İçeriğe geç

İslamın Siyasallaşması Kitap Alıntıları – Kemal H. Karpat

Kemal H. Karpat kitaplarından İslamın Siyasallaşması kitap alıntıları sizlerle…

İslamın Siyasallaşması Kitap Alıntıları

Osmanlı hanedanına mensup birinin 1999’da yaptığı bir araştırmaya göre, Osman Gazi’nin 82 torunu o tarihte hayatta olup bunların 24’ü şehzade 10’u sultandı. Bunların 23’ü Türkiye’de 28’i Avrupa’da 10’u Amerika Birleşik Devletleri’nde ve 21’i Arap ülkelerinde oturmaktaydılar.
Fakat Şerif Hüseyin’in halifeliğini iki çocuğundan başka (Faysal ve Abdullah) tanıyan olmadı.
Avrupa’da vahşi ve fanatik olmakla suçlanıyoruz, fakat haksız ve korkunç bir savaş çıkararak yüzbinlerce insanın ölümüne sebep olan vahşiler biz değiliz; Yunanlıları, Ermenileri ve Bulgarları dinleri başka diye insanları yok etmeye kışkırtan biz değiliz.
Müslüman mültecilerin acıklı durumu Abdülhamid’in müminlerle dayanışma duygusunu pekiştirmiş ve dindar mizacını siyasallaştırarak halife olarak mevkiini global ve misyonervari bir boyut içinde görmesini sağlamıştır.
Abdülhamid hakkındaki kişisel düşünceler çok partizancadır.
Kızına göre, Abdülhamid sık sık din ve bilim ikisi de birer inançtır dermiş. Sultan bununla belki farkına varmadan birinin ötekinin yerine ikame edilebileceğini söylemek istemiştir.
Abdülhamid hanedanı devletin hizmetine sokmuş ve halifeyi Osmanlı dini-siyasi toplumunun temsilcisi saymıştır. Hilafetin saltanattan fiilen ayrılışı devlet ile dine özerk alanlar ayırarak bir çeşit tersine sekülarizm yaratmıştır, yani devleti dinin baskısından kurtaracak yerde, maksadı bu olmamasına rağmen, dini devlet hakimiyetinden kurtarmıştır.
Devletin dini düzeni kendi amaçları için kullanması din alanında serbest düşünceyi baltalamış ve resmi İslâm’ı kemikleştirerek dogmatik, katı, formalist ve cansız bir hale getirmiştir.
Fransa bir yandan pan-İslamcılığı kınarken, kendi Suriye’de ve başka yerlerde diní kampanyaların en bağnazını yürütüyordu.
Nitekim, eski parlak günlerin rüyasına dalmaktansa, umutla geleceğe bakmak bugün de Türkiye Cumhuriyeti’nin temel felsefesi ve siyasi yönelimidir.
1882 ve 1914 sayımları etnik-milli kimliğin temeli olarak dili almış ve Balkan Hıristiyanları nüfusunu Yunanlılar, Bulgarlar vs. diye ayırmış, Ortadoğu Hıristiyanları ise Ermeniler, Latinler, Protestanlar ve Süryaniler gibi kategorilere ayırmışlardır. Müslümanlara gelince, bunların hepsi etnik ve lengüistik özellikleri ne olursa olsun, İmparatorluğun sonuna kadar tek bir kategori olarak sayılmıştır.
Klasik Osmanlı nüfus sayımları (tahrirler) nüfusu Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler ve Çingeneler olmak üzere dörde ayırmıştı.
Sultan dini kurumlara ve bazı dini tarikatlere de öldürücü darbe indirmiş ve böylece uzun bir kimlik bunalımı dönemi yaratmıştır. Abdülhamid eski düzeni ihya etmek için buna bir çare bulmaya çalışmıştır (aslında bu yeni bir düzen olmuştur).
2.Mahmud geleneksel sistemi yıkmış fakat yenisini yaratamamıştır ve bu yüzden devleti çöküşün eşiğine sürüklemiştir. Tanzimat yeni kurumlar yaratmak ve 2.Mahmud’un yıktıklarının yerine yeni kurumlar kurmak zorunda kalmıştır.
Weber’in sultanlık tarifine uygun olmaya yaklaşan tek sultan olan 2.Mahmud otokrasisini bina ederken bürokrasiyi sultanla ortak olmaktan çıkarmış ve tamamen sultana tâbi işlevsel bir grup derekesine düşürmüştür.
Ne var ki, örf (âdet ve teamül hukuku) ve kanunname (sultanın kanun kuvvetindeki kararnameleri) devlete dinin dogmalarını, yani katı ve değişmez kurallarını yumuşatmak ve toplumu ve Sultan tarafından atanan Şeyhülislamı kontrol etmek imkânını veren hukuki araçlar oluşturmuşlardır.
Her halükârda, Osmanlı reformlarının kaynağı olarak ve genel diplomatik destek olarak Fransa’nın yerine Almanya’nın ikame edilmesi, Türk modernizminin felsefi çekirdeğini Alman devletçi-milliyetçi etkisi altında bıraktı ve 1914’te Osmanlı İmparatorluğu’nu Alman askeri ihtiraslarının bir aleti yaptı.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
öz savunmaya yönelik ve halkçı gruplarla orta sınıf elitlere dayalı bu tip geniş ittifaklar sadece 1881’den sonra Libya’da, bir de 1919-22 yıllarında Anadolu’da Türk Kurtuluş Savaşı’nda görülmüştür.
16.yüzyıl boyunca, İslâm’a ve Müslüman topluma hizmet, hacıların güvenliğini koruma ve Mekke’ye girişi teminat altına alma erki, halifelik üzerinde hak iddia etmenin başlıca meşruiyet şartı sayıldı.
Birini devlet adına onurlandırmak ve ifa ettiği hizmetten dolayı padişahın minnetini ifade etmek üzere verilen nişanlar 1832’de Sultan 2.Mahmud tarafından ihdas edilmiş ve genellikle büyük bürokratlara verilmiştir.
Hint Müslümanlarının hüsranı din özgürlüğü nün olmayışından değil, yoksulluktan, eğitim yokluğundan, sömürge yönetiminden ve kendi zengin, modernleşmiş seçkinlerinin baskısından ileri geliyordu.
1897’de Kur’an’ın izinsiz basılması tümden yasaklandı ve hükümet kutsal kitabın satışına tekel koydu.
Nitekim hükümet 1882’de Hicaz’ın, yabancıların, Müslüman da olsalar, gayrimenkule sahip olmayacaklarını tek Osmanlı toprağı olduğunu bildirdi
Bulgaristan ise önce özerkliğini kazandı ve 1908’de tam bağımsızlığına kavuştu.
2.Mahmud tarafından sipariş edilen ve Mahmudiye diye bilinen ilk marş Giuseppe Donizetti tarafından bestelenmiş ve Franz Litz tarafından genişletilmişti.
Osmanlı hanedanı için bir arma bulma fikri İtalyanca ismiyle birlikte Sultan 2.Mahmud tarafından Avrupa’dan örnek alınmıştır.
Sonunda İmparatorluğun resmî tarihçisi (yani vak’anüvisi) oldu ve 1774’ten 1826’a kadar uzanan Osmanlı tarihini kapsayan 12 ciltlik klasik Tarih-i Cevdet’i yazdı.
Abdülhamid atalarından miras kalan Osmanlı Devleti’ni kurtarmaya çalışırken, onu aslında başka bir şeye dönüştürdü.
Çeşitli etnik kökenlerden (Çerkes, Boşnak, Arnavut vs.) gelen Müslümanların akını Osmanlı Devleti’ni esas itibariyle bir Müslüman devletine çeviriyor, fakat bu arada yüksek derecede bir etnik çeşitlilik sergiliyordu.
Cumhuriyet Türkiye’sinde 1926’da Medeni Kanun’un kabulü, başka şeylerin yanısıra, eşraf ailelerinin mahalli toplum üzerindeki gözle görülmeyen fakat daima hazır ve nazır olan denetimini kırmayı amaçlıyordu.
Millet tabiri artık dar anlamda dini cemaatlere veya çeşitli gayri-Müslüm gruplara verilen bir isim olmaktan çıkıp, daha ziyade Müslümanlardan oluşan siyasi toplumu ifade eder oldu.
Çardan farklı olarak, ben şimdiye kadar bir Haçlı seferi için çağrıda bulunmaktan ve dini taassuptan yararlanmaktan kaçındım, fakat gün gelebilir ki, ben artık din kardeşlerimin Bulgar ve Ermeni kasapları tarafından boğazlandıklarını gören milletimin haklarını korumalarına ve öfkelerini kusmalarına engel olamam. Ve onların fanatizmi bir kere uyandırıldı mıydı, bütün Batı dünyası özellikle Britanya İmparatorluğu korkudan titreyecektir.
Osmanlı Devleti 1877-78 Savaşı’nda birdenbire yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmamış olsaydı ve arkasından İngiliz desteğinden mahrum kalmamış olsaydı, İslamcılık belki hiç olmazdı
Abdülhamid’in devlet memurlarının yabancılarla evlenmesi konusundaki politikası Cumhuriyet’in politikasından daha liberaldi. Nitekim, Cumhuriyet hükümeti devlet memurlarının yabancılarla , yani gayri-Müslimlerle evlenmelerini açıkça yasaklamıştır.
Ayşe Sultan’a göre, Abdülhamid’in dört kadıefendisi yani nikâhlı karısı ve sekiz ikbali yani gözdesi vardı. Çok şehvetli bir adam olan Abdülhamid’in birçok da cariyesi ve şu veya bu şekilde aşk ilişkileri olmuştur.
1877-78 savaşı Osmanlı İmparatorluğu’nun, Pan-İslâmizmin ve Osmanlı orta sınıflarının tarihinde bir dönüm noktasıdır.
30 Mayıs 1876’da Sultan Abdülaziz bir askerî darbeyle tahttan indirildi ve birkaç gün sonra bileklerini keserek intihar etti.
19.yüzyılın sonlarına doğru birçok Avrupa devlet adamı Pan-İslâmizmin uysal bir timsah olduğuna ve Abdülhamid’in bu timsahın terbiyecisi değil, ehlileştiricisi olduğuna inanıyordu. Abdülhamid’i kınamaktan, Avrupalı güçler çok daha güçlü olan yeni orta sınıfı görmüyorlardı.
Bireysel siyasi özgürlük kavramı 1878’e kadar Müslümanlar için hemen hemen anlamsızdı; fakat halkın gittikçe daha büyük bir kısmı okuma yazmayı öğrenip liderlerinin kabiliyetsizliğini fark edince bu fikir giderek genelleşti ve insanların içine sindi.
1877-78 savaşı, Ortodoks Slavlar tarafından yapılan zulümler ve Osmanlı Devleti’ni tehdit eden parçalanma tehlikesi Osmanlı Müslümanlarına kimlikleri hakkında yeni bir bilinç verdi ve yeni bir sosyopolitik organizasyonun kuruluşlarını sağlayabileceği yolunda bir inanç sağladı.
1877 kışına kadar Osmanlı basınındaki İslâmcı propaganda özellikle Rusya’yı hedef almıştı; Müslümanlar İngiltere’ye Osmanlıların bir müttefiki ve koruyucusu gözüyle bakıyorlardı.
Geniş bir okuyucu kitlesine sahip ilk gazete popülist Basiret oldu ve İslâmcılık ve İslâmi milliyetçiliğin sesi haline geldi.
Modern eğitim sisteminin Abdülhamid’in saltanatı döneminde hızla gelişmesi ve kitlelere yayılması, medreselerin daha da yozlaşmasına yol açtı
İlginçtir ki, Jön Türkler iktidara geldikleri 1908 yılından sonra, tahttan indirdikleri cehalet taraftarı (obscurantist) padişah tarafından yürürlüğe konulmuş olan mevcut eğitim sistemine pek az şey eklemişlerdir.
1869’da Galatasaray’ın 277 Müslim ve 345 gayri-Müslim talebesi vardı; 1901’de Müslüman öğrencilerin sayısı 724’e çıktı ve gayri-Müslümlerinki 221’e düştü.
Mekteb-i Nüvvab 1853-62 yıllarında özel olarak hâkimleri (kadıları) yetiştirmek için açılmıştı; oysa eskiden kadılar medrese mezunları arasından seçiliyordu.
Müslüman göçmenler Kafkasya’dan ve Balkanlar’dan Osmanlı İmparatorluğu’na akın ettikçe ideolojik Müslüman-Hıristiyan bölünmesi derinleşti.
Müslümanlar, 1856 Islahat Fermanı’yla Hıristiyanlara tanınan imtiyazlı statüyü öfke ile karşıladılar ve bu memnuniyetsizliklerini milliyetçi-İslâmcı çağrılar biçiminde ifade ettiler.
Osmanlı ekonomisinin Liberalleşmesi, 1838 ve 1861’de İngiltere ile imzaladığı ticari anlaşmalarla kilometre taşlarından birine ulaştı.
Devlet topraklarının tedricen özel mülkiyete dönüşümünün ve vakıf mülklerinin Devletin fiilî denetimine geçişinin yeni bir Müslüman orta sınıfının doğuşunda önemli bir etken oldu.
Bir utanç belgesi olan 1833 Hünkâr İskelesi Antlaşması Rusya’ya, sultanı kendi vassalı olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa’dan korumak için, birliklerini İstanbul yakınlarına yerleştirmesine bile izin veriyordu.
Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk modern sağlık hizmetlerini kuran İngiliz hemşire Florence Nightingale (1820-1910) neredeyse efsaneleşti.
Küçük Kaynarca Antlaşması ile, çariçe padişahın iltifatına karşılık vererek Rusya Müslümanlarının hutbe, yani Cuma vaazında halifenin ismini kullanmalarına izin verdi.
Batı’daki emsalleri gibi, Osmanlı padişahları da dini ancak kendi imajlarını güçlendirmek ya da halkın desteğini toplamak için imana ihtiyaç duydukları zaman hatırladılar.
Müslüman hükümdarlar cihadı, yani kutsal savaşı, İslâm’ın açık düşmanlarına karşı değil, birbirleriyle savaşmak için ilân ediyorlardı.
Suudiler rejimlerinin milli olduğunu kabul etmezler; oysa, gerçek İslâm’ı temsil ettiklerini iddia etmelerine rağmen, devletlerinin Vehhabî özellikleri onu monarşik de olsa bir Arap milli devleti yapar.
Mekke’nin işgali, Vehhabî hareketinin ve Suudî hanedanının gerçek siyasi niteliğini Osmanlı yönetiminin kafasına dank ettiren etken oldu.
Pan-İslâmcılık teriminin kendisi bile gayri-İslâmi’ydi.
Seyyid Ahmed Barelvi hareketi, Hint Müslümanlarının Osmanlı devleti’ni olağanüstü şekilde desteklemesine katkıda bulundu ve pan-islamcı hilafet hareketinin zeminini hazırladı. Son olarak da, İngilizlerde Hint Müslümanlarının isyan edeceğine dair paranoyakça bir korku yarattı. Belki de Londra’yı önce Osmanlılara ve sonra da Mustafa Kemal’in milliyetçilerine saldırmaktan alıkoyan bu korku olacaktı.
Abdülhamid gerek kitleleri gerek seçkinleri denetimi altına almak için koyu bir mutlakiyet rejimi uyguladığından, bizzat bir çatışma kaynağına dönüşen ve tepki olarak, liberalizm de dahil olmak üzere, yeni ufuklar açan siyasal gelişmelere gebe bir strateji kullanıyordu. Sultan ve dinsel uyanışçılar dinin, toplumun ve devletin hayatiyetini canlandırmanın peşindeydiler, ama bunu yapmakla İslam’ı bir ideolojiye dönüştürdüler.
Ahmed Midhat ve bir ölçüde Namık Kemal, birlikte sade bir Türkçe kullanımı konusundaki tartışmaya katılmışlar ve bu tartışmalar Arap alfabesinin Türkçe’nin fonetiğine uymadığını, Arap harflerinin Türkçedeki sesleri tam olarak veremediğini ortaya çıkarmıştır.
İsmail Gaspıralı, İslâm, modernizm ve milliyetçiliğin bir sentezini yarattı ve bunu, geleneğin yanı sıra, Kırım entelijensiyasını yeniden canlandırmak için kullandı. Bu arada, Gaspıralı’nın görüşleri, Rus Müslümanlarını olduğu kadar, Osmanlı aydınlarını da etkiledi.
Abdülhamid Tanzimat reformlarından hiçbirini askıya almamış veya ilga etmemiştir. Aslında, seleflerinden çok daha kapsamlı reform planları hazırlamıştır.
Abdülmecid’in 1853-54’te Boğaziçi kıyısında inşa ettirmeye başladığı Dolmabahçe Sarayı uzun yıllar sultanların hizmetinde çalışmış ünlü bir Ermeni ailesinin mensubu olan Garabed Balyan tarafından Versailles Sarayı örnek alınarak inşa edilmiştir.
1860’lardan sonra filizlenmeye başlayan basın ve yayınlanan kitapların çoğalması, bilgiyi yaymaya yardım ederken, aynı zamanda İslâmcılığın hızla yayılmasında ve orta ve aşağı sınıflar tarafından enternasyonalleştirilmesinde de hayatî bir rol oynamıştır.
Modern eğitim sistemi Abdülhamid’in saltanatı döneminde hızla gelişmesi ve kitlelere yayılması, medreselerin daha da yozlaşmasına yolaçtı, ama bu arada Abdülhamid bu geleneksel okulları ayakta tutmak ve hattâ canlandırmak için elinden geleni yaptı.
Siyasi bakımdan örgütlenmiş bir halk ve başında Midhat Paşa veya ona benzeyen biri,ömrünün sonuna kadar Abdülhamid’in korkulu rüyası oldu. Ve onlara karşı bir denge unsuru bulmak için çeşitli çareler aradı ve bu arada,gerekli gördüğünde,kendi de halktan destek istedi.
Oksitanlar, Bretonlar vs. bu yeni siyasi topluluğun yani Fransız milletinin bir parçası olmuşlardır. Aslında “Fransızlaştırılan” gruplar eski etnik kimliklerini bir dereceye kadar muhafaza ederek onun üstüne bir “Fransız” siyasi kimliği kabul etmişler ve böylece “yeni” ve “eski” kimliklerini bir arada yaşatabilmişlerdir. İlginç ana nokta şudur ki eskiden Fransız olmayanlar (gerçek Fransızların nereden geldiği, nasıl “Fransız” oldukları ayrı bir konudur) fakat gittikçe “Fransızlaşan” kimseler eski Fransız etnisitesinin üstünde doğmakta olan yeni bir siyasi “Fransız etnisitesini kabullenmişlerdir. Böylece “eski” ve “yeni” Fransızlar siyasi modern Fransız (nation française) milletini oluşturmuşlardır. Fransa’nın “millileşmesine” benzer olayları 1870’lerde İtalya’da ve Almanya’da görmek mümkün.
Eskiden din, dil, gelenek, krallık, soy (aşiret, kavim) gibi esaslar üzerine kurulmuş olan “Fransız” toplulukları 1789 İhtilâli’nden sonra devlet baskısı ve propagandası ile kısmen entegrasyon ve asimilasyon ile taazzuvlaşmış, yani birbiri içinde erimeye yüz tutmuşlardır. Devlet bu yeni topluluğu siyasi-kültürel (dil dahil) kimlikle bilinçlendirerek siyasi yönü ağır basan yeni bir topluluk hâline getirmiştir. Fransa’da, bu “Fransızlaşma” olayını Ile de France denilen ve Paris civarını kapsayan bir bölgenin liderleri gerçekleştirmiştir. Bu olayın sosyal ve yapısal temelleri aslında 1789 İhtilâli’nden evvel burjuvazinin doğumu ile atılmıştır. Böylece Fransız asıllı olmayan birçok etnik gruplar, mesela Oksitanlar, Bretonlar vs. bu yeni siyasi topluluğun yani Fransız milletinin bir parçası olmuşlardır. Aslında “Fransızlaştırılan” gruplar eski etnik kimliklerini bir dereceye kadar muhafaza ederek onun üstüne bir “Fransız” siyasi kimliği kabul etmişler ve böylece “yeni” ve “eski” kimliklerini bir arada yaşatabilmişlerdir. İlginç ana nokta şudur ki eskiden Fransız olmayanlar (gerçek Fransızların nereden geldiği, nasıl “Fransız” oldukları ayrı bir konudur) fakat gittikçe “Fransızlaşan” kimseler eski Fransız etnisitesinin üstünde doğmakta olan yeni bir siyasi “Fransız etnisitesini kabullenmişlerdir. Böylece “eski” ve “yeni” Fransızlar siyasi modern Fransız (nation française) milletini oluşturmuşlardır. Fransa’nın “millileşmesine” benzer olayları 1870’lerde İtalya’da ve Almanya’da görmek mümkün. Bu “millileşme” olaylarının nasıl gerçekleştiğini millet ve milliyetçiliği inceleyen Hans Kohn’dan A. Smith ve M. Hroch’a kadar birçok düşünürün yazdıkları kitaplarda bulmak mümkündür. ABD ise, daha başlangıçta ve bilhassa 1776’da İngiliz kolonyalizmine karşı gerçekleşen bağımsızlık savaşından sonra kendine mahsus bir yol izleyerek göçler ve yeni tip ticari-sınai kapitalizm yolu ile yeni bir etnisite ve yeni tipte bir millet yaratmıştır. Toplumun karşılıklı güvenine ve dayanışmasına dayanan Amerikan milleti, kişinin hürriyet, ekonomik refah ve güvenliğine birinci derecede önem vermiştir. Böylece ABD merkezi (federal) devleti zayıf kalmış ve topluluğun ötesinde ayrı bir felsefeye ve ideolojiye sahip olmamış (Son kırk yıl içinde bu temel felsefe gittikçe hızlanan bir değişikliğe uğramıştır ve federal hükümetin otoritesi çok artmıştır).
Devlet ile toplum arasındaki ilişkiler durmadan değişir. İnsan topluluklarının yapıları, kültürleri ve dayanışma kuralları değiştikçe devlet ile olan eski ilişkilerinin de değişeceği aşikârdır. Devletin dayandığı topluluğun yani idare edilenler teşkilâtının son ana şekli siyasi millet (ulus)’tir. Siyasi milletin ana modeli Amerikan Devrimi (1776) ve Fransız İhtilâli (1789) ile oluşan iki topluluktan ibarettir.
Siyasi ve hukuki bakımdan başta gelen sorun devletin üzerine bina edildiği topluluk ile olan ilişkileridir – yani meşruiyet. Topluluğu devlete itaat etmeye, güvence duymaya ve onu savunmaya sevk eden ana güç, kader ortaklığı, dayanışma ve birlik gibi duygulardır. Devlet elindeki otoriteyi topluluğun kabul ettiği kanunlara uyum için kullanırsa meşru olur. Kanun yapan bir merciin çıkardığı yasaların toplumun kültür, felsefe ve yaşam şekli ile bağdaşması gerekmektedir. Devlet ile toplum arasındaki ilişkiler durmadan değişir. İnsan topluluklarının yapıları, kültürleri ve dayanışma kuralları değiştikçe devlet ile olan eski ilişkilerinin de değişeceği aşikârdır. Devletin dayandığı topluluğun yani idare edilenler teşkilâtının son ana şekli siyasi millet (ulus)’tir. Siyasi milletin ana modeli Amerikan Devrimi (1776) ve Fransız İhtilâli (1789) ile oluşan iki topluluktan ibarettir.
Bu kitap, İngilizce “giriş”te belirttiğim gibi, mesleki hayatım boyunca zihnimde yoğrulmuştur. Aslında kitap Osmanlı’nın son yarım yüzyıl tarihi üzerine sosyo-politik kavramlar ve şahsi görüş ve sezgilerimden örülmüş bir arayıştır. Arayış, Türklerin yani Osmanlıların nasıl modern millet hâline dönüştüklerini anlamak ve anlatmaktır.
Başka deyimle benim yapmak istediğim, bugün Türkiye sınırları içinde yaşayan ve eski isim altında yeni bir siyasi ve kültürel kimlikle ortaya çıkan modern Türk milletinin nasıl oluştuğudur. Aslında “oluş” olayını “değişme” “evrim” (tekâmül) olarak ifade etmek daha doğru olur. Bu oluş iki sosyo-politik varlığın yani “devlet” ve “millet”in (toplumun) yeni şekillere bürünerek aralarındaki ilişkileri yeni bir düzene sokmakla gerçekleşmiştir. Devlet, bir otorite örgütü olarak belirli bir bürokrasinin idaresinde hem kendini ekonomik bakımdan vergi yoluyla destekleyecek hem de savunması için askeri güç (ordu) temin edecek bir topluluğa ihtiyaç gösteren bir kurumdur.
Ali Suavi, Osmanlı ve Müslüman toplumlarına musallat olan tembelliği ve kayıtsızlığı suçlamış, açık ve sade bir Türkçeyi ve Latin alfabesinin kabulünü savunmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu’nun dünya sistemine dahil olduğu 19. yüzyılda kapitalizmin imparatorluk üzerine etkilerini de ele alan bu kitap, dönemin ekonomisi ve toplumunu temel alan birinci sınıf bir entelektüel tarih çalışmasıdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir