İçeriğe geç

İlkel Toplumlarda Cinsellik ve Baskı Kitap Alıntıları – Bronislaw Malinowski

Bronislaw Malinowski kitaplarından İlkel Toplumlarda Cinsellik ve Baskı kitap alıntıları sizlerle…

İlkel Toplumlarda Cinsellik ve Baskı Kitap Alıntıları

Melanezyalı çocuklarda ilgilendiğim bu evre, bizim çocuklarda gizil döneme denk düşmektedir; bu evre, küçük kız ve oğlanların birlikte oynadığı, bir çeşit gençlik cumhuriyeti oluşturduğu bağımsız çocukluk dönemidir. Çocuklar çok erken yaşta ya birbirleriyle, ya daha büyük arkadaşlarıyla cinsel uygulamaya adım atarlar. Çocukların bu yaşta gerçek bir cinsel uygulama yeteneğinde olmadıklarını söylemeye gerek yok, ama büyükleri onları hoşlarına gidecek her oyunu oynamaları için serbest bırakır; hiç gizlenmeden meraklarını ve doğrudan doğruya cinsel heyecanlarını doyururlar. Ama her şeyden önce, çocuklar kendi aşk işlerinde, kendi başlarına bırakılırlar. Büyükler onlara hiç karışmadığı gibi, bir kadının ya da erkeğin çocuklara sapık bir ilgi duyduğu da pek seyrektir. Çocuklara cinsel saldırı bilinmiyor; çocuklarla cinsel oyunlara kendini veren bir yetişkin, gülünç duruma düşer ve yalnız iğrenme duygusu uyandırır.
Atalar dönemine ait eski öyküleri, şu ya da bu vesileyle ağızdan ağza ciddi ciddi anlatanların ve dileyenlerin aslında bunları kendi arzularına göre aktardıkları çoktan beri bilinmektedir. Ayrıca, Freudien okulun ileri sürdüğüne göre, bastırılmış arzular kendi doyumlarını folklorda, halk masallarında ve efsanelerde bulmaktadır; bunlara atasözleri, oyunlar, özdeyişler ve kimi tipik küfürler de katılabilir.
Melanezyalı çocuklarda ilgilendiğim bu evre, bizim çocuklarda gizil döneme denk düşmektedir; bu evre, küçük kız ve oğlanların birlikte oynadığı, bir çeşit gençlik cumhuriyeti oluşturduğu bağımsız çocukluk dönemidir. Çocuklar çok erken yaşta ya birbirleriyle, ya daha büyük arkadaşlarıyla cinsel uygulamaya adım atarlar. Çocukların bu yaşta gerçek bir cinsel uygulama yeteneğinde olmadıklarını söylemeye gerek yok, ama büyükleri onları hoşlarına gidecek her oyunu oynamaları için serbest bırakır; hiç gizlenmeden meraklarını ve doğrudan doğruya cinsel heyecanlarını doyururlar. Ama her şeyden önce, çocuklar kendi aşk işlerinde, kendi başlarına bırakılırlar. Büyükler onlara hiç karışmadığı gibi, bir kadının ya da erkeğin çocuklara sapık bir ilgi duyduğu da pek seyrektir. Çocuklara cinsel saldırı bilinmiyor; çocuklarla cinsel oyunlara kendini veren bir yetişkin, gülünç duruma düşer ve yalnız iğrenme duygusu uyandırır.
Kimi insanlar, «edepsiz» olana toptan bir baskı
uygularlar; bu da «edepli» olana bağlı değerlerin aşırı
gelişmesine yol açar; böylece salt ahlakçıların katı erdem
anlayışına ya da geçerli ahlakın daha da iğrenç ikiyüzlülüğüne
yardımcı olur. Ya da «edepli» olan yerini pornografiyle
doyumun açlığına bırakır; sonra ikiyüzlü «erdem»in
kendisinden daha iğrenç olan ruhsal bozulmasıyla sonuçlanır.
Evli olmayan bir genç kadının gebe kalması ve çocuk yapması her zaman uygunsuz karşılanmıştır. Bu denemede tanımını yaptığımız çok serbest Melanezya toplumunda bile, yürürlükteki düşünce böyledir. Yeterince bilgi sahibi olduğumuz tüm toplumlar için de benzer şeyler söylenebilir. Antropolojik çalışmalar, evlilik dışı doğan çocukların, yasal çocuklarla aynı toplumsal davranışlardan yararlandığı ve aynı toplumsal yeri aldığı bir tek toplum göstermiyorlar.
İnsan tüm örgütlü davranışları içinde doğal donanımı için her zaman dış öğelerin etkisine uğramıştır. İnsanın psikolojik açıdan örgütlenmesi duygulara dayanır, diğer bir deyişle doğal eğilimlere değil, yavaş yavaş oluşan komplekslerin tutumuna dayanır. Teknik açıdan insanın katılımları her zaman yapay ürünlere bağlıdır: Araçlar, aygıtlar, silahlar, gereçlerin icadı, bunlar insanın doğal ve anatomik yapısını aşar. İnsanın toplumsallaşabilir olması politik, hukuksal ve kültürel işlevlerin her zaman karışımı ve uyuşmasıdır. İnsanları ortaklık kurmaya, birleşmeye iten ne onların heyecan tepkilerinin benzerliği, ne aynı uyarıcılara gösterdikleri tepkilerinin benzerliğidir, yalnızca yapay var olma koşullarının etkisi altında edinilmiş bir alışkanlıktır.
Babanın durumuna gelince, bizim toplumda neredeyse ataerkil olan durumdan hâlâ yararlanır. Baba ailenin başıdır, geçimini yüklenmiştir, çocuklar babanın adını taşır, kolayca zorba kesilmeye yatkındır.
Analık ahlaksal, dinsel, hatta sanatsal bir ideali temsil eder. Gebe kadını yasa ve töre korur; ondan kutsal bir nesne yapılmak istenir; kadının kendisi de bu durumundan gurur duyar ve bunun için mutludur.
Cinsel ilişki yalnız birbiriyle evli eşler arasında geçer ve süreklidir, yaşamları birbirinden bağımsız, ekonomi ortaktır.
İlk insan doğası kaba gereçler yaptı, ama gelenek, tasarıları ve makinayı yaptı
İnsanı yaratan akıl ve güdü değil, gelenektir.
Psikanalizin en önemli sorunu, aile yaşamının insan ruhu
üzerine yaptığı etkidir.
Vicdan uygarlığın bir ürünüdür, diğer bir deyişle pek doğal bir ürün değildir.
Her yeni yanıt, önceki duygusal davranışı tümüyle siler; yeni heyecanda öncekinden hiçbir iz kalmaz.
Sanat ve din aynı biçimde,doyurulmamış istekten doğar.
İnsanın duygusal bağlarını, hayvanların salt güdüsel bağlarından ayıran başlıca karekteristikler şunlardır:
1) İnsanda duruma egemen olan nesnedir (object),
2) İnsanda heyecanlı davranışlar örgütlenmiş durumdadır,
3) Bu davranışlar süreklilik oluşturacak biçimde oluşur ve sürekli bir sistem içinde kristalleşir, esneklikleri sayesinde çok çeşitli durumlara kolayca uyarlar.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
çocuğu eğiten şeyin, ana babaların çocukları azarlaması ve kınaması olduğunu görürüz; yaşlı bir adamın ağzından çıkanlar, kamunun düşüncesidir ve son olarak da, çocuklar kendi çevrelerinde kendilerinin yol açtığı tepkiler karşısında utanç duyar ve sıkıntıya kapılırlar. Terbiyeli terbiyesiz ulamı böylece doğar, kimi ilişkilerden kaçınma alışkanlığı böylece kazanılır, insan tabunun ağırlığının hiç duyulmadığı öteki insan kümesine doğru çekilir; ananın, babanın, dayının, bacı ya da kardeşin konu olduğu ince duygu ayrımlarını ayırt etme böylece başarılır. Bu kültürel değerler sisteminin en son ve en güçlü desteğini, bir konutu yapacak gereçler, ev yaşamının örgütlenmesi ve evi kuran her şeyi oluşturur.
İnsan kendi kendine engeller yaratıyor; tabular koyuyor ve bu tabular, organik gereksinimler ve istekler kadar aynı kaçınılmaz gücün etkisini göstermekte gecikmiyorlar.
Hayvanların ortaklaşa davranışı, onların tüm süreçlerinin temelidir, tüm güdülerini kapsar, ama başlı başına bir içgüdü oluşturmaz. İsterseniz şöyle diyelim; doğuştan gelen bir bileşen oluşturur: söz konusu olan tüm güdülerin genel bir çeşitlemesidir, onun sayesinde aynı türün bireyleri arasında en yaşamsal işlerde bir işbirliği yerleşir. Hayvanların ortaklaşa tüm davranışlarında işbirliğini doğuştan gelen uyarlamalar yönetir, yoksa – sözün insanıl anlamında – toplumsal bir örgüt değil.
Uygarlaşmış durumun tipik, karakteristik davranışı, doğal durumdaki hayvandan tümüyle ayrılır. İnsanın kültürü ne denli basit olursa olsun, yine de maddi araçlar topluluğuna, silahlara ve ev eşyalarına sahiptir; insan, aynı zamanda yardımcısı olduğu ve denettiği bir ortamda gelişti, dil aracılığıyla başkalarıyla iletişim kurdu; ussal, dinsel ya da büyüsel nitelikte kavramlar oluşturmayı başardı. Böylece maddi varlığın bütünlüğünü elinde tutan insan, toplumsal bir örgütün içinde yaşadı, dilin yardımıyla iletişim kurdu ve manevi değerler sisteminde eylemlerine dayanak buldu.
Bu psikolojik olayı hiç unutmamak gerekir: Her yeni yanıt, önceki duygusal davranışı tümüyle siler; yeni heyecanda öncekinden hiçbir iz kalmaz. Hayvan yeni bir güdünün istilası altındayken, önceki güdüden kaçar. Pişmanlıklar, zihinsel çatışmalar, ikili (ambivalent) heyecanlar gibi tüm kültürel tepkiler insana özgüdür, hayvana değil.
Trobriyandlılar’ın folkloründe, düşlerinde, hayallerinde ve diğer belirtilerinde en küçük bir ize rastlanmadığını söylüyor, tersine, bizim için başka kompleksler ortaya çıkarıyor; bu duruma göre Oedipus kompleksini nerede aramamız gerekecek? Baskının baskısı anlamına gelen ve bilinçaltının altına yerleşmiş bir başka bilinçaltı var mı acaba? Bu soruların bizi günümüz psikanaliz öğretisinin dışına, tümüyle bilinmeyen bölgelere sürükleyeceği açıktır; hem bu bölgelerin metafizik olduklarından bile kuşkulanıyorum.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Ama aşağılamaların en kötüsü, yalnız iki kez duyduğum, git karınla yat olanı. Bu deyim o denli kötü ki, Trobriyand adalarında uzun süre oturduktan sonra ancak varlığını öğrenebildim. Hem ayrıca fısıldayarak söyleniyor ve bu küfrün yersiz bir şaka konusu yapılmasına asla izin verilmiyor.
Atalar dönemine ait eski öyküleri, şu ya da bu vesileyle ağızdan ağıza ciddi ciddi anlatanların ve dileyenlerin aslında bunları kendi arzularına göre aktardıkları çoktan beri bilinmektedir. Ayrıca, Freudien okulun ileri sürdüğüne göre, bastırılmış arzular kendi doyumlarını folklorde, halk masallarında. ve efsanelerde bulmaktadır; bunlara atasözleri, oyunlar, özdeyişler ve kimi tipik küfürler de katılabilir.
Düş görmemek, daha doğrusu düşe ilgisizlik, Trobryandlılar’ın baskı tanımamasından mı ileri geliyordu, yoksa onların toplumunda cinselliğe hiçbir sınır konulmadığı için miydi? Komplekslerin zayıflığından, ortaya geç çıkışından ve çocukluktaki öğelerinin azlığından mıydı? Derin iz bırakmayan serbest düşleri azlığı, diğer bir deyişle pek direnmeyen anıların azlığı nevrozların olmayışıyla aynı sonuca varmamıza izin veriyor; böylece genel çizgileri içinde, düşlerin başlıca nedenini, doyurulmamış cinsel arzularda, özellikle cinsel tepilerde, ya da çocuklukta şiddetle bastırılan cinsellikte gören Freud’ün kuramlarını onaylıyor..
İzin verilen, olağan ve temiz şeyler dünyasının yanında, utandırıcı arzuların, gizli ilgilerin ve yeraltı tepilerinin dünyası açılır. Bu iki ulamda edepsiz olanla edepli olan, kirli ile saf kristalleşir ve sonraki tüm yaşam boyunca sürer gider. Kimi insanlar, edepsiz olana toptan bir baskı uygularlar; bu da edepli olana bağlı değerlerin aşın gelişmesine yol açar; böylece salt ahlakçıların katı erdem anlayışına ya da geçerli ahlakın daha da iğrenç ikiyüzlülüğüne yardımcı olur. Ya da edepli olan yerini pornografiyle doyumun açlığına bırakır; sonra ikiyüzlü erdemin
kendisinden daha iğrenç olan ruhsal bozulmasıyla sonuçlanır.
Baba işinden yorgun ya da içkili döndüğünde, huysuzluğunu ister istemez ailesine yansıtır, eşine ve çocuklarına kötü davranır. Bizim modern kentlerin bir mahallesinde ya da bir köyde, ataerkilliğin gerçek zalimliğine tanık oluruz herhalde. Evine sarhoş gelen, sadece zevk için çocuklarını döven ya da onları yataklarından çıkarıp soğukta dışarı gönderen köylüleri ben kendim görmüşümdür.
Yumuşak ve sevimli baba, çocuğun gözünde kolayca bir yarı-tanrı kesilir. Ama görkemli, acımasız, duyarsız ve incelikten yoksun baba, çarçabuk kuşkulu bir varlık olur ve çocuğun öfkesini çekmekte gecikmez. Babayla ilişkilerde ana aracıdır; çoğu zaman çocuğu üst yetkeye ihbar etmeye hazırdır, ama araya girerken de cezanın hafifletilmesine ya da kaldırılmasına yardımcıdır aynı zamanda.
Babalık kavramı söz konusu olduğunda, ana soyu yapısındaki toplumlarla, baba soyu toplumlar arasındaki ayrım çok daha büyük. Babalığın fiziksel ilişkilerinin bilinmediği ve ananın tüm haklardan yararlandığı ilkel bir toplumda, babayla çocuklar arasındaki ilişkiler, normalde bizim kendi uygar toplumumuzdakinden çok daha yakın. Gerçekte bizim toplumumuzda baba, çocuğun yaşamında önemsiz bir rol oynar. Bizim adetlerimiz ve alışkanlıklarımız, babayı çocuğun bakımından uzak tutacak şekilde oluşmuştur..
Çocukla anayı birbirine çeken eğilimle, cinsel yaklaşımda karşıt cinsten iki bireyi birbirine çeken eğilimlerin dışavurumlarında, belli bir ölçüde birbirine benzeyen çok sayıda hareket bunlara eşlik eder ve önden gider. Ama bunları ayıran çizgide daha çok. açıklık aramamalı, çünkü birinci durumda eğilimler ve duygular, çocuk organizmasının olgunluğa ermesi için yardımı besini, korunmayı ve sıcaklığı güvence altına almayı amaç edinir; öteki durumda ise, duygular ve eğilimler, cinsel birleşmeyi ve yeni bireylerin dünyaya gelmesini kolaylaştırmayı amaçlar.
Cinsel tepi her an isteyen ve buyurgandır; insanın diğer tüm ilişkilerini altüst edebilir ve birliğini yıkabilir; doğar doğmaz insanın içinde karmaşa (chaos) yaratır ve dış tehlikeleri çoğaltır. Bu öyle basit uydurma bir görüş değildir, çünkü cinsel tepinin Adem ile Havva’dan beri insanlık için nasıl bir rahatsızlık kaynağı olduğunu biliyoruz. Geçmişte bilinen, mitlerin ve edebiyat ürünlerinin bize anlattığı birçok trajediye neden olmuştur, günümüzde de yol açtığı trajedilerin sayısı az değildir. Ama çatışmanın varlığı, cinsel tepinin rastlantıyla değil, düşsel isteklere ya da herkesin arzusuna göre çalıştığını, bununla birlikte denetim güçlerine boyun eğdiğini kanıtlıyor. İnsanın doymak bilmez iştahlarına kendini bırakmaya izin verilmediğini kanıtlıyor.
Gerçekte Freud düşlerin özü bakımından cinsel olduklarını ortaya çıkarmadan çok önce, Melanezya’nın Kuzey-Batı’sında yaşayan esmer derili yerliler arasında benzeri bir kuram vardı. Kimi büyülerin düş görmeye yol açacağına inanmışlardı. Bu düşlerde doğan arzu, uyanık olunan zamanda yaşama giriyor ve böylece düşler-arzular gerçekleşiyor. Bunlar Freud’ün söylediklerinin tersine çevrilmişi.
Ana, dadı, dinsel ve ahlaksal eğitimler, ataerkilliğin şaşmaz bir ideal olduğunu, bilgeliğini, adaletini ve gücünü genellikle çeşitli yollardan ve değişik derecede aşılamaya bakarlar. Oysa günlük yaşamın içli dışlı yakınlığı içinde, özellikle kendi kötü karakterine egemen olamayan, kendi çılgınlıklarını bastıramayan birinin sıkıdüzen uygulaması ve bunu sürdürmesi zor bir görev olur. Böylece, ataerkil ideal daha oluşur oluşmaz, dağılmaya başlar. Başlangıçta, çocuk babanın kötü karakterinin dışa vurması karşısında ya da zayıflığı yüzünden belli belirsiz bir rahatsızlık duyar; öfkesinden korkar, haksızlıklarını onaylamaz, gerçekten kınanacak davranışları karşısında utanca bürünür. Çok geçmeden saygıyla, küçümsemeyle, sevgi, iğrenme ve korkuyla karışık, çelişki dolu ataerkil bir duygu oluşur. Yine çocukluğun bu döneminde ve çocuğun baba karşısında davranışlarında, ataerkil kurumların toplumsal etkileri kendini duyurur.
Babayla çocuk arasında rekabetçi bir ilişki yerleşir; baba çocuğunu tahtından edecek ve yerini alacak ardılı diye görür;
önceki bölümde de betimlediğimiz gibi, kıskançlık duygusu bu ilişkileri ayrıca ağırlaştırır; artık baba-oğul arasında olumsuz öğelerin yerleşmesi için durum yeterince netleşmiştir; bu arada eklemek gerekir ki, babayla oğul arasındaki ilişkiler, kızla olan ilişkilerden daha da belirgindir.
Batı Okyanus’un Mercan kıyılarındaki çocuklar da benzer bir eğilim gösterirler. Bu durum onlarda daha da açıktır, çünkü zorlama ve sıkıdüzen üzerine kurulu eğitimin olmayışı, çocuk doğasındaki eğilimlerin daha özgürce gelişmesine olasılık tanır. Melanezyalı ana, çocuğunun bağımsızlığa doğru gidişine karşı hiçbir düşmanca kıskançlık duymaz, hiç yüreği daralmaz; herhalde bu durum, çocuğunun eğitimine karşı hiçbir zaman derin bir ilgi duymamasından olsa gerek. Bu evrede Trobriand Adası’nın çocukları, büyük topluluk içinde, küçük bir gençlik topluluğu oluşturmaya başlarlar. Bir küme oluşturup gözden uzak deniz kıyılarında ya da ağaçlıklar arasında saklı yerlerde dolaşırlar, diğer köylerin çocuklarıyla buluşurlar-, tüm bunları yaparken, kendi seçtikleri şeflerin sözlerini dinlemekle birlikte, kendi babalarının, analarının ya da dayılarının yetkisinden tümüyle bağımsızdırlar. Hem bu büyükler, onları tutmaya çalışmazlar, kendi ilkelerini benimsetmek için zorlamazlar, bir göreneğe boyun eğdirmezler. Doğrusu başlangıçta, büyükler küçükleri, hem de ciddi bir biçimde gözlerler, ama bağımsızlığı kazanma süreci ciddi bir engelle karşılaşmadan, yavaş yavaş,. sürekli ve doğal gidişi içinde gerçekleşir.
Cinsel ortak yaşam bile, yerlilerin yasasına ve adetlerine göre —bizde olduğu gibi — kadına bir görev, erkeğe de bir ayrıcalık olarak kabul ettirilemez. Trobriyandlı yerlilerin geleneksel anlayışlarına göre, kadının kocaya verdiği cinsel hizmete erkek layık olmalı ve bunu ödemelidir. Bu borcu ödemenin tek yolu, çocuklara yararlı olmak ve onlara sevgiyle bağlanmaktır. Bu ilkeleri belirsiz bir çeşit folklora katmaya çalışan birçok efsaneler vardır. Çocuk çok küçükken, baba ona dadılık yapar, tam bir aşk ve sevecenlikle davranır. Daha sonra çocukla oynar, onu taşır, ona birtakım uğraşılar ve eğlenceli oyunlar öğretir; bunlar çocuğun hayal gücünü harekete geçirecek şekildedir.
İnsanı yaratan akıl ve güdü değil, gelenektir.
Ne zaman tutkular, katı tabular, töreler ve yasal cezalar geleneğin saptadığı sınırlar içinde, olağan bir biçimde sürüp gitse; bir cinayet, bir sapkınlık ve bir sapma olarak şiddetle orta­ya çıkıyor ve bu ilkel toplumun tekdüze yaşamını sadece ara sıra sarsıyordu.
Doğumdan sonra ananın biyolojik ve güdüsel tepilerinin eğilimini toplum yönlendirir ve güçlendirir; toplumun birçok adetleri, ahlaksal kuralları, idealleri anayı çocuğun bekçisi olarak algılar, nerdeyse bu tüm uygar toplumların aşağı sınıflarında olduğu kadar, yukarı sınıflarında da geçerlidir.
Bizce olgunun derin kökleri insanın doğasında değil, bu olgu salt toplumsal etkenler ürünüdür.
Freud’un kendisi, ileriye sürdüklerinden kimi zaman kararsızlığa düşüyor.
tipik bir köylü evinde baba apaçık bir zorbadır. Ana kendi üstü önünde eğilir ve aynı zamanda bu tutumunu hem saydığı, hem korktuğu sert ve kaba baba önünde çocuklarına benimsetir. Burada yine babanın kızlarını yeğlemesiyle, iki yönlü bir duygu söz konusudur.
kendi kötü karakterine egemen olamayan, kendi çılgınlıklarını bastıramayan birinin sıkıdüzen uygulaması ve bunu sürdürmesi zor bir görev olur.
Ana çocuğuna özellikle bağlandığında, hele bu erkek çocuğu olduğunda, bu bağımsızlaşma karşısında belli bir kıskançlık ya da hınç duyar, karşı koymaya çalışır; sonuç daha şiddetli ve daha üzücü bir kopmaya yol açar sadece.
Buna karşılık, ananın oğluna düşmanca duygular beslemesi için hiçbir neden yoktur: geleceğin erkeğine hayran olmaya hazırdır. Babanın kızıyla ilgili tutumuna gelince, onda kadınsı biçimler altında yeniden çocuklara sahip olacağını görür, gururu okşanır, derin sevgi ve sevecenlikle ona bağlanır. Böylece, toplumsal etkenler, baba ile kız arasında, baba ile oğul arasında olduğundan daha sevecen bir bağın kurulması için biyolojik bağları güçlendirirken, ana sevgisini, kızından çok oğlu üzerinde yoğunlaştırır.
Freud, 1923’te yayınladığı bir makalede (in’ Zeitschrift für Psycho-Analyse) ilk bakış açısını biraz değiştirdi ve nedense kanıt göstermeden söylediğine göre çocuklar henüz bu yaştayken «cinsel organlar»a ilgi gösterirler. Bu ise bana kabul edilmez görünüyor
Babayla ilişkilerde ana aracıdır; çoğu zaman çocuğu üst yetkeye ihbar etmeye hazırdır, ama araya girerken de cezanın hafifletilmesine ya da kaldırılmasına yardımcıdır aynı zamanda.
Yumuşak ve sevimli baba, çocuğun gözünde kolayca bir yarı-tanrı kesilir.
Babanın durumuna gelince, bizim toplumda nerdeyse ataerkil olan durumdan hala yararlanır . Baba ailenin başıdır, geçimini yüklenmiştir, çocuklar babanın adını taşır, sahibi oldukları her şey babanındır. Ailenin efendisi olarak kolayca zorba kesilmeye yatkındır
Bir kez daha İngiliz ve Amerikan ailelerini ayrı tutacağım. Bu ülkelerde baba, ataerkil durumunu yitirmek üzeredir. Koşullar hızla evrimleşmekle birlikte, bu durumu göz önüne almak, pek sıkınımsız davranmak olmaz. Benim düşünceme göre, zayıf ve uysal bir babayı tanıyacak olan gelecek kuşaklar içinde «Ödip kompleksi gt; gt;nin hâlâ süreceğini psikanaliz bekleyemez. Çocuklar korkmaktan ve kin duymaktan çok, ona sayacaklardır.
Çocuğun gerçek anlamda eğitimiyle, özellikle ahlaksal eğitimiyle görevli olmayan anne sertleşme fırsatı pek bulamaz
Gerçekte bizim toplumumuzda baba, çocuğun yaşamında önemsiz bir rol oynar. Bizim adetlerimiz ve alışkanlıklarımız, babayı Çocuğun bakımından uzak tutacak şekilde oluşmuştur; öte yandan köylüler ve işçiler zaten günlerinin büyük bir kısmını evlerinin dışında geçirmek zorundadırlar. İşçiler ve köylüler, çocuğun kendilerinden beklediği bakımı ve zamanı anlıyorlar, ama genel bir kural olarak, çocuk küçükken tüm yardımlardan ve anayla onun arasına girmekten kaçınıyorlar.
Analık ahlaksal, dinsel, hatta sanatsal bir ideali temsil eder.
Psikanaliz, ilkel insanın tüm ilgisini kendi üzerine, çevresindeki insanlar üzerine yoğunlaştırdığını, bu bilginin somut ve dinamik nitelikte olduğunu gösterirken, ilkel psikolojinin gerçek temellerini atmış oldu; oysa şimdiye değin egemen olan yanlış kavramlara göre ilkel insan doğayla kısmen ve nesnel bir gözle ilgileniyordu, kendi yazgısı üzerine kendini kurgusal felsefeye veriyordu. Psikanaliz, bizim burada ilgilendiğimiz birinci sorunla ilgilenmeyince ve tüm toplum biçimlerinde Ödip kompleksinin varlığını açıkça söylemeden kabul edince, kendi antropolojik çalışmalarına
ciddi zarar vermiş oldu.
Freudien okulun kabul ettiği ve evrensel boyutlarda saydığı tek Ödip kompleksi, babasoyu üzerine kurulu özde bizim aileye, yine bunun gibi roma hukuku ile Hristiyan ahlakı temellerine dayanan, günümüzde rahatına düşkün ve kurulu düzene uygun düşünen burjuvazinin ekonomik koşullan içinde daha da güçlenen ve çok belirgin derecede patria potestas’ı kabul etmiş olan aileye uygun düşüyor. Freudien okulun yaptığı gibi bu kompleksin ilkel ya da barbar herhangi bir toplumda da var olması gerektiğini ileri sürmek, yanlış bir evetlemeyi göze almak olur
İnsanı yaratan akıl ve güdü değil, gelenektir.
Okumalarım ilerlediği ölçüde, Freud’un vardığı sonuçları topluca kabul etme eğiliminden de uzaklaşıyordum
Psikanaliz cinselliği içtenlikle ve layık olduğu önemi vererek incelediği için, bir bilgin onu kınayamaz, ama doğru bir biçimde incelemediği için kınayabilir.
Herhangi bir biçimde psikanalizin uygulayıcısı ya da psikanalitik kuramın bir üyesi olmadım. Ama bugün yine psikanalizin aşırı savlarından, karmaşık kanıtlarından ve anlaşılması güç terminolojisinden canım yanmakla birlikte, zihnim üzerine yaptığı uyarıcı etkisinden ve yine insan psikolojisinin çeşitli görünümleri üzerine bize verdiği değerli verileri için ona derin minnet borcu duyduğumu kabul etmek zorundayım.
Çocuğun cinsel evrimiyle, daha sonraki yaşamında ortaya çıkan sapıklıklar arasında yakın bir bağın olduğunu gerçekte Freud göstermişti. Bu kurama göre, Trobriyanlar gibi çok hoşgörülü bir ahlaka sahip ve çocuk cinselliğinin gelişimine karşı hiçbir engel koymayan bir topluluk içinde sapıklıklara çok seyrek rastlanması gerekir. Durum gerçekte de böyle.
Babanın anaya kaba davrandığına çocuklar hiçbir zaman tanık olmazlar; erkek kadını kendine hizmet ettirme yollarını aramaz ya da onu tümden bağımlı bir duruma getirmez; hatta şefle evli kadınlardan birisi olsa bile. Babalarının ağır elleriyle kendilerini dövdüğünü çocuklar hiç bilmezler, çünkü onların ne akrabasıdır, ne efendisidir, ne de iyilikçisidir. Çocuklar üzerinde hakları ve hiçbir ayrıcalıkları yoktur. Bununla birlikte, dünyanın herhangi bir yerindeki normal bir baba gibi onlara dengeli bir sevgi besler. Böylece, kendisine yardımcı olan geleneğin benimsettiği ödevlerle onların sevgisini kazanmaya ve onlar üzerindeki etkisini sürdürmeye çalışır.
İnsani yaratan akıl ve güdü değil,gelenektir.
Hiçbir uygarlıkta töre, ahlak ve yasa zinaya izin veremez, yoksa aile tutunamaz. Aile dağılınca, çocuklar da ister istemez olgunlaşamaz, toplum bir karmaşaya (chaos) sürüklenir ve kültürel geleneğin sürekliliği olanaksızlaşır. Zinanın anlamı, yaş ayrımlarının ortadan kalkması, kuşakların birbirine karışması, duyguların düzensizliği ve ailenin eğitimin en önemli bir etkeni olduğu anda, kaba rollerin araya girmesidir. Yalnız uygarlığın yasakladığı zinalar, bir düzenin varlığıyla bağdaşır ve
ilerlemeye elverişlidir.
Güdüsel eğilimlerin esnekliği, kültürün ilerlemesi için bir koşuldur.
Tabu gücünü güdüden almaktan uzaktır, ona doğuştan gelen bir içtepiye karşı tepki gösterme işlevi verilir.
İnsanda cinsel tepi belli bir mevsimle sınırlı değildir; basit bedensel bir süreçle ve salt bedensel fizyolojiyle koşullanmamıştır; bir erkeğin ya da bir kadının yaşamının herhangi bir anında, diğer tüm ilgileri geri iterek, ortadan kaldırarak kendini dışa vurma yeteneğindedir; cinsel tepiler kendi başına terk edilince, kendini gösterme, kendini kabul ettirme eğilimi ortaya çıkar ve var olan diğer tüm bağlar
kopar. Her an isteyen ve buyurgandır; insanın diğer tüm ilişkilerini altüst edebilir ve birliğini yıkabilir; doğar doğmaz insanın içinde karmaşa (chaos) yaratır ve dış tehlikeleri
çoğaltır.

İnsanın doyma bilmez iştahlarına kendini bırakmaya izin verilmediğini kanıtlıyor. İnsan kendi kendine engeller yaratıyor, tabular koyuyor ..

Tüm kültürlerde her şeyden önce karşıt cinsten kimi bireylerin kendilerini birbirlerine vermelerini engelleyen, bir çift olup evlenme olasılıklarını tümüyle ortadan kaldıran kesin tabu sistemleri vardır.
Örgütlenmiş davranışı, tüm uygarlıkların köşe taşını oluşturur. Hayvanların ortaklaşa davranışı doğuştan gelen bir donanımın sonucu iken, insanınki yavaş yavaş kazanılan bir alışkanlığın sonucudur. İnsanın toplumsallaşabilmesi uygarlığın
ilerlemesiyle artıyor, oysa söz konusu basit bir sürü yaşamı olsaydı, bunun zamanla azalması gerekirdi ya da en azından değişmeden kalması.
Her kişinin ya da nesnenin çevresindeki heyecanlar belli bir sistemde örgütlenirler: Aşk, kin, ya da ana-baba için, bir ülke için, bir ideal için yapılan özveri. Böyle bir sistemde
örgütlenmiş heyecanlara M.Shand duygu adını veriyor.
«kompleks» sözcüğü, hastanın bilinçaltına itilmiş hastalıklı heyecan davranışını belirtmek
için kullanılırdı. Ama bugün, bir adamın bilinçaltındaki heyecanının tutumunu, başka herhangi bir kimseye göre ayırmak ve yalıtmak, onu bilinçaltına itilmemiş öğelerden
bağımsız olarak sağaltmak olası mı sorusu gündeme geliyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir