Ezelî Kelâmıyla doğrudan ve bizzat ona konuşmaktadır.
Tevazu ile dinle, sonra samimiyetle cevap ver. Tevazu göstermezsen anlamazsın; samimi olmazsan, adil davranmazsın.
Haram manzaralar esasen gözlerin harama bakmaya talip olduğu bir ortamda arz edilir. Züleyha’yı hidayete getiren, Yusuf’un onun sergilediği harama karşı gözünü sa kınması değil midir? Meselâ kadın çıplaklığını ele alalım: Er kekler imani bir şuura erişip gözünü haramdan koruduğunda, hangi kadın açılıp saçılarak sokağa çıkar? Onun sokağa o vazi yette çıkışının ardındaki dürtü, gözünü haramdan korumayan erkekler tarafından zinetlerine bakılması değil midir? Demek, mü’min erkekler gözlerini haramdan koruduğunda, kadınların açılıp saçılmaması yolunda en temelli adım da atılmış olmaktadır.

Bu bakımdan, tesettür emrinin, mü’min erkekler’in gözü nu haramdan sakınmasını emreden âyetin ardından gelmesi elbette manidardır.

Nur sûresinin 30. âyeti, mü’min erkeklere gözlerini ha ramdan sakınma’yı emrettikten sonra, ikinci bir emir daha verir: ferclerini [irzlarını] koruma. Bu da, manidar bir husustur. Zira, ferclerin zinaya düşmesinin ilk basamağı, gözlerin harama bakışıdır. Göz harama kaydığında, iradesi hükümsüz kalmış ve akıl nefsin çekim alanına girmiş demektir. Gözü harama kaydıran nefis, bu haram yolculuk nihayete ulaşmadan teskin olmayacaktır.

Gerçek hayat, elinden geleni yapmadığı için kaderin başarısızlığa mahkum ettiği insanların yanı sıra, elinden geleni yaptığı halde ‘elinden gelmeyen’ler dolayısıyla başarıya ulaşamayanları da barındırır. Böylesi gerçek hayat tablolarının verdiği ders ise, başarının son tahlilde bizim elimizde olmadığıdır.
Allah’ım, Kur’ani kalbimizin baharı kıl. (s.a.v)
Kalbimize bahar gelsin, çiçekler açsın
Okunası bir seri
“Hakikat şahitlik ister; hesap istemez”
Rabbim bize dünyada Hasene ver duasını yaparken muradımız şu olmalıdır: Rabbim şu dünya hayatımız da senin esmaül hüsna’nın tanımayı ve o isimleri tanımanın gerektirdiği bir ubudiyet şuuruyla yaşamayı nasip et. Şu dünyada her neye muhatap olursak olalım o şeyde cilvelerinden esmaül hüsna’nın bize okuttur; o şeyi bizim için asıl meyvesini ebedi Cennet yurdunda yiyeceğimiz Bir Fidan kıl. Bize bir an bile esma-ül Hüsna nı unutturma; bir an bile gayri imanı bir nazarla baktırma; ta ki mahkeme-i Kübra da hesaba ve cehennemde azaba duçar olmayalim
Aynı dilde konuşuyor olmanın birbirini anlamanın yeter şartı olduğu zannedilir. Yüz yüze gelmiş iki insan aynı dili gayet iyi biliyorsa anlaşma olmaları için bir engel yok diye düşünülür. Oysa aynı dili konuşmak yetmez . Aynı dildeki aynı kelimeye aynı anlamlı yüklüyor olmak da gerekir. Diğer bir ifade ile kelime birliğini kavram birliği’nin izliyor olması gerekir . Bu kavram Birliği ise kavrayış ve anlayış birliğini zorunlu kılar.
Cennet olmazsa cehennem kimseyi yakmaz. Nitekim cehennem ehlini yandıran en feci hal Ateş değildir; Cennet ehlinden haberdar olup dünyadaki isyanları ile nasıl bir nimetten mahrum kaldıklarını görmeleri dir
Bakan kanıksar ,kanıtlayan normal görür, normal gören uygular
Problemin kökü dış dünyada değildir içimizdedir. İç dünyası muhkem iman kalesi sağlam olan biri tüm dünya haram tablolarla dolu olsa bile sarılıp sapmayacaktir . Dış dünyadan nice haram mevcut olsa bile imanın içerdiği haya ,şuur ve uyanıklık hali içinde rabb’inin huzurunda olduğundan gaflet edip kendini pazarlayan süflilerin peşine düşmeyecektir. Hayası edebi sabrı ve sebatı buna izin vermeyecektir
İnsan ancak imanı derecesinde gözünü haramdan koruma iradesi gösterebilir.
İnsan sair mahlukların aksine duygu ve tutkularına sınır konulmamış bir canlıdır. Karnı doymuş bir aslan yanından geçen en körpe ceylan’a bile yan gözle bakmaz. Bir ağaç ihtiyacı kadar suyu alır biraz daha almaya kalkmaz. Oysa insan hat konulmamış duygularıyla hep daha fazlasını ister. Dünyayı da yutsa yine tok olmaz. Karnı doysa yarın için saklar. Yarın için saklasa önümüzdeki hafta için biriktirir. Duygular nasıllar konulmadığı için sık sık diğer insanların hakkına da göz Diker. Hatta diğer tüm varlıkların hukukuna ilişir.
İblis hem hak üzere yaratılan mahlukatın fıtratı ile , hem de hak üzere yaratılan insanın fıtratı ile barışık değildir. Bilakis fitrata müdahaleyi onu bozmayı onu olduğu Kemal halinden çıkarıp noksanlaşırmayı üstüne vazife bilmektedir. Çünkü olduğu haliyle ne kainat içindeki herhangi bir mahlukun üzerinden ehadiyet mührünü atabilir ne de Allah’ın onu yaratmış olduğu fıtrat üzere kaldığı halde insanı kalıcı surette aldatabilir.
Yeter ki bizi daima sebepler batağına çekmeye çalışan nefis ve şeytan ikilisine karşı iman ve teslim de sabır gösterilsin. Ayaklarımız iman üzere olsun ve bu halde Sebat bulsun. Sonucu Allah’tan değil sebeplerden bilme gibi tavırlara kaymasın.
Özü koruyan kabuk olduğu gibi; ibadet, imanın muhafızı dır .
İbadet sadece bir sonuç değil imanın içinde marifetullah ve muhabbetullah mertebelerinde inkişafın ilk basamağı ve ön şartıdır
Rabbimiz, kulu musa’ya verdiği asâ’nın manevi bir misalini iman nuru ile hepimizin önüne koymuş bulunuyor
Hakikat şahitlik ister, hesap istemez
Kur’an , milliyetçiliği de elitizmi de başlatanın , bütün derdi yüceltmekten ibaret olan İblis olduğunu bildiriyor.
Hz.Ömer, hançerlendiği an kendisini inananlardan birinin hançerlemediğini görmüş ve o yaralı haliyle Şükürler olsun ki, beni öldürdüğü için bir mü’min cehenneme girmiş olmayacak diyebilmiştir
nefis tam bir miyoptur; yalnız önündekini görür,ileriyi görmez,âhireti düşünmez
Yeryüzünü, doğusuyla-batısıyla, Rabbine nisbet etmeyip şu devletin veya şu milliyetin malı bilen biri nasıl maddi hicreti gerçekleştiremezse, her şeyin mülk ve melekûtunun O’na ait olduğunu bilmeyen biri de ne nefsini O’na teslim edebilir, ne sahiplendiği malı O’nun malikiyetine tevdi edebilir
Allah’ın bir kilogram olarak yarattığı şeyi alırken 900 gram göstermek de, 900 gram yarattığı şeyi ise satış ânında bir kilogram göstermek de, en başta O’nun Hakk, Kadîr ve Âdil ismine karşı bir hakarettir; ve onun Semî’, Basîr, Alîm, Latîf ve Habîr ismine bir istihfaftır
‘Rabbini tanımak ve yalnız O’na ibadet etmek’ tefekkürün özüdür
Mesele, esasen Esma-i Hüsnanın tecelli yeri ve de ahiretin tarlası olan şu dünyanın kendisinde değil; bizim ona bakışımızda düğümleniyor. Problemin temeli eşyada değil, bizim bakışımızda!
‘İman’ özüne nisbetle ‘ibadet’, mesela namaz bir ‘şekil’ ve ‘kabuk’ mesabesinde görülüyorsa eğer, bilinmelidir ki, kabuksuz her öz çürür. Özü koruyan kabuk olduğu gibi, ibadet, imanın muhafızıdır
iman nazarıyla bakılmayan,Saniine ve Sahibine nisbet edilmeyen, Vahid-i Ehad’e verilmeyen her bir şey küfür firavununun sihirbazlarına terk ediliyor değil midir?

İmani bir nazarı nüfuz ettiremediğimiz her kainat karesi için, tesadüf şans, kanunlar,sebep sonuç zinciri,evrim, mutasyon hokus pokus larına dayalı izahlar zihnimize doluşuyor değil midir?

Hayatımızın imani bir nazarla yaşanmayan anlarında israf,gıybet, dedikodu, televizyon,maç gibi çağdaş sihirler dünyamızı istila ediyor değil midir?

kainata nefsine kapılmadan bakan her nazar, her sanatlı yapılışta Saniin, her bir mahlukta Halıkın, her bir terbiye ve idarede Rabbin, her bir kudret eserinde Kadirin mührünü görür
Kur’an her zaman olduğu yerdedir, hayatın tam merkezindedir; sesi uzaklardan geliyorsa, insan hayatının mihverini yitirmiş, ötelere savrulmuş demektir.
Akletme yalnız akılla yapılan tek bir düşünme işlemini; tefekkür ise, tüm duyguların seferber olduğu sürekli bir düşünme ameliyesini ifade eder.
Dinleme, düşünmenin ilk şartıdır.
Bir eylemi, bir fiili, bir ameli ‘salih amel’ kılan asıl unsur, onun imani bir kasd ve niyetle yapılmasıdır.
Kur’an’ı hızla okuyup geçmek, dil kıpırdarken aklı, kalbi ve pek çok duyguyu hissesiz bırakmak demektir.
Tane tane okuma, okunan şeyi özümseme, sindirme, benimseme ve hayatının her anını ona göre yaşama niyetini yansıtır. Nitekim, Kur’an, nurani sırlarını, Fıtratımın kemali sensiz olmaz diyerek ona ciddiyetle muhatap olanlara açmaktadır.
Şeytanlar, enenin gaga ve pençesiyle akılları havaya kaldırıp insanı dalalet derelerine atıyorlar.
Başkasına sığınma, ancak acziyetini görenlerin karıdır. Allah’a sığınma, ondan başka tüm şeylerin sığınmaya layık olmadığını bilip görmeyi gerektirir.
Kur’an’ın defaatle ders verdiği üzere, şeytanı şeytan kılan şudur: O, kendince bir ‘üstünlük’ vehmi üreterek Allah’ın mahlukatını ‘iyi-kötü’ eksik-mükemmel’ ayrımına tabi tutmuştur. Bu şekilde hem kendine bir üstünlük vermiş, hem de Allah’ın kudretine kusur ve noksan yüklemeye kalkışmıştır.
Bizatihi Kur’an’ın tarifiyle , alemlerin Rabbinden gelen; insanlara hidayete eriştiren ve hakkı batıldan ayıran; sonsuz hikmetler yüklü; sonsuz derecede kerim bir Ezeli Kelamdır Kur’an.
bize düşen, bir an önce Kur’ân ülkesine hicret ile sûreleri sur edinmek ve sünnet zırhını kuşanmaktır
Duymuyorsan sebebi ille uzaklık değildir. İnsan, yanı başındaki bir sesi gürültü kirliliği içinde pekala duymayabilir. Sapasağlam bir gerçek, anlam kirliliği içinde, hiç mi hiç işitilmeyebilir
İblis , doğrudan fıtratı hedef alan stratejisini şöyle dile getirmektedir; Mutlaka onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar ve yine mutlaka onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler.( Nisa ,4:119)
Elbette bunun panzehiri de :
Sen yüzünü hanîf olarak dine yönelt . Allah’ın insanları yaratmış olduğu fıtrata ; ki onda bir değişiklik göremezsin. İşte dosdoğru din, budur. ( Rûm , 30:30)
Alemlerin rabbinin Ezeli kelamı olarak, tüm çağlara seslenir kuran, Çağlar ve mekanlar üstü Hitab-ı Ezeli olarak kuran ayetlerinde, her çağın ve her insanın hissesi vardır.
Zira, herşeyi ve herkesi yaratan kadir-i zülcelal, kuran’ıyla bütün insanlara, ama öncelikle bize konuşmaktadır.
Resul-i Ekrem aleyhissalâtu vesselam, vahiyle gelen ilahi emri evvelâ kendi nefsine tatbik eder. Yaratan Rabbinin ismiyle, önce kendi kalbine, kendi aklına, kendi nefsine okumaya başlar. Bir hakikat ehlinin yorumuyla, ilk önce de kendi nefsine peygamber olur. Gelen hakikatin satıcısı değil; talibi, talebesi ve müşterisi olur. Önce kendi nefsine muallim olur
bir eylemi, bir fiili,bir ameli ‘salih amel’ kılan asıl unsur, onun imani bir kasd ve niyetle yapılmasıdır
Kur’ân bize kim olduğumuzu, neden burada olduğumuzu, nereye gideceğimizi ve burada ne yapmamız gerektiğini söyler. Durum bu iken, en küçük bir işini bile kendi başına görmekten âciz olan insanın, Kur’ân’a kulak asmayarak, kendince tüm hususlara dair felsefeler geliştirmeye kalkışması reva mıdır?
Sözlerin En Güzeli, insan için söylendi. İnsan anlasın ve yaşasın diye
Hakikat şahitlik ister; hesap istemez
Hakikat şahitlik ister ; hesap istemez..
Ömer gibi yaşamanın ilk şartı, Ömer gibi dinlemektir..
Allahım, Kuran’ı kalbimizin baharı kıl..
Düşküne yardım, Allah adına, Allah’ın bana ihsan ettiği bir malı Allah’ın muhtaç bir kuluna , yine Allah’ın bana verdiği acıma ve yardım duygusuyla veriyorum diyebiliyor isek , salih ameldir.
Fakat, şu enaniyet asrının ‘medenî’ insanlarına dinlemek zor geliyor.
Duyguları manen uyuşturma, bizi Allah’ın sanatını ve isimlerini tefekkürden alıkoyma noktasında, harama bakmanın, alkol ve uyuşturucudan bir farkı yoktur.
Nefis, tam bir miyoptur; yalnız önündekini görür, ileriyi görmez , âhireti düşünmez.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir