İçeriğe geç

Darwin’in Kara Kutusu Kitap Alıntıları – Michael J. Behe

Michael J. Behe kitaplarından Darwin’in Kara Kutusu kitap alıntıları sizlerle…

Darwin’in Kara Kutusu Kitap Alıntıları

Hepimiz biliriz; Darwin’in teorisi ortaya atıldığı tarihten itibaren sürekli eleştirilmiştir ve bu eleştiriler yalnızca dini nedenlerden kaynaklanmamaktadır. 1871 yılında Darwin muhaliflerinden biri, St. George Mivart, teoriye karşı olma nedenlerini bir liste halinde sundu, bunlardan bir çoğu şaşırtıcı şekilde modern eleştirmenlerin ortaya attığı sorunlarla oldukça benzerdi. Darwinizm karşıtı olarak ortaya atılan görüşler aşağıdaki şekilde özetlenebilir: Doğal Seleksiyon faydalı yapıların gelişimini açıklayamaz. Aynı şekilde farklı türlerin birbirlerine oldukça benzer üyelerinin varlık nedenlerini de belirleyemez. Ayrıca, belirli farklılıkların, aşamalar yerine birdenbire oluşmuş olabileceklerine dair uygun bir zemin vardır. Türlerin, birbirinden farklı özellikleri olmasına rağmen kendi içlerinde sınırlı değişim imkanları olduğu da doğrudur. Var olması umulan pek çok ara geçiş formuna ait fosil ortada yoktur Ayrıca yapılarda gözlenen ve doğal seleksiyon’un açıklayamadığı birçok fenomen mevcuttur.
Charles Darwin de Gözle ilgili gerçekleri biliyordu. Darwin, origin of Species (Türlerin kökeni) de doğal seleksiyon ve evrim teorisine karşı çıkan bir takım fikirlere değinmişti. Hatta kitabın bir bölümünde gözle ilgili yaşadığı problemleri incelemiş ve bu bölümü Kusursuz Mükemmellikteki ve Karmaşıklıktaki Organlar olarak adlandırmıştı. Darwin’in düşüncesine göre evrim böyle karmaşık organları tek bir aşamada veya birkaç aşamada meydana getiremezdi. Ama Darwin göz gibi radikal yeniliklerin nesillerce gerçekleşen faydalı gelişmelerle oluşabileceğini öne sürdü. Eğer bir nesilde göz kadar karmaşık bir organ bir anda meydana gelseydi, bu durum mucize olarak adlandırılmalıydı. Ne yazık ki, insan gözünün zamanla gelişmiş olması imkansız görünmektedir. Bunun nedeni, gözün pek çok karmaşık özelliklerinin birbirlerine bağlantılı olmasıdır. Ancak bütün bunlara rağmen evrime inanılması için, Darwin insanları kompleks organların aşama aşama işlemler ile meydana geldiği konusunda bir şekilde ikna etmeliydi. Bunu zekice başardığını sandı. Darwin; evrimin gözü meydana getirmek için geçirmiş olduğu aşamaları açıklamayı denemedi. Bunun yerine (basitten komplekse doğru sıralanan) farklı gözlere sahip modern hayvanlara dikkat çekti ve insan gözünün daha önceki canlılara benzer organlardan türemiş olabileceği önerisinde bulundu.
Biyokimya birden fazla hücreden oluşan biyolojik bir yapının (or­gan ya da doku) zorunlu olarak, korkunç bir karmaşıklığa sahip çok farklı, tanımlanabilir sistemlerin karmaşık bir ağ olduğunu göstermiş­tir. “En basit”, kendine yeten eşey hücresi bile değişik zamanlarda ve çok farklı şartlar altında binlerce çeşit protein üretebilme yeteneğine sahiptir. Sentez, ayrıştırma, enerji üretimi, çoğalma, hücre mimarisinin korunması, hareketlilik, düzenleme, tamir, iletişim gibi tüm işlevler, neredeyse tüm hücrelerde gerçekleşmektedir ve her bir fonksiyon sayısız parçanın etkileşimine gereksinim duyar.
Evrim, çok büyük bir ihtimalle daima aşamalı olmamıştır. Ancak gözler gibi karmaşık, görünüşe göre tasarlanmış nesnelerin ortaya çıkışını açıklamak için kullanıldığında aşamalı olması gerekir. Bu du­rumlarda aşamalı değilse, sahip olduğu açıklayıcı gücü kaybedecektir. Böyle durumlarda, aşamalı olmaksızın açıklanamayan bir durumda, adeta bir mucizeden bahsedilebilir.
Tesadüf, fizik ötesi bir spekülas­yondur. Bilimsel açıklamalar ise nedenlere dayanır.
Var olan karmaşık bir organın sayısız, ardışık, küçük modifikas­yonlar neticesinde ortaya çıkamayacağı ispatlanırsa, benim teorim ke­sinlikle çökecektir.
Dünyadaki tüm bilim adamları arasında bir anket yapılsaydı büyük bir çoğunluk Darwinizm’in doğru olduğuna inandığını söyleyecekti. Ancak bilim adamları da herkes gibi görüşlerini büyük oranda diğer insanların sözlerine dayandırırlar. Darwinizm’i kabul edenlerin hepsi olmasa da çoğu otoriteleri esas alır. Ne yazık ki eleştirilerin çoğu, yaratılışçılara koz vermemek için yok sayılmıştır. Doğal seleksiyona yönelik sert bilimsel eleştiriler, bilimi koruma adına göz ardı edilmiştir.
Darwin’e karşı çıkan kişilerden St. George Mivart, 1871 ’de teoriye yönelik eleştirilerinin bir listesini çıkardı. Listedekilerin çoğu şaşırtıcı şekilde modern eleştirilere benziyordu:
Darwinizm’e yönelik eleştiriler şöyle özetlenebilir: “Doğal seleksiyon” yararlı yapıların başlangıç evrelerini açıklamakta yetersizdir. Farklı kökenlerin birbirine çok yakın yapılarının aynı anda var olma­ sıyla uyumlu değildir. Spesifik farklılıkların açmazı olarak değil de aniden ortaya çıktığını düşünmek için haklı gerekçeler vardır. Türlerin kendi değişkenlikleri için çok farklı, ancak kesin sınırlan olduğu görü­ şü hâlâ akla uygundur. Var olması beklenen bazı geçiş türlerine ait fosiller ortada yoktur Organik formlarda “Doğal seleksiyon” tara­ fından aydınlatılmamış çok sayıda önemli fenomen vardır.
Santa Fe Institute’den Stuart Kauffman “karmaşıklık teorisinin” önde gelen savunuculanndandır. Bu teori genel hatlarıyla canlı sistem­lerin pek çok özelliğinin doğal seleksiyon ile değil de, kendi kendini düzenlemenin — kompleks sistemlerin belirli kalıplara göre kendilerini düzenleme eğilimi — sonucu olduğunu ileri sürmektedir.
Karmaşıklık teorisi çok az takipçi edinirken eleştirenlerin sayısı oldukça fazlaydı. Kauffman’ın mezuniyet çalışması sırasında ona gö­ zetmenlik yapan John Maynard Smith, teoriyi fazla matematikçi olma­sı ve gerçek hayat kimyasıyla ilişkisizliği yüzünden eleştirmiştir. Bu eleştiri değerli olsa da Kauffman’ın tanımladığı probleme (karmaşık sistemlerin kökeni) Smith’in getirdiği bir çözüm yoktu.
Matematikçiler yıllar boyunca Darwinizm’in iddialarının ihtimal dışı olduğundan yakınmışlardır. Bilgi teorisyeni Hubert Yockey, ya­şamın başlaması için gereken bilginin tesadüf eseri gelişemeyeceğini iddia etmiştir. Ona göre yaşam da madde ya da enerji gibi verili bir şeydir.
20. yüzyılın ilk yarısında, biyolojinin pek çok dalı genellikle birbiriyle iletişim içinde değildi. Bunun sonucunda genetik, sistematik, paleontoloji, karşılaştırmalı anatomi, embriyoloji ve diğer alanlar evri­min anlamı hakkında kendi fikirlerini geliştirdiler. Kaçınılmaz olarak evrim teorisi farklı disiplinler için farklı anlamlar taşımaya başladı. Darwin’in evrim teorisi ile ilgili tutarlı bir görüş kalmamıştı. Ancak yüzyılın ortalarında söz konusu alanlarda lider konumunda olan bilim adamları görüşlerini Darwin ilkelerine dayalı bir evrim teorisi altında birleştirmek için disiplinler arası bir dizi toplantı tertiplediler. Sonuç “evrim sentezi” adını alırken, ortaya atılan teoriye de “Neo-Darwinizm” adı verildi. Neo-Darwinizm modern evrim teorisi düşün­cesinin temelini oluşturmaktadır.
Ancak bir bilim dalı, o zamanlar henüz ortaya çıkmamış olması gibi haklı bir sebepten dolayı, toplantıya çağrılmamıştı. Modern biyo­kimyanın başlangıcı Neo-Darwinizm’in resmen ilan edilmesinden kısa bir süre sonrasına rastlar. Buna göre nasıl ki mikroskobik yaşamın karmaşık olduğunun keşfinden sonra biyoloji biliminin yeniden yo­rumlanması, gerektiyse Neo-Darwinizm de biyokimya alanında yaşanan gelişmelerin ışığında yeniden düşünülmelidir. Evrim sentezinde yer alan bilimsel disiplinlerin hiç birisi moleküler değildir. Darwin’in evrim teorisi doğru olsa bile yaşamın moleküler yapısını hesaba katmak durumundadır.
Mikroskobun verdiği sınırlı hücre görüntüle­rinden yola çıkan Haeckel hücrenin “karbonun albümin kombinasyo­nundan oluşan bir yumru” olduğuna inanıyordu. Ona göre, hücre bir parça mikroskobik jelâtinimsi maddeden çok farklı değildi. Dolayısıyla Haeckel’e göre hücre iç organları olmayan basit bir organizmaydı ve cansız maddelerden kolaylıkla üretilebilirdi.
Kamuoyunu ikna etmenin anahtarı, hücreleri “basit” olarak tasvir etmekti.
Çalışmakta olan bir kara kutunun iç yapısının basit olduğunu dü­şünmek, insan zihninin bir özelliği gibi görünmektedir.
Fosil kayıtları bize 11-Cis-retinalin rodopsin, transdusin ve fosfodiesteraz ile etkileşiminin adım adım gerçekleşip gerçekleşmediği hakkında bilgi vermez.
AIDS gibi hastalıklara neden olan virüsler insanın bağışıklık sisteminden korunabilmek için kabuk değiştirebilmektedirler. Hastalıklara neden olan bakteriler, antibiyotiklere karşı korunabilmek için şartlara göre şekil değiştirmektedirler.
Kendrew’in protein ve Watson ile Crick’in DNA üzerinde yaptığı x-ışını çalışmalarını sonucunda, biyokimyacılar ilk kez üzerinde çalış­tıkları moleküllerin neye benzediğini öğrenmiş oldular. Bu tarih daha sonra çok hızlı bir tempoda ilerleyen modern biyokimyanın başlangıcı olarak kabul edilebilir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
20. yüzyılın ilk bölümünde küçük moleküllerin yapısını incele­mek için x-ışını kristalografi yöntemi kullanılmıştır. Bu teknikte x- ışınları bir kimyasalın kristali üzerine düşürülür. Işınlar, kırılma adı verilen bir işlemle dağıtılır. Kristalin arkasına bir fotoğraf filmi koyu­lursa, kırılan x-ışınları film üzerinde iz bırakacaktır. Bu film karmaşık matematik işlemleriyle birlikte incelenirse kırılan ışınların izlediği yollar moleküldeki her bir atomun yerini belirleyebilir.
Uzun yıllar süren çalışmaların ardından 1958’de J. C. Kendrew; x-ışını kristalografı yöntemi ile protein miyoglobinin yapısını belirledi.
Yaşamın evrimleştiği fikri Darwin’e ait yeni bir düşünce değildi. Ancak Darwin bu fikri sistematik hale getirmiştir. Aynca evrimin rastgele varyasyona dayalı doğal seleksiyon sonucunda ortaya çıktığı fikri kendisine aittir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Yaşamla ilgili olarak hücre teorisi nihayet 19. yüzyılın başlarında Matthias Schleiden ve Theodor Schwann tarafından ortaya konulmuş oldu. Schleiden daha çok bitki dokuları üzerinde çalışmıştır ve tüm hücrelerdeki kara bir noktanın (çekirdek) önemini gündeme getirmiş­tir. Schwann ise hücrelerin görülmesinin daha zor olduğu hayvan dokularına ağırlık vermiştir. Yine de hayvan ve bitki hücrelerinin çok benzediklerini fark etmiştir. Schwann hücrelerin ya da salgılarının hayvan ve bitkilerin bütün bedenini oluşturduğu ve hücrelerin de kendi yaşamları ile bağımsız bir varlık olarak ele alınabileceği sonucu­na varmıştır.
Mercekler eski çağlardan beri bilinmekteydi ve on beşinci yüzyıl­ da gözlüklerde kullanımı oldukça yaygınlaşmıştı. Ancak içbükey ve dışbükey merceklerin ilkel mikroskobu oluşturacak şekilde bir tüpün içine yerleştirilmesi için on yedinci yüzyılın beklenmesi gerekecekti. Bu aleti ilk kullananlardan olan Galileo, böceklerin birleşik gözlerini keş­fedince hayrete kapılmıştı. Stelluti bu aygıtı kullanarak anların ve buğday bitlerinin göz, dil, anten ve diğer parçalarını inceledi. Malpighi, kanın kılcal damarlarda dolaştığını doğruladı ve bir piliç kalbinin embrionik dönemdeki gelişimine açıklık getirdi. Nehemiah Grew bitkileri araştınrken Swammerdam mayıs sineğini keserek ince­ ledi. Antonie von Leeuwenhoek bir bakteri hücresini ilk gören kişidir. Robert Hooke ise mantar ve yapraklardaki hücre yapıla­ rını (her ne kadar önemlerini fark etmese de) açıklamıştır.
Kara kutu tuhaf bir kavramdır: Bir şeyler yapar ama nasıl yaptığı­nı bilemeyiz. Ya iç yapısı görünmüyordur ya da anlaşılmaktan uzaktır. Bilgisayarlar buna örnek olarak verilebilir. Nasıl çalıştığı hakkında en ufak bir bilgimiz olmadan da yazı yazabilir, grafik çizebilir ya da oyun oynayabiliriz. Kasanın içinde ne olduğu bizim için meçhuldür. Kasayı açsak bile içindeki parçaların ne olduğunu anlayamayabiliriz.
Başka bir deyişle bazen yeni kutular tüm teorilerimizi gözden geçirmeyi gerektirebilir.
Evrenin 10 bin yıl önce yaratıldığı inancı Tevrat ve İncil’i literal (lafzi) olarak yorumlayan Yahudi ve Hıristiyanlar’a ait bir inançtır. Kur’an-ı Kerim’de böyle bir açıklama yoktur.
Eğer evrim hakkında; bilimsel literatürü araştırıyorsanız ve araştırmanızı moleküler makine­lerin — yaşamın temeli — nasıl geliştiğine odakladıysanız ürkütücü bir sessizlikle karşılaşırsınız.
Hayat detaylarda yaşanır ve hayatın detaylarını belirle­yen moleküllerdir.
Ribozomun kendini biraraya getirme yeteneği inanılmazdır, Yapılan deneyler, ribozomlann parçalarına ayrılıp tekrar karıştırıldıktan sonra parçaların uygun şartlar altında kendiliğinden tekrar ribozomları oluşturduğunu göstermiştir.
Okaryotların DNA’sı birbirini tamamlayan iki doğrusal iplik halinde iken pek çok bakterinin DNA’sı şaşırtıcı şekilde birbirini tamamlayan dairesel iplik­ler şeklindedir.
Bir hücredeki DNA miktarı kabaca organizmanın karmaşıklığına bağlıdır. Bakteriler birkaç milyon DNA nükleotidi içerir. Okaryotlardaki DNA miktarı mantarlarda birkaç on milyon nükleotid ile bazı çiçekli bitkilerde birkaç yüz milyar arasında değişmektedir, insanlarda ise yaklaşık üç milyar nükleotid bulunmaktadır.
Hücrede bir DNA ipliğinde G’nin bulunduğu her yerde bunun karşılığında diğer iplikte C bulunur. Bunun tersi de doğru olup, aynı durum A ve T için de geçerlidir. Buna göre iki iplik birbirinin tamamlayıcısı olarak adlandırılır. İki ipliğin hidrojen bağı oluşturmak üzere doğru yönlendirilmeleri için farklı doğrultularda çevrilmeleri gerekir.
Hücre RNA’ları tekil polinükleotid zincirleri halinde bulunur. RNA’nın birkaç biyolojik sınıfı vardır. İlki mesajcı RNA’dır (mRNA). Bu sınıfın üyeleri DNA genlerinin yanlışsız kopyaları olarak üretilir ve mRNA’ların taşıdığı genetik bilgi, bir protein üretmek için protein sentezleme aygıtlarınca tercüme edilir. İkinci RNA tipi ribozomal RNA’dır (rRNA). Bu gruptaki polinükleotidler, birincil protein sentez motorunun idaresi altında ribozom üretmek için çok sayıdaki farklı proteinler ile birleşir. Üçüncü önemli RNA sınıfı trans­fer RNA’dır (tRNA). Bu grubun üyeleri nispeten küçüktür ve yetmiş ila doksan arası nükleotid içerir. Bu RNA’lar mRNA ile ribozomun faaliyeti sonucu üretilen ve büyümekte olan protein arasında “uyarlayı­cı” vazifesi görür.
Hücre RNA’sında yaklaşık yetmiş ila elli bin nükleotid bulunur. Tek bir DNA molekülü yaklaşık birkaç bin ila bir milyar nükleotidden oluşur.
Nükleik asitler de proteinler gibi yapı taşlarından oluşur. Bu yapı taşlarına nükleotid adı verilir. Bir nükleotidin de birkaç parçası vardır. İlk parça riboz (RNA’da) ya da deoksiriboz (DNA’da) olan karbon­hidrattır. Riboz dört baza eklenmiş durumdadır: adenin (A), sitidin (C), guanin (G) ya da urasil (U). Karbonhidrat eğer deoksiriboz ise Urasilin yerini benzeri bir baz olan timin (T) alır. Deoksiriboz ile A, C ve G de kullanılır. Karbonhidrat halkasına (5 #8242;-O H ya da “beş ana hidroksil”) bağlı farklı bir parça da bir fosfat grubudur. Bir nükleoti­ din şeker-fosfat kısmı bir aminoasidin omurga kısmına ve baz da bir aminoasidin yan zincirine benzemektedir. Bir nükleotidi diğerinden ayıran yegâne özellik bazdır.
Genellikle bir saniyeden çok daha az bir süre ile bir dakika arasında değişen sürelerde gerçekleşen katlanma süreci sonunda, iki farklı protein İngiliz anahtarı ve testere gibi farklı ve hassas yapılar oluşturabilir.
Tipik bir protein yaklaşık elli ila üç bin arasında amino asit parça­cığı içerir.
Proteinlerin yapı taşlarına amino asit adı verilir. Yirmi farklı amino asit ortak bir yapıya sahip olan bütün proteinleri oluşturur. Mole­külün sol tarafında amin adı verilen ve azot içeren bir grup vardır. Sağ tarafta ise amine merkezdeki bir karbon atomu ile bağlanan bir karboksilik bir asit grubu bulunmaktadır ki, amino asit adlandırması bundan dolayıdır. Merkezdeki karbona hidrojen atomunun yanı sıra bağ yapmış ve yan zincir adı verilen başka bir grup daha vardır. Yan zincir amino asit türüne göre değişiklik göstermektedir. Aminoasidin özelliğini belirleyen de bu yan zincirdir.
Endoplazmik retikulum büyük, yassı ve kıvrımlı bir zar sistemi­ dir ve iki farkh bileşenden oluşur: granüllü ER ve granülsüz ER. Granüllü ER’nin pürüzlü bir görünüme sahip olmasının nedeni, üze­ rine tutunmuş ribozomlardır. Ribozomlar protein sentezleyen hücre makineleridir. Granülsüz ER yağ sentezler. Golgi cisimciği (adını ilk keşfeden Camillo Golgi’den almıştır), ER’de yapılan pek çok proteinin modifikasyon için gittiği bir yassı zar yığınıdır.
Lizozomlar tek bir zarla çevrili küçük organeller olup molekülleri indirgeyerek kullanım ömürlerini uzatan enzim kaplandır. Lizozomda indirgenilmesi istenen moleküller küçük, kaph keseciklerle taşınırlar. Lizozomun içindeki asidik sitoplâzmaya göre 100 ila bin kat daha fazladır. Yüksek asit oranı kabanmış moleküllerin açılmasına ve dolayısıyla indirgeyici enzimlerin daha kolay tepkime gerçekleştirmesine neden olur.
Mitokondrinin iki zarı vardır. Besinlerin kontrollü bir şekilde yakılması, iç zarın içindeki bölge ile iki zar arasındaki bölge arasında asitlik farklılığına neden olur. İki bölme arasındaki kontrollü asit akışı ile enerji üretilir. Bu, barajdaki su akışının elektik enerjisi üretmesine benzemektedir.
Organeller ökaryot hücrenin, özel bölmelerde özel işlevleri yerine getirmesini sağlar.
İlk özel organel, hücrenin DNA’sını içeren çekirdektir. Çekirde­ ğin etrafındaki zar oldukça özel bir yapıdır ve üzerinde çekirdek göze­ neği adı verilen sekizgen delikler bulunmaktadır. Gözenekler pasif delikler değil, aktif nöbetçilerdir. RNA gibi büyük moleküller doğru “şifre”ye sahip değilse geçemez. Böylece hücrenin dışındaki sitoplazmaya ait moleküller içeriye geçemez. Tersi de doğrudur.
Hücre zarları amfifılik moleküllerden oluşmaktadır ve ev temizli­ ğinde kullanılan sabun ve deterjanları andırırlar. Amfifılik kelimesi Yunanca olup “ikisini de seven” anlamına gelir. Yani bu moleküller yağ ve su olmak üzere iki ortamı da severler.
Bir zarın sağladığı koruma sayesinde hücre dışarıda hâkim olan şartlardan bağımsız olarak içeride kendi koşullarını sürdürebilir. Örneğin, hücreler enerji üretimi için kullanabilecekleri besinleri yoğun bir biçimde tutabilirken, yeni üre­ tilmiş materyallerin dışarı kaçmasını engelleyebilirler. Zar olmasaydı, yaşamı sürdürmek için gerekli olan metabolik tepkimeler israfla sonuç­lanacaktı.
Darwin’in yaşadığı dönemde hücrenin çok basit olduğu düşü­nülüyordu. O kadar ki Thomas Huxley ve Ernst Haeckel gibi üst düzey bilim adamları, Darwinizm’e uygun şekilde hücrenin denizdeki tortudan kendiliğinden ortaya çıkabileceğini ciddi olarak düşünüyor­lardı.
Bilim dünyasının Darwinizm’e dayanarak yükselen büyük bölümü, Darwinci terimlerle düşünmeye alışmıştır.
Siller, kamçı, kan pıhtılaşması ve bağışıklık sistemi hakkında bu­rada alıntı yaptığım raporlar Darwincilerin 1996’dan beri kompleks moleküler makinelerin kökeni üzerine yaptığı en iyi çalışmalardır.
Bilim literatüründe herhangi bir gerçek, karmaşık biyokimyasal sistemin moleküler evrim sonucu nasıl oluştuğunu ya da en azından oluşmuş olabileceğini açıklayan hiçbir yayın — prestijli dergiler, bilim dergileri ya da kitaplar — yoktur. Böyle bir evrimin gerçekleşmiş oldu­ğuna dair iddialar etrafta dolanmaktadır, ancak istisnasız tamamı ne geçerli deneyler ne de hesaplamalarla desteklenmektedir.
En çok kullanılanlar “muhtemelen”, “hayal edin”, “olabilir”, “olmalı” gibi kelimelerdir.
Bulanık özdeyişler veri değildir ve bilim bu ikisini birbirine karıştırdığı sürece ilerleyemez.
Bütün bilimler spekülasyonla başlar, ama sadece Darwinizm her za­man spekülasyonla bitmektedir.
Horowitz’in öne sürdüğü fikir, onun döneminde iyi sayılabilirdi. Belki de o zaman işe yaradı; hatta doğru bile sayıldı. Eğer karmaşık bir metabolizma sistemi aşamalı olarak evrimleşmiş olsaydı, bunu Horowitz’in öne sürdüğü gibi olması gerekirdi. Fakat yıllar geçtikçe bilimde ilerlemeler oldu ve onun sisteminin detayları yolun ortasında kalakaldı. Eğer AMP üretimini Darwinizme dayanarak detaylarıyla açıklayabilen bir teori varsa, bunun ne olduğunu kimse bilmemektedir. Burunları havadan inmeyen kimyagerler ise, şimdi bir açıklama bulabilmek ümidiyle matematik içinde boğulmuşlardır.
Aracı maddelerin bir işe yaramadığı metabolizma olaylarının varlığı, Darwin’in evrim teorisine bir meydan okumadır. Aynı mantık AMP için de geçerlidir, çünkü hücrenin hiçbir alternatifi yoktur: AMP molekülü hayatın sürekliliği için gereklidir. Hücre ya hemen AMP üretir ya da ölür.
Birkaç ders kitabında bu problem anlatılmaktadır. Thomas Creighton bu konuyu basit bir yaklaşımla açıklamakta:
Metabolizma sistemlerinin karmaşık biyokimyasal sentezleri nasıl evrimleşmiş olabilir? Aminoasitlerin, nükleotidlerin, şekerlerin ve bunun gibi diğerlerinin yapı taşlarını oluşturan biyosentez yöntemlerinden bahsederken, evrimciler bunların sanki zaten hazır bulunan maddeler olduğunu varsayarak hareket etmekte ve hazırladıkları çorbanın içine atmaktadır. Organizmalar sayıca arttıkça, o zaman bu maddelerin sayıca azalmaları gerekmez miydi? Bu karışımın içinde yeni evrimleşmiş bir enzimi kullanarak bu maddelerden birini bile üretebilecek bir organizma, doğal olarak çok avantajlı olacaktı. Bu maddenin varlığı tehlikeye girdiğinde ise, sadece bu maddeyi üretebilecek organizmaların seçilmiş olması gerekmektedir. O zaman bu senaryoya göre, metabolizma sentezlerinde ortaya çıkan enzimlerin, modern bilimin ortaya çıkardığı yönün tam aksi yönde gelişmiş olması gerekir.
Birçok bilim adamı Darwin yanlısı mekanizmaların hayatı açıklayamadığını bilse de; bir kısmı buna hala inanmaktadır. Buraya kadar anlatılanlarda, profesyonel biyokimya literatürüne ait kitaplarda, dergilerde kompleks sistemlerin işleyişini ve varoluşunu açıklayan bir bilgiye rastlanmadığını gördük, peki öyleyse Darwinizm biyokimyagerler arasında neden bu derece kabul görmüştür? Bunun nedenlerinden birisi, biyokimya dalındaki eğitimleri sürecinde Darwinizmin doğru olduğunun kendilerine öğretilmesidir. Darwinizmin bir inanç sistemi olarak başarısını, fakat bir bilim dalı olarak başarısızlığını anlayabilmek için; bilim adamlarına yol gösteren kitapları incelemek gerekir.
Richard Dawkins gibi bazı evrimci biyologların oldukça geniş bir hayal dünyaları vardır. Bir başlangıç noktası verildiğinde, dilediğiniz biyolojik yapıyı elde edene kadar bir hikaye yazabilirler. Bu kabiliyetleri takdire değer olabilir fakat sakınılması gereken yerleri mevcuttur. Diğer insanların gözden kaçırdıkları muhtemel evrimsel yöntemleri düşünmelerine rağmen, kendi senaryolarını tamamen ortadan kaldıracak önemli detayları göz ardı etme eğilimindedirler. Ancak bilim gerekli detayları göz ardı edemez ve moleküler düzeyde tüm detaylar kritiktir.
En küçük detaylardan birisi bile ters giderse – eğer kornea bulanık olursa, göz bebeği büyümezse, mercek ışık geçiremezse veya odaklama hatalı olursa – o zaman görünecek obje şekillendirilemez. Göz, ya bir bütün olarak işlev görür ya da işlemez. O halde bu organ yavaş, düzenli, inanılmaz derecede küçük Darwin adımlarıyla nasıl oluşabildi? Binlerce şans eseri meydana gelmiş mutasyon, tesadüfler sonucu nasıl oldu da birbirinden bağımsız fonksiyonlarını asla yürütemeyen mercek ve retinanın aynı anda evrimleşmesini sağladı? Göremeyen bir gözün doğal ayıklamadan kurtulmuş olması mümkün müdür?
Genetik alanda son 20 yılda yapılan araştırmalar, bizi Darwin teorisi ile ilgili bir paradoksa sürükledi. Doğal popülasyonlarda değişken olarak görünen genler, büyük adaptsyonlara bağlı değişikliklere sebep olmamakta, buna rağmen önemli adaptasyon değişikliklerine sebep olan genler, doğal popülasyonda değişken olarak görünmemektedirler.
Peter Saunders bu konudaki şikayetlerini şu sözlerle dile getirir: Neo-Darwinist sentezin formüle edilmesi neredeyse 50 yılı buluyor. Araştırmaların birçoğu, teorinin ortaya sürdüğü tezleri açıklayabilmek için yapılmıştır. Teorinin başarısı, güve benzeri canlıların renklerinin bulundukları bölgeye adapte ederek değişmesi gibi detaylardaki uyuşmalar ile sınırlı kalmıştır. Bizi asıl ilgilendiren sorulara cevap veremezken, zaten bu tür böceklerin asıl kökenine dair verebilecek bir cevabı da yoktur.
Bu aşamada görmenin kara kutusu açıldığına göre, Darwin’in on dokuzuncu yüzyılda evrimin açıklayamadığını söylediği görme olayı ve gözün anatomik yapısı, gerçekten de evrimci bir mantıklı açıklanamaz. Darwin’in düşündüğü ve öne sürdüğü her anatomik yapı ve aşama o kadar basittir ki, kağıda bile aktarılamayan karmaşık biyokimyasal işlemleri kesinlikle açıklayamamaktadır. Darwin’in küçük sıçramalarla açıkladığı şeyler, ne yazık ki ancak helikopterle aşılacak derecede büyümüştür.
Biyolojik anlamı ile evrim ise, cansız bir maddeden yaşamın ortaya çıktığı ve bunun tamamen doğal etkilerle oluştuğu anlamındadır. Bu anlam, kelimeye Darwin tarafından yüklenmiştir ve bilimsel çevrelerde de aynı şekilde kullanılmaktadır. Ben de kitap içinde evrim kelimesini bu yaklaşımları ifade etmek amacıyla kullanacağım.
Darwin’in Evrim Teorisi’nin doğru olması için, insanın evrimleşme süreci içinde gerçekleştirdiği iddia edilen tüm mutasyonların, çalışma mekanizmalarıyla birlikte meydana gelmesi ve şu an var olan tüm kompleks sistemleri de içinde barındırması gerekmektedir. Oysa mikrobiyolojik araştırmalar sonucunda birer birer ortaya çıkan yüzlerce kompleks ve birbirleriyle bağlantılı olan mekanizmaların parçalarının, Darwin’in aşamalı yollarıyla meydana gelmesi olanaksız görünmektedir.
Fakat bir şeyin nasıl çalıştığını öğrenmek, onun nasıl meydana geldiğini anlamaya yetmez.
Örneğin Newton yerçekimine neyin neden olduğunu açıklamaktan kaçınmıştır. Darwin görmenin veya hayatın kökeninde ne olduğu konusunda bir açıklama getirememiştir.
1960’lı yıllarda astronom Penzias ve Wilson’ın, uzayda geri planda varolan radyasyonla ilgili gözlemleri sonunda bu teorinin tereddütlerine bir son verdiler. Mikro dalgaların dünyayı her yönden şaşırtıcı bir yoğunluk dağılımı ile bombardıman ettiğini gördüler. Bu fon radyasyonun Big Bang’in bir yan ürünü olduğuna karar verdiler. Fon radyasyonun gözlemlenmesi, Big Bang teorisinin en muhteşem buluşu olmuştur ve hala öyledir.
Geçen yarım bin yıl içerisinde bilim, evrenin zamanın büyük çoğunluğunda üstün bir düzenle faaliyet gösterdiğini ve pek çok fiziksel olgunun basit kanunlar ve tahmin edilebilir davranışlarla açıklanabileceğini öğrenmiştir.
En basit olduğu öne sürülen tek hücreli canlının içinde, varolan tüm canlıların gelişimi ile bilgi kodlanmış mıydı? DNA üzerinde böyle bir bilginin kodlanmasının mümkün olup olmadığını ölçmek için araştırmalar yapılmalıdır. Eğer DNA bunun için yetersiz görünürse, hücre içinde başka bir yerde bilginin saklı durabilme becerisi olup olmadığı deneylerle belirlenmelidir.
Paley, dizayn tezini öyle iyi açıklamaktadır ki; bu konuda evrimcilerin bile desteğini alır.
Sokrates’in incelemeleri şunlardır:

Buna hayran kalmamak mümkün mü yemeklerin yolculuğuna başladığı ağzımız, gözlere ve burna özellikle yakın bulunmaktadır, böylece beslenmeye uygun olmayan şeylerin ağıza atılması engellenmiş olur Ve sen Aristodemus hala şüphede misin ki, parçaların düzeni bir tesadüf eseri değildir ve gizli, akıllı bir tasarımın aklıdır.

Bir sistemin tasarlandığını, onun kendisini inceleyerek anlayabiliriz; ve tasarım hakkındaki kanaatimiz, tasarımcının kimliği hakkındaki kanaatimizden daha güçlü olur.
Darwin’in teorisi, hayatın moleküler temellerinin açıklanması yönündeki yetersizliği, bu kitaptaki analizlerden de anlaşıldığı gibi; aynı zamanda karmaşık biyokimyasal sistemlerin nasıl meydana geldiğini anlatan profesyonel bilimsel yayınların bulunmayışından da anlaşılmaktadır.
Bilimadamları gibi bizler de, bu muhteşem sistemin nasıl meydana geldiğini anlamak için can atıyoruz, ancak sistemin karmaşıklığı bütün Darwinci evrim açıklamalarını yok olmaya mahkum etmiştir.
Antikorlar bağışıklık sisteminin parmaklarıdır . Yabancı maddenin vücutta ayrıştırılmasını sağlarlar.
RNA’larla ilgilenen insanlar eldiven takarlar, bunun nedeni, insan derisinin RNA’yı parçalayan enzimler içermesidir. Neden? Pek çok virüs RNA’dan yapılmaktadır.
Kan basıncı arttırılmış bir dolaşım sistemi delindiğinde, canlının kanamadan ölmemesi için pıhtının hemen oluşması gerekir. Eğer pıhtı yanlış zamanda yanlış yerde oluşursa, pıhtı kan dolaşımını engelleyebilir ve sonuçta kalp krizleri ve bayılmalar yaşanır.
Darwin entelektüel ve yeni şeyler düşünen bir insandı fakat onun da kimse gibi geleceği görme yeteneği yoktu.
Bazı bakteri türlerinin müthiş bir yüzme aygıtı- kamçısı vardır. Bu özelliğe hiçbir kompleks hücre sahip değildir.
Eğer moleküler anlamda bir vida veya cıvata kayıpsa, o zaman bütün sistem çöker.
Çoğu insan proteinleri yenilen bir şey olarak düşünebilir. Fakat bir hayvanın veya bitkinin vücudunda, proteinler aktif rol oynamaktadır. Proteinler, yaşayan bir dokuda kimyasal reaksiyonların gerçekleşmesi için gerekli yapıları oluşturan makinalardır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir