Caner Taslaman kitaplarından Fıtrat Delilleri kitap alıntıları sizlerle…
Fıtrat Delilleri Kitap Alıntıları
Teizme göre ise evreni ve canlıları yaratan Allah,ezelden beridir bilinç ve benlik sahibidir,kendisinde zaten bulunan bu özellikleri insana (ve diğer bazı varlıklara) da vermiştir,bu özellikleri ortaya çıkaran bir süreç olsa bile bu planlanmamış ve tesadüfî bir süreç değil,Allah tarafından bilinçle planlanmış bir süreçtir.
Allah’ın her şeyi bilen olması ve her şeye nüfuz edebilmesi;Allah’a güvenmemize ve hiçbir insanın görmediği ve çıkarlarımıza en aykırı durumlarda bile ahlâkî buyrukları yerine getirmemize rasyonel temel oluşturur.
Arzularımız,sadece Allah’ın varlığını değil, aynı zamanda O’nun sıfatlarını da gösterecek şekilde düzenlenmiş ve yönelmemiz gereken Varlığın sıfatlarını gösteren bir rehber olarak doğuştan fıtratımıza yerleştirilmiştir.
Eğer kalplerine gerçek anlamda bakmayı öğrenirlerse, insanların çoğunluğu, şiddetli bir şekilde istedikleri şeyin bu dünyada olmadıklarını anlayacaklardır
Gelecekle ilişki kuran insan zihninin en temel korku konusu olan ölüm korkusundan kurtulma arzusunu tatmin edecek tek obje ahiret hayatının varlığıdır. Ahiret hayatının varlığı ise ancak Allah varsa mümkündür.
Bütün insanlar mutluluğu arar. Bunun hiçbir istisnası yoktur Bütün insanlar şikayet etmektedir;prensler, hizmetçiler,asiller,halk,yaşlı,genç,güçlü,zayıf, eğitimli,cahil,sağlıklı,hasta,her ülkede,her zamanda,her dönemde,her şartta
Boş yere etrafındaki her şeyle boşluğu kapamaya çalışır,o şeylerden hiçbiri ona yardımcı olamaz, çünkü bu sonsuz boşluk ancak sonsuz ve değişmez bir objeyle yani Allah ile kapatılabilir.
Boş yere etrafındaki her şeyle boşluğu kapamaya çalışır,o şeylerden hiçbiri ona yardımcı olamaz, çünkü bu sonsuz boşluk ancak sonsuz ve değişmez bir objeyle yani Allah ile kapatılabilir.
Monoteist dinlerin paradigmasının en temel görüşlerinden birisi bu dünyanın bir imtihan alanı olduğudur. İnsan neden irade sahibidir sorusu için bu açıklamanın en iyi açıklama olduğu da savunulacaktır.
Aklı üzerinde düşünen kişi, salt aklıyla “Nereden geliyoruz” ve “Nereye gideceğiz” gibi en temel sorulara cevap bulamayacağını fakat aklı aşan bu sorulara cevap vermesi mümkün olan, Yaratıcısının cevaplarını içeren bir sistem (din) aracılığıyla, aklın cevabını aradığı bu sorulara cevap bulabileceğini de anlar. Yani akıl, kendi sınırlarını anladığında, aklı aşanları da içeren bir sistem olarak, Yaratıcının mesajlarını içeren bir dinin olup olmadığına gözlerini çevirmek durumundadır. Sonuçta dinin varlığı, aklı aşan varoluşsal önemi yüksek soruların varlığından dolayı umulur fakat aynı zamanda dine ulaşacak olan da akıl olduğu için din akılla çelişmemek de durumundadır. Kısacası inanılmaya layık din, aklı aşanları ihtiva ederken akılla çelişmemelidir.
Materyalist-ateizm, ahlaki yasaların gereği olan bağlayıcılığa rasyonel temel sunamayacağı için materyalist-ateist ontoloji ahlaki izafiyetçiliğe yol açacak bir ahlak felsefesini belirler. Teist ontolojisi ise Allah’ın buyrukları temelinde, ahlakın rasyonel ve motivasyonel temel bulabileceği bir ahlak felsefesini belirler. Teist ontolojinin merkezindeki Allah, geri kalan varlıklarla mukayese edildiğinde geri kalan varlıklarınontolojik statüsünün Allah’a göre çok düşük olduğugözükür; bu yüzden bu ontoloji, Allah’ın buyrukları yanında tüm varlıklardan gelen taleplerin, çıkarların ve tutkuların önemsiz olduğu bir ahlak sistemi sunmaktadır. Başkalarının taleplerine, çıkarlarımıza ve tutkularımıza rağmen ahlaki gereği yerine getirmemiz gerektiğini söyleyen doğuştan ahlaki özelliklerimiz, ancak teist ontoloji doğruysa illüzyon olmaktan kurtulur. Doğuştan ahlaki özelliklerimizin talebi ahlakın illüzyon olmamasıdır; bu ise “Allah’ın ahlaki buyrukları”na yani Allah’a, doğuştan muhtaç olacak bir yaratılışla (fıtratla) var edilmiş olduğumuz anlamını taşır.
Chomsky’den esinlenen psikolog Marc Hauser, zihnimizde doğuştan evrensel ahlaki gramer (universal moral grammer) bulunduğunu şöyle ifade etmektedir:
Evrensel ahlaki gramer, insanların ahlaki sistemler inşa etmesini olanaklı kılan ilkelerin ve parametrelerin uygunluğu hakkında bir teoridir. O, birbirinden farklı çeşitli ahlaki sistemler inşa edilmesini sağlayan bir alet takımıdır. Gramer veya ilkeler toplamı diye nitelendirebileceğimiz bu yapı sabittir fakat bunun çıktısı olan ahlaki sistemler mantıki imkanlar çerçevesinde sınırsızdır.
Evrensel ahlaki gramer, insanların ahlaki sistemler inşa etmesini olanaklı kılan ilkelerin ve parametrelerin uygunluğu hakkında bir teoridir. O, birbirinden farklı çeşitli ahlaki sistemler inşa edilmesini sağlayan bir alet takımıdır. Gramer veya ilkeler toplamı diye nitelendirebileceğimiz bu yapı sabittir fakat bunun çıktısı olan ahlaki sistemler mantıki imkanlar çerçevesinde sınırsızdır.
İnsanların bilgi edinme ile ilgili arzuları kaçınılmaz olarak “Nereden geliyorum?” ve “Nereye gidiyorum?” sorularını sordurur ki, bunlar da ancak Allah’ın insanlara bunların cevaplarını bildirmesiyle karşılanabilir.
Nitekim ünlü ateist filozof Jean Paul Sartre da Allah’ın varlığına inanılmayınca ahlaki ilkelere temel bulunamayacağına dikkat çekmiştir:
Tersine, varoluşçu, Allah’ın var olmamasını olağanüstü seviyede can sıkıcı bulur, Onunla beraber değerlerin rasyonel temelini bulacağımız bir temel de tamamen kaybolur. Sonsuz ve mükemmel bir ‘Bilinç’ onu düşünmediği için artık a priori olarak bir iyi kalmaz. Artık hiçbir yerde ‘iyi’nin varlığı veya birisinin dürüst olması ile yalan söylememesi yazılı değildir, çünkü artık sadece insanın var olduğu bir düzlemdeyizdir. Dostoyevski’nin bir zamanlar dediği ‘Allah yoksa her şey mübahtır’ ifadesi varoluşçu için başlangıç noktasıdır. Gerçekten de Allah yoksa her şey mübahtır ve insan sonuç olarak sahipsizdir.
Tersine, varoluşçu, Allah’ın var olmamasını olağanüstü seviyede can sıkıcı bulur, Onunla beraber değerlerin rasyonel temelini bulacağımız bir temel de tamamen kaybolur. Sonsuz ve mükemmel bir ‘Bilinç’ onu düşünmediği için artık a priori olarak bir iyi kalmaz. Artık hiçbir yerde ‘iyi’nin varlığı veya birisinin dürüst olması ile yalan söylememesi yazılı değildir, çünkü artık sadece insanın var olduğu bir düzlemdeyizdir. Dostoyevski’nin bir zamanlar dediği ‘Allah yoksa her şey mübahtır’ ifadesi varoluşçu için başlangıç noktasıdır. Gerçekten de Allah yoksa her şey mübahtır ve insan sonuç olarak sahipsizdir.
Bütün insanlar, doğalarının gereği olarak bilmek isterler Aristoteles’in ünlü bir sözüdür.
Bu dünyanın, mutluluk arzusu nu tatmin edemediğini gören herkes, bu arzunun Allah olmadan tatmin olamayacağını anlar. C. S. Lewis, bu konuyla ilgili olarak şöyle demiştir:
Eğer kalplerine gerçek anlamda bakmayı öğrenirlerse, insanların çoğunluğu, şiddetli bir şekilde istedikleri şeyin bu dünyada olmadığını anlayacaklardır Öyle bir hasrettir ki hiçbir evlilik, hiçbir seyahat, hiçbir eğitim, gerçek anlamda onu tatmin edemez. Bunu söylerken başarısız evlilikleri, tatilleri, eğitimleri kastetmiyorum. Olması mümkün en başarılılarını kastediyorum. Eğer kendimde, bu dünyadaki hiçbir deneyimin tatmin edemediği bir arzu tespit edersem, bunun en muhtemel açıklaması, başka bir dünya için yaratılmış olduğumdur. Eğer dünyevi hazların hiçbiri onu tatmin edemezse bu, dünyanın bir hile olduğunu göstermez. Muhtemelen dünyadaki hazlar onu tatmin için değil, bilakis onu açığa çıkarmak içindir. Böylece gerçek hayatın farkına varalım. Eğer böyleyse, bir yandan bu dünyevi nimetleri hiçbir zaman küçük görmemeli ve şükürsüzlük etmemeliyim, diğer yandan bunları bir kopyası, yankısı, serabı oldukları şeyle karıştırma yanılgısına düşmemeliyim. Kendimde gerçek vatanım için arzuyu muhafaza etmeliyim, o vatan ki ölmeden ona kavuşamam
Eğer kalplerine gerçek anlamda bakmayı öğrenirlerse, insanların çoğunluğu, şiddetli bir şekilde istedikleri şeyin bu dünyada olmadığını anlayacaklardır Öyle bir hasrettir ki hiçbir evlilik, hiçbir seyahat, hiçbir eğitim, gerçek anlamda onu tatmin edemez. Bunu söylerken başarısız evlilikleri, tatilleri, eğitimleri kastetmiyorum. Olması mümkün en başarılılarını kastediyorum. Eğer kendimde, bu dünyadaki hiçbir deneyimin tatmin edemediği bir arzu tespit edersem, bunun en muhtemel açıklaması, başka bir dünya için yaratılmış olduğumdur. Eğer dünyevi hazların hiçbiri onu tatmin edemezse bu, dünyanın bir hile olduğunu göstermez. Muhtemelen dünyadaki hazlar onu tatmin için değil, bilakis onu açığa çıkarmak içindir. Böylece gerçek hayatın farkına varalım. Eğer böyleyse, bir yandan bu dünyevi nimetleri hiçbir zaman küçük görmemeli ve şükürsüzlük etmemeliyim, diğer yandan bunları bir kopyası, yankısı, serabı oldukları şeyle karıştırma yanılgısına düşmemeliyim. Kendimde gerçek vatanım için arzuyu muhafaza etmeliyim, o vatan ki ölmeden ona kavuşamam
İnsan, zihniyle düşünerek, diğer canlı türlerinin hepsinden farklı bir şekilde, çok uzun bir geçmiş ve çok uzun bir gelecekle ilişki kurabilir. Gelecekle içindeki yaşam arzusu ile ilişki kuran insanın, bir ahiret yaşamına karşı arzu duyması kaçınılmazdır. İçindeki yaşam arzusu nun sesini dinleyen hiç kimseyi bu dünya hayatının tatmin edebileceğini sanmıyorum.
Eğer her şeyin bir gayesi varsa, bu, kimin gayesidir?
Allah’ın elbette.
Allah’ın elbette.
Bir şeyler ‘hakkında ” düşünebilmek adeta bir binanın betonu, kiremiti, fayansı gibidir. bina yapmak için elbette bunların varlığı yetmez, ayrıca bunların bir plan ve proje çerçevesinde bir araya getirilmesi gerekir.
Zihin bir şey ”hakkında ” düşünerek gerekli hammaddelere sahip olur; bunsuz bir akıl yürütme ve iradeyle eylemde bulunma, yapı taşları olmadan bina inşa etmek kadar imkansızdır.
Zihin bir şey ”hakkında ” düşünerek gerekli hammaddelere sahip olur; bunsuz bir akıl yürütme ve iradeyle eylemde bulunma, yapı taşları olmadan bina inşa etmek kadar imkansızdır.
Steven Pinker’in dediği gibi: ”İnsanların empatik ahlaki görüşlerini oluşturan içgüdüsel hisleri vardır ve bu ahlaki görüşlerini rasyonalize etmek için sonradan mücadele ederler. ”
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Doğuştan var olan arzularimizin incelenmesi, insanın fıtraten Allah’ın varlığına ihtiyaç duyan bir varlık olduğu sonucuna bizi ulaştırır.
İnsanın doğuştan sahip olduğu adalet arzusu,insanın gözünü ahirete,ahiretin var olabilmesi ise insanın gözünü Allah’ın varlığına çevirmektedir.
Kısacası insan gibi dünya ve evrenin de sonu kaçınılmazdır.
“Eğer zihinler tamamen beyne bağımlıysa ve beyinler de biyokimyaya bağımlıysa ve biyokimya da atomların akışına bağımlıysa; bu zihinlerin düşüncelerinin, rüzgarların ağaçlarda çıkardığı sesten daha anlamlı olabilmesini anlamıyorum.”
Allah’ın var olup olmadığı hususunda varacağımız karar; kendimize, yakınlarımıza, dünyamıza ve tüm varlığa bakışımızı bütünüyle değiştirecek önemdedir.
Filozof Jean Paul Sartre, Allah’ın varlığına inanılmayınca, ahlâkî ilkelere temel bulunamayacağına dikkat çekmiştir.
Arzularımızın karşılanması; her şeyi bilen her şeyi gören, kudreti yüksek, hiçbir şekilde sınırlamamayan gibi sıfatları olan bir Allah’ı gerektirmektedir.
Meliha, incirin kendisi ve vücutta geçirdiği tüm aşamalar hakkında her şeyi teorik olarak bilse de inciri yediğinde, incirin öznel deneyiminde bıraktığı tadı, yani bir quale öğrenmiş olacaktır.
İradenin gerçek bir varlığı olmadığını savunanlar, bilincin bir epifenomen (süreçte nedensel etkisi bulunmayan bir yan ürün) olduğunu savunmak zorunda kalacaklardır. Bu görüşü ileri sürenler, muhtemelen bilincin evrim sürecinde ortaya çıktığını savunacaklardır. Fakat evrim teorisine göre doğal seleksiyon sürecinde canlıya yarar sağlayan özellikler seçilirken, yarar sağlamayanlar elenir. Eğer irade yoksa, bilinç sahibi kişi evrende hiçbir nedensel etki oluşturamıyor demektir. O zaman ise bilincin doğal seleksiyonla seçildiğini söylemek mümkün değildir, çünkü bu durumda bilincin var olmasının avantaj sağlayıcı bir özelliği de kalmaz.
Darwin, daha aşağı hayvanlardan evrimleşen insan zihninin kanaatlerine güvenilip güvenilmeyeceğine dair “korkunç şüphenin” (horrible doubt) kendisinde sıkça ortaya çıktığını ifade etmiştir.
Öncül 3: Bu tarz bir doğal seleksiyon mekanizmasına göre akılla yapılan çıkarımların doğru olduğunu beklememiz için bir sebep yoktur.
Düşünmemiz dille gerçekleşir, dili anlayarak kullanmamız ise kelimelerin ve cümlelerin anlamını bilmemize bağlıdır. Anlamı (meaning) bilmek ise kelime ve cümlelerin hangi koşullarda “doğru” ve hangi koşullarda “yanlış” olduğunu anlamamıza (understanding) bağlıdır. Kısacası “doğru” ve “yanlış” kavramlarına göre anlama olmadan akıl yürütme süreci mümkün değildir.
Doğayı incelediğimizde doğadaki hiçbir şeyin “doğru” veya “yanlış” kavramlarına karşılık gelmediğini, bu kavramların sadece zihne ait olduğunu anlarız.
Doğayı incelediğimizde doğadaki hiçbir şeyin “doğru” veya “yanlış” kavramlarına karşılık gelmediğini, bu kavramların sadece zihne ait olduğunu anlarız.
Bloom “Ne kadar akıllı olursak olalım, eğer doğuştan gerekli temel özelliklere sahip olmasaydık, ahlaki yapısı olmayan (amoral), acımasızca sadece şahsi çıkarını gerçekleştirmeye yönelmiş kişiler olurduk” demektedir. Doğuştan zihinsel kapasitemiz bize doğadaki olgulara indirgenemeyen (non-natural) kavramları sağladığı içindir ki ahlaki kuralları benimseyen varlıklar olabilmekteyiz. Doğuştan sahip olduğumuz “iyilik-kötülük” gibi kavramlar, genetik-biyolojik yapımıza dayanmakla beraber, doğadaki olgulara indirgenemez olduklarından genetik-biyolojik yapımıza indirgenip açıklanamazlar. Fakat bu kavramların gerçekliğinden şüphe etmemiz için de bir neden yoktur.
Fıtratımızla ilgili bu kitapta ele alınan delillerdeki hususlar da bize içkin olan, bizi biz yapan ve birçoğumuzun ciddi şekilde hakkında düşünmediğimiz çok temel özelliklerimizle ilgilidir.
Sanmayın ki felsefenin en çetin konuları, uzayın derinlikleri gibi “ötemizdeki” olgular hakkındadır. Aslında felsefi açıdan tartışılması en zor konular, çoğu zaman, her insana içkin olduğu için olağanüstülüğü gözden kaçan fenomenlerle ilgilidir.
Bilincin ve benliğin, önceki özellikleri gibi “birlik” özelliğinin nasıl ortaya çıktığını açıklamaya, materyalist-ateizmin madde anlayışı olanak vermemektedir.
beynimizde 86 milyar civarında nöron bulunmaktadır.
Eleyici materyalizm, özdeşlik teorisi, indirgemeci materyalizm, indirgemeci fizikalizm, fonksiyonalizm, davranışçılık gibi isimlerle zihin felsefesi alanında ileri sürülen yaklaşımların hiçbiri “öznellik ve qualia”yı açıklamakta başarılı olamamıştır.
Zevk alarak yüzdüğümüzü düşünelim. Beynin içindeki bir yapıyı gösterip, salgılanan bir hormonu da tespit ederek yüzülürken zevk alındığını belki tespit edebiliriz fakat bununla ilgili nöronlara veya hormonlara bakmak “birinci şahıs olarak benim yüzmeden aldığım zevkten” tamamen farklıdır. Zevk almanın bu nöronlar ve bu hormonlar ile gerçekleşmiş olması da bunu değiştirmez.
Geoofrey Madell’in dediği gibi zihnin bir şeye “yönelme” özelliği materyalistler açısından ciddi bir sorun olsa da, modern dönem materyalistleri bu konuyu ender olarak ele almışlardır.
Eğer ki zihni, materyalist-ateistlerin madde anlayışı çerçevesinde anlamaya kalkarsak, mekanik işleyişten tamamen farklı olan “hakkındalık” özelliğine geçiş yapılması mümkün gözükmemektedir.
İradenin (dolayısıyla bilinç ve benliğin de) varlığı reddedilince; insanın evrende bilinçli bir nedensel etkisi kalmayacağı için eğitim süreçlerinin de, tarihteki insan eylemlerine dayalı anlatımların da, bilim insanlarının ürettikleri teori ve teknolojik üretimlerin tamamının da anlamsızlaşacağını hatırlayalım.
Ne yaparsak yapalım bilincin varlığını yok sayamayız. Bilinç durumlarımız evrendeki her şeyden daha temeldir, evrendeki geri kalan her şeyi “bilinçli bir benliğe” sahip olmamız sayesinde biliriz.
Mekanik işleyen evrende, zihindeki “gayesellik” özelliğine geçişteki, mahiyet olarak (derece olarak değil) ortaya çıkan farkı materyalist-ateizm açıklayamaz.
zihinsel durumlarımıza içsel tanıklığımız her şeyden daha açıktır; bisiklete bindiğimizi düşündüğümüzde illüzyon görmüş olmamız mümkündür ama bu illüzyon bile bir zihin durumudur, kısacası ne yaparsak yapalım eleyici materyalistler gibi zihin durumlarını yok sayamayız .
mantık yasaları yapısı itibariyle fiziki yasalardan temelden farklıdır; mantıki belirleme fiziksel belirlemeye indirgenemez.
17. yüzyıldaki bilimsel devrimin en önemli isimleri Descartes, Galileo, Kepler, Newton gibi isimlerle (bu isimlerin hepsi yasalarıyla beraber doğayı, Allah’ın bir gaye ile yarattığını kabul ediyorlardı) gerçekleşen bilimsel devrimden sonra bir daha fizikte gayesel (teleolojik) sebeplere yer verilmemiş, mekanik sebepler çerçevesinde evren anlaşılmaya çalışılmıştır.
Zihnin, var olmayan objeler hakkında düşünebilmesi, hayal kurabilmesi sayesinde “gayesel yönelim” özelliği gerçekleşir.
Bilinçsiz atomların hareketiyle oluşan nedensel işleyiş ile “akılla düşünen bilinçli benliğin iradesiyle gerçekleştirdiği nedensel etki” arasındaki farkı anlamak iradenin mahiyetini anlamakta en kritik hususlardandır.
Zihnin “gayesellik” özelliği olmasa, iradenin geleceğe yönelik şekilde kullanımı mümkün olamaz. İradenin “nedensel etkiye sebep olması” ise iradeyi kendisi için gerekli akıl, bilinç, benlik özelliklerinden farklı kılan en temel özelliklerindendir.
Bir binayı yapan mimarların ve mühendislerin iradesi olmadığı söylenince, şarkı sözlerini yazanla sanatçıların iradesi olmadığı kabul edilince, oturulan sandalyeleri yapan marangozların iradesi olmadığı ifade edilince; etrafımızda gördüğümüz binaların, dinlediğimiz şarkıların, oturduğumuz sandalyelerin aslında bilinçle ve iradeyle yapılmamış olduğu kabul edilmiş olur. Çünkü irade reddedilince, insan eylemleri, rüzgarların esmesi gibi amaçsız mekanik hareketlere dönüşür.
İrademiz yoksa, oturduğumuz sandalyeden televizyonlara, okuduğumuz kitaptan bilgisayarlara kadar her şeyin, evrendeki rastgeleliklerin (arkasında irade olmayan) bir ürünü olduğunu düşünmek gerekir! Bu görüşe göre kayanın yuvarlanarak televizyon yapması ile insanın televizyon yapması arasında bir fark kalmaz!
Eğer iradeyle evrende nedensel etki oluşturmuyorsak o zaman bütün eğitim sürecimiz anlamsızdır, çünkü eğitim sonucu oluşan zihin bir davranış farkı oluşturmamaktadır; evrendeki bizim de içinde olduğumuz tüm etkileşimler bir taşın diğerine çarpmasından farksızdır, zihnin bir etkisi yoktur!
Tüm insanlık tarihine ve insanların tüm eğitim geçmişlerine bir bakalım; insanın iradesini yok saydığınızda, bütün insanlık tarihindeki gelişmeler ve insanların tüm eğitim süreçleri de anlamsızlaşacaktır.
iradenin varlığına karşı ileri sürülen itirazlara karşı iradenin varlığını savunanlar “en iyi açıklama” formunda daha başarılıdırlar; itiraz getirenler itiraz ettikleri anda “iradenin varlığını varsayarak iradeye itiraz ettikleri” için itirazları geçersiz olur, oysa iradenin varlığını savunanları geçersiz kılacak böylesi bir itiraz getirilemez.
her bilimsel faaliyet ve felsefi argüman iradenin var olduğu varsayımını içinde barındırır.
Eğer insan zihni, salt maddi bir yapıdaysa, sorun, maddi dünyanın pasif yapısının nasıl “akılla düşünerek eylemde bulunan bir benliğe” dönüşebildiğindedir.
Kişinin içyapısındaki determinizmin, iradesinin varlığını yok ettiği söylenemez; önemli olan kendi dışındaki determinizmin, başka türlüsünü yapma imkanı verip vermediği, yani iradeye yer bırakıp bırakmadığıdır.
İrade sorununu fiziki dünyaya determinizmin hakim olup olmadığı sorununa indirgemenin hatalı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Bilimsel alanda detaylı, sistematik bir kozmoloji ve buna bağlı olarak determinizm fikri ise ilk defa 17. yüzyılda Kepler, Galileo ve özellikle de Newton gibi bilim insanlarının çalışmalarıyla yaygın görüş oldu.
Uyulmaya layık bir dinden beklenti, aklı ilahlaştırmaması ama aklın dinle ilgili varılacak kararlarda önemini teslim etmesi olmalıdır.
“Nereden geliyoruz” ve “Nereye gidiyoruz” gibi varoluşsal önemi yüksek sorular salt akılla cevabını bulamaz fakat bu soruların cevabını hangi dinden bulabileceğimizin cevabında akıl önemli rol oynayabilir.
Akletme kapasitemizin bu dünyada yaşamak için gerekenden çok daha fazla olduğu; evrenin kökeninden varoluşsal sorunlara kadar aklımızın geniş bir alana uzandığı gözden kaçmamalıdır.
Materyalist-ateizmin bütün akılcılık ve aklın deney ile gözlemle birleşen sofistike uygulaması olan bilimsellik iddialarına karşın, materyalist-ateizmin madde anlayışına göre oluşan bir evrende akla bir yer bulmak mümkün değildir.
Allah’ın din göndereceği beklentisi göndermeyeceği beklentisinden daha rasyonel midir?
Sonuçta dinin varlığı, aklı aşan varoluşsal önemi yüksek soruların varlığından dolayı umulur fakat aynı zamanda dine ulaşacak olan da akıl olduğu için din akılla çelişmemek de durumundadır.
Aklı üzerinde düşünen kişi, salt aklıyla “Nereden geliyoruz” ve “Nereye gideceğiz” gibi en temel sorulara cevap bulamayacağını fakat aklı aşan bu sorulara cevap vermesi mümkün olan, Yaratıcısının cevaplarını içeren bir sistem (din) aracılığıyla, aklın cevabını aradığı bu sorulara cevap bulabileceğini de anlar.
Materyalist-ateist görüş ile teizm arasında değerlendirmeleri yapan akıldır, aklın güvenilirliğini sarsan bir görüşü (materyalist-ateizm) savunanların ise akılla materyalist-ateizmin doğru olduğu sonucuna vardıklarını söylemeleri mantıken mümkün değildir.
Görüldüğü gibi bir materyalist-ateist, planlanmamış ve tesadüfi bir evrimsel süreci savunmakla kendi kendini çürüten bir görüşü savunmakta ve içinden çıkması mümkün olmayan bir paradoksa düşmektedir.
en ünlü ateist olan Yeni-Ateist hareketinin lideri Richard Dawkins, ancak Darwin’le entelektüel açıdan ateizmin savunulmasının mümkün olduğunu, bundan önce ateistler olsa da, bu pozisyonun tatmin edici bir şekilde savunulmasının mümkün olmadığını ifade etmiştir.
Ünlü evrimci biyolog J. B. S. Haldane de, zihinsel süreçler sadece maddenin hareketleriyle belirleniyorsa bilinenlerin doğru olduğunu iddia edecek hiçbir zeminin olmadığını, hatta beynin maddi yapıda olduğu iddiasının doğru olduğunun da savunulamayacağını ifade etmiştir.
“Eğer zihinler tamamen beyne bağımlıysa ve beyinler de biyokimyaya bağımlıysa ve biyokimya da atomların akışına bağımlıysa; bu zihinlerin düşüncelerinin, rüzgarların ağaçlarda çıkardığı sesten daha anlamlı olabilmesini anlamıyorum.”
Materyalizmin tarif ettiği evrende mantık yasalarına bir yer bulmak mümkün gözükmemektedir; materyalist felsefenin tutarlı şekilde savunulması bu yasaları zihnin bir aldanması, bir halüsinasyon olarak görmeyi gerektirir. Bunu yapan materyalistin ise materyalizmin doğru olduğunu iddia edeceği bir zemin bile kalmaz!
Doğayı incelediğimizde doğadaki hiçbir şeyin “doğru” veya “yanlış” kavramlarına karşılık gelmediğini, bu kavramların sadece zihne ait olduğunu anlarız.
Bir dili konuşmanın ve anlamanın doğuştan sahip olunan yeteneklerle olduğunun anlaşılması, bu özellik için mutlak şart olan “doğru” ve “yanlış” kavramlarına göre değerlendirme yapabilmenin de doğuştan gelen bir yetenek olduğunu göstermektedir.