İçeriğe geç

Mor Salkımlı Ev Kitap Alıntıları – Halide Edib Adıvar

Halide Edib Adıvar kitaplarından Mor Salkımlı Ev kitap alıntıları sizlerle…

Mor Salkımlı Ev Kitap Alıntıları

İdealizm kadar, maddi bakımdan olduğu kadar manevi bakımdan da insanı daimi bir yalnızlığa sürükleyen bir şey yoktur.
Fakat ben mütemadiyen, kılıkları kıyafetleri başka, içleri birörnek olan bu zavallı, zararsız görünen insan cinsinin her devirde bazen içimde isyan uyandıran hareketleri tekrar edip durduklarını, hüzün ve hayretle seyretmeye mahkûmdum.
Kırpılan gözlerin ifade ettiği şefkat*
İçinde kendisini herkesten başka görmek, güzel çocukların uyandırdığı sıcak hisleri uyandırmaktan doğan bir hasret var.
Büyükler ister oniki ister altmış yaşında olsunlar, hep birbirinin aynıdır.
Ben bu bayrağın altında doğmuş Türk kadınıyım. Burada yaşadım, burada öleceğim.
Ah o çaresiz, sesi kısan, boğazı kurutan korku. Saçların dibini ıslatan ecel teri. Gözleri evlerinden fırlatan dehşet…
Tek başına kazanılmak için mücadele edilen gaye, hürriyet imtihanıdır.
Tek başına kazanılmak için mücadele edilen gaye, hürriyet imtihanıdır.
Bu ananın en fazla hattırlattığı vak’a, çocuğa huzur veren dizlerinde oturduğu anlardır. Bu da kızın tırnaklarını kestirdiği zamana inhisar eder. Küçük kızın eli, annesinin nakış ve dikişte çok marifetli telâkki edilen elinin içinde, avucunun tüy teması ile anasının ince parmakları küçük kızın elini tatlı tatlı gıdıklar. Anasının iki ipek kirpik saçağı arasında garip bir ışıltı vardır. Tırnakları derin kesildiği zaman canı yanar, fakat en küçük bir acıya tahammül edemeyen bu çocuk, nefes almaya bile cesaret edemez. Tek bu dizlerin üstünde geçen an uzasın, tek avucunu gıdıklarken anasının sesi ‘ Buraya bir kuş konmuş, bu tutmuş, bu kesmiş, bu pişirmiş, bu yemiş, bu da mektepten gelmiş, hani bana hani bana, demiş.’ derken küçüğün parmaklarını teker teker okşasın da isterse bu parmakları dibinden kessin, koparsın…
“Fakat küçük kız, insanları birbirinden ayıran din,dil,ırk farkları hakim olan ve insanları birbirini boğazlamaya sevkeden yola henüz ayak basmamıştı. Onun dünyasının şevki ve saadeti, insanlar arasında kalbi kalbe ulaştıran tabiî yol idi.”
Bir çocuğun güzelliği sezişinin, büyüklerinkinden çok daha derin olduğunu tahmin ediyorum.
ne kadar ileri olursa olsun insaniyet aile yuvasının ve ananın yerini tutabilecek bir şey bulamamıştır.
Açlık, bir ses hâlinde kendini ilk defa ifade ettiği zaman hem kalbinizde, hem kafanızda ömrünüz boyunca bir sada aksini işitirsiniz.
Bu satırları yazarken, Borodin’in son günlerde çıkan hatıratındaki bir parçanın ne kadar realiyete yakın olduğunu, ancak o günlerde, yetim çocuklar cehennemini görmüş olanlar takdir ederler: “Kuvvetleri ve yiyecekleri yoktu; kuvvetleri yetse bitleri yerlerdi, fakat bitler daha kuvvetli olduğu için onları yedi.”
Değil sadece Arap diyarında, diğer yerlerde de, hangi cepheden alırsanız alınız, Ayin Tura Yetimhanesi’ndeki hizmetim kadar ruhumu tatmin eden hâdiseler pek azdır. Çünkü oradaki ıstırap çekenler hep insan yavrularıydı. Hepsi, hiçbir kahabati olmadan inanılmaz mihnet ve biçarelik içinde kıvranıyorlardı.
Karşısında otuz iki yıl inzivaya çekilip orada ölen Jerome’un hücresi vardı. Acaba bu hayata arkasını çevirip bir hücrede yaşamak mı, yoksa hayatın bütün meşakkatlerine, maskaralığına göğüs gererek insaniyete hizmet ederek ölmek mi daha büyük bir muvaffakiyettir?
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Hazret-i Süleyman’ın oğlu Abşalom’un mezarı, Yahudiler o mezarı her gün taşlarlar, dedi.
Evet, bu adam, babası Süleyman’ı her nasılsa kızdırmış ve o günden beri mezarı her gün bütün millet tarafından taşlanır durur. Hazret-i Süleyman’ın bütün zamanlar için insanlar arasında fikir, ahlâk, en yüksek edebî kıymet bakımından yaşayacak eserleri vardır. Onu hepimize akıl ve hikmetin insan şeklinde bir sembolü gibi öğretmişlerdi. Fakat yarattığı eserlerdeki vecizelere kendi hayatı acaba ne kadar uyar? Peygamber dahi olsa insan nihayet insandır.
Hayatını bütün hastalara vakf etmiş, bütün insaniyeti içine almış güzel bir kalbi vardı. Istırabın ırk, cins, sınıf tanımadığını, eziyet çekenlere, düşmüşlere yardımın insana en büyük hazzı verdiğini tecrübe ile öğrenmişti.
Bu satırları yazarken İsmet İnönü’nün İstiklâl Mücadelesi başlarındaki bir sözünü hatırladım. “En korkunç ve sakınılması lazım gelen isyan, bu en sakin Anadolu halkının isyanıdır.”
Dünyada hiçbir millet, yaşadığı topraklara acaba Araplar kadar kendi damgasını basabilir mi, diye kendi kendime sordum. Görüyordum ki insan Arabistan’a ne sıfatla, hangi mecburiyetle giderse gitsin, orada biraz yaşadıktan sonra, o hava içinde eriyor ve dillerini öğreniyor. Hatta kendi ana dilini dahi Arap telâffuzu ile söylemeğe başlıyor. Hatta o diyarda uzun müddet kalmışların yüzlerini dahi Araplardan ayırt etmek ve fark etmek müşkül oluyor. Acaba bu sadece coğrafî ve iklimî bir tesirden mi ileri geliyor, yoksa halkın içindeki ateşli ruhun sirayetinden mi? Bilemem.
Arapları ebediyen idaremiz altında tutabilmek gayesinden tamamen vazgeçmelidir. Türkler, Arap dünyasına, Anadolu’dan çok fazla emek ve para sarf ettiler. O topraklarda Türk kanı döktüler. Fakat Araplar, memleketlerini müdafaa eden Türkiye’yi istemiyordu. Çünkü Türkiye bilhassa tahsil ve idarede lazım gelen zihniyeti aşılamaya muvaffak olmamıştı.
Burada hep Kant’ın bir sözünü hatırlarım: “Dünya sahnesine insanların girişini, şiddetle bir nefret duymadan seyretmek mümkün değildir. Çünkü insanların birbirlerine yaptıkları kötülük tabiatın yaptığından çok daha fazladır.”
Ben milliyetçiliğin, muhabbetle, karşılıklı bir anlayışla dolu bir ülke yaratacak zannetmiştim. Fakat milliyetçilik ölçüsünü kaçırdığı zaman yer yer insanları birbirini boğazlamaya, yeryüzünü bir salhaneye döndürdüklerini gördüm. Maamâfih herhangi ölçüsünü kaçıran sağ yahut sol ideoloji de milliyetçiliği gölgede bırakacak daha kanlı daha feci bir dünya yarattılar.
Yani çarşafımı parçalamaya, beni taşlamaya hazır oldukları yüzlerindeki hınç ifade eden ışıltıdan belli oluyordu.
Hemen peçeyi kaldırdım, onlarla konuşmaya başladım. Herhangi insan sözünün siyah bir peçeden daha büyük bir tesiri vardı. Çünkü gözleri, yüzü kapalı bir insana hücum etmek, hatta parçalamak her halde gözlerini size dikmiş, korkudan yüzünde eser olmayana taarruz etmekten çok daha kolaydır.
İnanıyorum ki, eğer Hayri Efendi, Evkaf mekteplerinde başladığı ıslahatı ilerletmeye zemin ve zaman bulsa idi, bu gün hepimizin yürekten bağlı olduğumuz, Cumhuriyet’in “lâik”lik reformu büyük bir sarsıntı yapmadan geçerdi. Çünkü o, kalmış olsa idi, memlekette derin görüşlü, modern kafalı bir din hocası kafilesi bırakmış olacaktı.
İşin dikkatte değer tarafı, partisini ve hatta siyasetini çok acı bir şekilde tenkit ettiğim zamanlarda da bu devlet adamı dost tavrını hiç değiştirmedi.
Talât Paşa’nın hemen herkesin sevgisini çekmesinin sebebi, sade ve mütevazi bir hayat yaşaması ve hakikî demokrat ruhu taşımasıdır. İnsan onu ne kadar tenkit ederse etsin vatanseverliğin güzide bir örneği diye kabul etmeye mecburdur. Yanlış olanları dahi hiçbir hareketi şahsî bir kazanç veyahut kudret insiyakına dayanmamıştır. Fakir bir insan olarak yaşadı ve fakir bir insan olarak öldü. Vatanı için elzem telâkki ettiği herhangi meselede en büyük eziyet ve fedakârlığa katlanırdı.
Milletime ve memleketime herhangi bir vaziyet içinde kalbimdeki muhabbetin hakikî mahiyetini o günlerde anladım. Bu muhabbetin siyasî düşünceler, ideolojiler ile ilgili münasebeti yoktu. Bu muhabbet, herhangi ananın iptidaî ve tabiattan gelen elde olmayan kudret ve hâkimiyetini ifade ediyordu.
1910’da benim aile hayatımda büyük bir değişme olmuştu. Salih Zeki Bey ikinci defa evlenmeye karar vermişti. Taaddüdi zevcât aleyhine hiçbir zaman değişmeyen ve taassup derecesini bulan bir kanaatim vardı. O zaman Yanya’da bulunan babamı çocuklarımla beraber ziyarete gittim. Salih Zeki Bey’e karar vermeden evvel düşünebilmesi için zaman vermek istedim. Döndüğüm zaman, bu meselenin kapanmasının mümkün olmadığını görerek ayrıldım. Yani dokuz senelik hayat arkadaşlığımız sona erdi.
Başka bir mevzua geçmeden evvel burada Maarif Nezareti Müsteşarlığı, hatta Nezaret’in başında bulunan, İstanbul Üniversitesi’ nin kıymetli profesörleri arasında yer alan Said Bey’in hatırası önünde hürmetle eğilmek isterim. Çünkü Türkiyemizde kadın tahsilinin modernleşmesinde başrolü oynayan odur.
Çamlıca’daki köşke gittiğim zaman bütün sarayların verdiği huzursuzluğu ilk defa duydum. Saray bende deniz tutmasına benzer bir his uyandırır.
İdealizm kadar, maddî bakımdan olduğu kadar manevî bakımdan da insanı daimî bir yalnızlığa sürükleyen şey yoktur.
Anladık ki insan sürülebilir, hatta imha edilebilir, fakat fikir öyle değil. Fikir kafadan kafaya, devirden devire atlar geçer ve kendini gösterir.
Maamâfih, deha denilen şey ve hatta muhitin üstünde anlaşılmayan bir kabiliyet bazan bir erkek dâhi, kadın ruhunu, kadınların ifade edemeyeceği bir derinlikle ifade ettiği gibi, kadın dâhi de sanatta bir erkek ruhunu bazan erkekten fazla anlıyor. Deha cinse göre değil, dâhinin ruhunun hususiyetine göre eser yaratıyor.
Garip olarak bazı kadınlar için ana olamamak, bazıları için de ana olmak saadetini geçen hiçbir şey yoktur.
Sınıfta sekiz kişi idik. Aramızdaki İngiliz arkadaşların en evvel evleneceği, Halide Edib’in de hiç evlenemeyeceği kanaatine vardılar. Halbuki ben, bir ay evvel, hatta tarihini dahi tesbit ederek mektepten çıkar çıkmaz Salih Zeki Hoca ile evlenmeye karar vermiştim bile. Bu, hayatın daha evvel tahmin edilmeyen hâdiselerle karşılaşabileceğini düşünmeden, hiçbir insan hakkında kat’î bir hüküm vermemek lâzım geldiğini gösteren bir vakıadır.
Hıristiyanlık tarihini okurken Hıristiyanların başka dinlere, bilhassa İslâmiyet’e mensup olanlar hakkında çok dar ve mutaassıp bir görüşleri olduğunu öğrendim. Hıristiyanlar, hatta Müslümanlardan fazla, başka dine mensup olanları Allah’ın rahmetinden ve inayetinden uzak telâkki ediyorlardı. Hâlbuki bu düşünce Hazret-i İsa’nın, İncil’de okuduğum bütün insaniyeti, muhabbetle içine alan ruhundan çok uzaktı.
O devirde henüz, insanlar, taze yapraklar gibi güneşte yaşarken, bir gün karanlığa ve boşluğa gittiklerini henüz öğrenmiş değildim. Evet, hâdiselerin tesiri tahmine sığmayan fırtınalar gibi insanları, bir an evvel yeşil ve şen yapraklar hâlinde sallandıkları dallardan söküp boşluklara fırlattıklarını henüz bilmiyordum.
Onunla dostluğumuz ben yedi yaşında, o da her halde altmışına yakınken başlamıştı. Maamâfih yaş meselesinde küçükler büyüklerin yaşlarına daima mübalâğa ederler.
Geceleri bilhassa yatsı namazından sonra seccadede oturur, çocuk dilimle içimde ukde olan meseleler hakkında Allah’la konuşur dururdum. En fazla, insanları hayvanlara ve insanları insanlara eziyet etmeye sevkeden sebepleri anlamak isterdim. Hepsini kendi yaratmış olduğu halde, Allah’ın neden Müslüman olmayanları cehenneme gönderdiğini bilmek isterdim. Maamâfih yarım küsur asırdan beri daima herhangi din, hatta siyasî akidelerde insanların kendilerinden olmayanları ahrette veya dünyada neden cehenneme göndermek istediklerini öğrenmiş değilim.
Çin yazılarında bunu ifade edebilen iki sembol vardır: Açıkta iki kadın sulh sembolüdür, dam altında iki kadın harp sembolüdür.
Medenî cemiyetin en küçük parçası ve âdeta temeli olan aile meselesine, başka başka zaviyelerden bakacak olanlar daima mevcuttur. Fakat bilmelidirler ki, kadın veya erkek, her ferdin kalbinde inkâr edilemeyecek ve birçok şekillere giren kıskançlık diye bir realite vardır. Hatta bu iptidaî hissi muayyen bir terbiye sisteminin bir gün tâdil edebileceğine inansak dahi, yine de iki kadınlı bir aile sistemini tabiî görmek mümkün olmayacaktır.
Fakat yaşayacak olan insanın vücudu hastalığa nasıl karşı gelirse insan ruhu da ıstıraba öyle karşı geliyor.
babamın bir dizinde ben, öteki dizinde Flora, ikimizi de okşar, sever: “Halide’nin gözleri Flora’nınkine benziyor,” derdi. Belki doğru idi. İkimizin içinde de bu garip dünyanın hüznü ve ağırlığı var, ikimizin içinde de nerede ve nasıl olduğunu bilmediğimiz bir dünya hasreti vardı. Flora öldü ve köpek cennetine gitti. Fakat ben mütemadiyen, kılıkları kıyafetleri başka, içleri bir örnek olan bu zavallı zararsız görünen insan cinsinin her devirde bazan içimde isyan uyandıran hareketleri, tekrar edip durduklarını, hüzün ve hayretle seyretmeye mahkûmdum.
Dünyada kimbilir ne kadar böyle şahane ihtişam ve merasim sahnesi olan başka saraylar da vardı. Onlar dahi kudret mefhumunu yanlış anladıkları müddetçe şekil ve isimleri ne olursa olsun, çöküp gitmeye mahkûmdur. Maziden ders almayanların akıbeti budur
Veli Amca beni dizlerine alır almaz parmağımla gökteki yıldızı gösterdim. “Bu nedir?” diye sordum. Veli Amca düşündü. “Ne olduğunu bilemem, yalnız, Allah’ın bu gökleri ve yıldızları bizim için yarattığını biliyorum,” dedi. Evet, insanlar için ebedî ateş, azap yaratan, ölüleri yılanlara, çiyanlara yem eden Allah, aynı insanlar için nurların nuru yıldızları da yaratmıştı. Evet, Allah’ın, ona tapmak isteyen her biçare insanın görüşüne göre, bir cephesi vardı.
Evlenme, bayram, hatta mektebe başlama. Hulâsa başka memleketlerde coşkun bir sevinç gösterisine vesile olabilecek merasimler bizde daima hüzün yaratıyor. Kadınlar mutlak ağlıyor, erkekler huşu ifade eden bir tavır takınıyorlar. Evet, başkalarına sevinç veren şey bize hüzün veriyor.
Bizans’ın renkli eserleri, Arap diyarının âdeta sihirli bir dantel gibi görünen mimarîsinin yanında, bu azamet ve sükûn ifade eden sade hatları ve kıvrımları ile Süleymaniye, tabiatın kendisinin yaratmış olduğu bir eser gibi görünüyordu.
Beni ona bağlayan kuvvetli sebeplerden biri de belki bana hiç sual sormaması idi. Çünkü hayatta suale çekilmek kadar beni çileden çıkaran bir şey yoktur.
yanımızdaki erkek çocuk köpek bağırdıkça ona nişan alıp taş yağdırıyordu.
İnsan cinsinde, zaman zaman hasıl olan korkunç insiyakın, kolektif ve canlı alâmeti işte budur. Bazan beni insan olmaktan utandıran sahnelerin birincisi bu hâdisedir. Ondan sonra öğrendim ki hiçbir hayvan işkencenin ve vahşetin verdiği zevke dayanarak, başka hayvanları parçalamamıştır. Hayvanlar bekaları için her türlü canavarlığı yapabilirler, fakat hiçbir zaman bu, sadece bir eğlence değildir. Acımak bu kadar şiddetli olduğu zaman, daima göğsüme bir bıçak saplanmış olduğunu hissederim.
Tırnakları derin kesildiği zaman canı yanar, fakat en küçük bir acıya tahammül edemeyen bu çocuk, nefes almaya bile cesaret edemez. Tek bu dizlerin üstünde geçen an uzasın, tek avucunu gıdıklarken anasının sesi: “Buraya bir kuş konmuş, bu tutmuş, bu kesmiş, bu pişirmiş, bu yemiş, bu da mektepten gelmiş, hani bana – hani bana, demiş,” derken küçüğün parmaklarını teker teker okşasın da isterse bu parmakları dibinden kessin, koparsın
Her insana var olduğunu ilk defa idrak ettiren başka başka vak’alar vardır. Etraftaki eşyanın veya hadiselerin zaman zaman hafızada çakıp sönen bir şimşek ışığı içinde göründüğü yaş, galiba şahsa göre değişiyor.
İnanıyorum ki medeniyet ne kadar ileri olursa olsun, insaniyet aile yuvasının ve ananın yerini tutabilecek bir şey bulamamıştır.
İnsan sürülebilir, hatta imha edilebilir fakat fikir öyle değil. Fikir kafadan kafaya, devirden devire atlar geçer ve kendini gösterir.
Bir taraftan şahsî hayatımın getirdiği, bazan faciaya kaçan buhranlar, bir taraftan da memleketimin bir türlü sonu gelmeyen ıstırablı meseleleri beni bir türlü kurtulamadığım akıntının içine sürükledi gitti.
İnanıyorum ki, her gece kendi dilinde Kur’an’ın başlangıcındaki bu sureyi tekrar eden bir çocuk, ister istemez İslâmiyetin bütün insanlığı içine alan bir ruh ifade ettiği kanaatini içinde taşıyacaktır.
Ve aynı zamanda din de dahi her şeyin “neden, niçin”ini arar dururdum. Ruhumda, göze görünen realitelerden ziyade, görünmeyen manevî realitelere susamış gibi idim.
Her insana var olduğunu ilk defa idrak ettiren başka başka vak’alar vardır.
İkimizin içinde de bu garip dünyanın hüznü ve ağırlığı var, ikimizin içinde de nerede ve nasıl olduğunu bilmediğimiz bir dünya hasreti vardı.
En korkunç ve en sakınılması gereken isyan, bu en sakin Anadolu halkının isyanıdır.
İnsanlar için birbirini anlamak, sulh içinde beraber yaşamak herhalde şu veyahut bu esasa dayanmak, şu veyahut bu ideale saplanmakla dahi mümkün olmuyor.
Burada hep Kant’ın bir sözünü hatırlarım: Dünya sahnesine insanların girişini şiddetle bir nefret duymadan seyretmek mümkün değildir. Çünki insanların birbirlerine yaptıkları kötülük tabiatın yaptığından çok daha fazladır.
İnsan sürülebilir, hatta imha edilebilir fakat fikir öyle değil. Fikir kafadan kafaya, devirden devire atlar geçer ve kendini gösterir.
İnanamıyorum ki ne kadar ileri olursa olsun insaniyet aile yuvasının ve ananın yerini tutabilecek bir şey bulamamıştır.
Her hâlde erkekler insana kadınlar gibi şahsî suâller sormazlardı
İkimizin içinde de bu garip dünyanın hüznü ve ağırlığı var, ikimizin içinde de nerede ve nasıl olduğunu bilmediğimiz bir dünya hasreti vardı.
Burada hep Kant’ın’ bir sözünü hatırlarım: Dünya sahnesine insanların girişini, şiddetle bir nefret duymadan seyretmek mümkün değildir. Çünkü insanların birbirlerine yaptıkları kötülük tabiatın yaptığından çok daha fazladır.
İçimde, mor salkımlı bir ev var, Beşiktaş taraflarına idi. Çocukluğum, o evde geçti, gittim aradım, bulamadım, yanmış .
Onu yazacağım.
Acaba bu hayata arkasını çevirip bir hücrede yaşamak mı, yoksa hayatın bütün meşakkatlerine, maskaralığına göğüs gererek insaniyete hizmet ederek ölmek mi daha büyük bir muvaffakiyettir?
Eğer, bu acımak hissiyle beraber, en acı sahnelerin karşısında bile içimde zaman zaman kendini gösteren, hayatın gülünecek tarafını gören tebessüm olmasa bu kupkuru dünyada, bu sonu gelmeyen ıstırap içinde nasıl yaşanır veya vak’a bulunurdu bilemem.
“Ben, kendimi bir kutudan çıkarılmış bir bebek gibi hissediyorum,”
İdealizm kadar, maddî bakımdan olduğu kadar manevî bakımdan da insanı daimî bir yalnızlığa sürükleyen şey yoktur.
Gerçi yazarken ve konuşurken çok zaman kendimden açık olarak bahsederim fakat yine de sualler, ortalık yerde esvabımı çıkarmak istiyorlarmış gibi bir tesir yapar bende
Yazı yazmak tarafımın haminneden geldiğine hiç şüphe yoktur
Bu defa, bu oyunda belki romancılığımın ilk kademelerinden biri görünüyor.Çünkü bebekleri ekseri, sonları acı biten kendi tahayyül ettiğim planlara göre yaşatırdım

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir