Tahsin Yücel kitaplarından Kimim Ben? kitap alıntıları sizlerle…
Kimim Ben? Kitap Alıntıları
Tüm bu yapıtlar bireysel ve/ya da toplumsal bir gerçeği yansıtıyor, şu ya da bu biçimde “yaşanmış”a gönderiyor bizi.
Gözlerimizi azıcık açar da bakarsak, en kutsal, en yaşamsal bildiğimiz gerçeklerin kökeninde bile düşünen insanı gülümseten donmuş eğretilemeler buluruz.
Gene de hiçbir öykü, hiçbir roman yazarından yüzde yüz bağımsız değildir, her şeye karşın onun evreninde devinir, bunun sonucu olarak da onun damgasını taşır.
Hem “yürekten”, hem “yaşamdan” kavrardı her şeyi. Dostluğu da hem “yürekten”, hem “yaşamdan”dı.
“Hangisinden başlasam ki?” diyorum. Sonra sorum saçma geliyor bana. Nedeni bunca yıllık okumalarımdan kalan izlenim olmalı: bu kitaplar hep aynı özden, her biri tek bir bütünün parçaları.
Karşıtlık bu kadar kesin, bu kadar derin midir?
O zaman seçilen sözcükler öylesine değiştirilmez olacaktı ki tüm ötekilerin yerini tutacaktı.
Çoğu şiirlerde de bir öykünün izlerini buluruz genellikle.
Ama, gün bitip ışıklar söndükten sonra, insan başını koyduğu yastığa ne der?
Öte yandan, yapıtlarını gözden geçirirken, arada bir, “Ne güzel söylemiş!” desek bile, pek öyle derin, pek öyle yüce şeyler bulamıyordunuz.
Yanlış anlamalar bizim çağımıza özgü değildir kuşkusuz, her zaman var olduklarına tarih de, yazın da tanıklık eder.
Hiç kuşkusuz, sözlükler tanımlarını verir, biz de bu tanımları benimsemiş görünürüz, ama ağzımızdan söz olarak çıktıkları zaman içinde bulunduğumuz ortamın, tartıştığımız konunun izlerini taşıyacakları kuşku götürmez. Bunun sonucu olarak anlaşmazlıkları anlaşma, anlaşmaları yanlış anlama olarak değerlendirdiğimiz çok olur.
Söylemek bile fazla, dil toplumun tüm üyeleri için kullanılabilir bir dizgedir. Ancak, herhangi bir olguyu ya da nesneyi belirtmek üzere onu kullanmaya başladığım anda, dil değil sözdür artık, benim sözümdür.
Çabanın amacına ulaşması da her zaman kesin değildir.
Flaubert “Benim zavallı yaşamımda sözcükler birer serüvendir”, diyordu. Öyledir, yazma ediminin kendisi de bir serüvendir, okurken de, yazarken de kendi kendimizi tanır, benliğimizi zenginleştiririz.
Benzerlik içinde benzemezliği varsayan bu çelişkiyi nasıl açıklamalı?
Gerçek bir dünya, gerçek nesneler ve gerçek kişiler vardır; iyi yazar, hepsinin derinliklerine inip gizine varmış bir özne olarak, içlerinden, derin ve geçerli özleriyle aydınlatıp gösterir onları bize.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Doğru, belli bir yabancılaşmanın soluğunu ensemizde duyduğumuz çok olurdu, ama düşlediğimiz arılığı da ne beş yüz yıl öncesinde bulabilirdik, ne gelecekte.
Kısacası, “evet” ya da “hayır” yetmez, çok daha fazlası gerekir. Daha fazlası da yalnızca gürültü oluşturur.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
örneğin koca bir “inşaat şirketi” kuracağını muştuladığı bir yapılar bütününün adını lütfedip Eksen koyuyor, ama, daha kıyak ve daha çağcıl olacağını düşündüğünden olacak, Exen biçiminde yazıyor, bir başkası İstanbul’u İstanblue’ya dönüştürüyor. Nerdeyse tüm benzer kuruluşlar da kendilerine kıyak mı kıyak yabancı adlar seçiyorlar. Böylece Royal Center’lardan, Airport Hill’lerden, Simplicity’lerden (ben buluş diye buna derim işte!), West Blocks’lardan, İstanbullounge’lardan, Mytowerland’lerden, Novus Residence’lardan, Aqua City’lerden, Bosphorus City’lerden geçilmiyor. Patronlarımız yaratıcılığı Kelebekia ya da Turquality gibi kıyak mı kıyak adlar üretmeye kadar götürüyorlar.
Ama kimilerine bu kadarı da yetmiyor: sıra artık Türkçe’nin yapısını da yerle bir etmeye gelmiş olmalı ki bir radyoda birileri ikide bir “Haber Türk Radyo Medya Kritik programıyla devam edecek!” diye yineleyip duruyor.
Hadi rastgele!
ünlü bir Alman dilbilimci, Max Muller, 1861’de yayımlanan Dil bilimi üstüne adlı yapıtında, “Türkçe öylesine uyumludur ki insanda bir bilginler kurulunun yaratımıymış gibi bir izlenim uyandırır”, diye yazmış olan bir başka dilbilimciyi, büyük olasılıkla Fransız dilbilimci Pierre-François Viguier’yi andıktan sonra, “Hiçbir kurul böylesine güzel bir dil yaratamazdı”, diye yazmıştı. Aynı yazar hâlâ yaşasa da bu günleri görseydi, “Hiçbir ulus da kendi anadilini Türkler kadar küçümsemezdi”, diye eklerdi kuşkusuz, böylece de, bir kez daha, gerçeği dile getirmiş olurdu.
Hiç vicdan yok sizde.
Hiç
Bu örneklerin size yeterince inandırıcı gelmemesi durumunda, aynı gazetede biraz da haberlere göz atarsanız, plan, proje, rapor, sistem, servis, program, operasyon, platform, eleman, sembol, slogan, panik, toksik, doz türünden Batı dillerinden gelmiş sözcükleri bir zamanların çok bilgin bir yazarı gibi “fethedilmiş” değerler ya da hareme katılmış “cariyeler” olarak değerlendirseniz bile, konjonktür, kriz sinyali, stop list, anti-laik, yorum linkleri, asamble, parametre, potansiyel, revizyon, militan, enstrüman, kriter türünden öğeler hem kafanızı karıştırır, hem rahatınızı kaçırır.
İşte, buyurun: Show, Star, Sky, CNN Türk (Sienen Türk), NTV (Entivi), Cine5 (Sine beş), CNBC-E (Sienbisi-ey): on altı televizyon kurumumuzdan yedisinin adı yabancı. “Olur böyle şeyler”, diyorsanız, bir de tek bir günün (pazar) izlencelerini gözden geçirin: CNN’ de beş izlenceden dördünün adı tümüyle yabancı sözcüklerden oluşuyor, birinin adı yarı yarıya: Spor vizyon, Futbol mania, Cosmopolis, Finans analiz, Pozitif eğitim, STAR’da dört izlence adı tümden gâvurca: Dekodizayn, Pop Star Alaturka, İbo Show, Homedram; SKY’da iki: Time out, Futbol aktif; NTV’de iki: Futbol aktüel, La Liga; CİNE 5’te üç: Viva Show, Cinecity, Beckstage. HABERTÜRK’se, adına yakışır bir biçimde, tam beş izlencesine yabancı dilde adlar vermiş: Habertürk Weekend, Reel sektörde geçen hafta, Full ekran, Aktüalite, The Most. Bir de tüm televizyonlarımızda bir haftanın izlencelerinin adlarını belirlemeye kalksanız, başınız döner ve, büyük olasılıkla, büyük halk ozanının dizesini anımsarsınız: “Dilleri var bizim dile benzemez”.
Bir başkasını dinlemeyi deniyorsunuz, o da çok sıkı bir dilmen, daha nice yandan çarklı kalıp yanında, bir “itibariyle”dir tutturmuş, her yere sokuşturuyor: “Saat bir itibariyle size döneceğim”, diyor, “Bu mevzu bilim itibariyle bana saçma görünüyor”, diyor. Ne yapsın adamcağız, “Saat birde”, dese, bizim düzeyimize inmiş olacak. Bu tür üstatlar, doğru, yanlış demeden, fransızca, ingilizce, arapça, acemce sözcük ve deyimler kullanmayı da bir ustalık göstergesi sayıyorlar. Haksız da sayılmazlar doğrusu: “Ne yapalım, böyle bir kabuliyet var”, dediler mi akar sular duruyor.
“Peki, neden benimseniyor bu sapmalar, sayıları neden her gün biraz daha artıyor?” derseniz, yanıt açık: kimi doğru tutumun bu olduğunu sanıyor, kimi de bilmeden, düşünmeden, hep bu sözcük ve bu kalıpları işitiyor, hep bu sözcük ve bu kalıpları görüyor ve, ayrımına bile varmadan, usuna önce bu kalıplar geliyor da ondan.
Her alanda olduğu gibi dil alanında da şaşırtıcı bir gelişim yaşıyoruz: sokaktaki adamından televizyondaki sunucusuna, meclisteki politikacısından gökdelendeki iş adamına, kürsüdeki profesöründen gazetedeki yazarına, yabancı öğelerle, yanlışlarla dolup taşan, yandan çarklı bir türkçe kullanıyor herkes. Benim gençliğimde yazarlığın birincil koşulu dilini düzgün ve doğru kullanmaktı. Bugün hem anlam, hem kurgu açısından dil yanlışlarıyla dolu kitaplarla büyük romancı ya da büyük düşünür oluvermiş bir düzine yazar sayabiliyorsunuz. “Üstatlar”ın yanlışını göstermeye kalktığınız zaman da onlara değil, size kızıyor, “Ne var bunda? Adam anasının dilini bildiği gibi konuşup yazamayacak mı, yeni güzellikler yaratamayacak mı?” diyorlar. Evet böyle, yanlışlar yaratıcılık sayılıyor artık.
önümüzdeki ders yılının açılışında rektör bey cüppesini giyip sapına kadar ingilizce bir açılış konuşması yapar, arkasından da profesörler, doçentler, yardımcı doçentler, asistanlar ve öğrenciler amfide, sınıfta, kitaplıkta, koridorda ve bahçede Coniler gibi ingilizce konuşmaya başlar, ağız dalaşlarında da masaya yumruğu indirip “One minute! One minute!” diye gürlerler.
Ama benim gibi çağdışı kişilerin usuna birtakım sorular geliyor ister istemez: iyi, güzel de bu beklenmedik kararın nedeni neydi acaba? Çok değerli öğretim üyelerinin derin bilgilerini, büyük buluşlarını dile getirmelerinde türkçe yetersiz mi kalıyordu? Üniversite ingilizce öğretime başladıktan sonra, öğretim üyelerinin ve öğrencilerin algılama yetileri ve bilgi düzeyleri birdenbire yükselişe mi geçecekti? Hayır, tam tersine, insanların düşüncelerini en iyi kendi dillerinde geliştirdikleri ve en iyi kendi dillerinde ilettikleri dilbilimcilerin öteden beri vurgulayageldikleri bir gerçek, çift-dillilikse ancak çok özel koşullarda erişilebilen bir durum. Öğretim üyelerimizin gerçekleştirecekleri büyük buluşlar da türkçenin az bilinen bir dil olmasına karşın dünyayı aydınlatmakta fazla gecikmezdi.
Blaise Pascal’ın bir sözünü mırıldanıyorum: “İnsanların başına ne geliyorsa, tek bir şeyden, bir odada rahat rahat oturmayı bilememelerinden geliyor”.
“Paris’in kalabalık caddelerinde de böyle çarparlar mı insana?” derdim içimden. 1965’te, Paris’e ilk gidişimde dikkat ettim: hayır, Boulevard Saint-Michel de kimi saatlerde İstiklal Caddesi kadar kalabalıktı, ama gelip geçenler hemen hiç çarpmıyorlardı insana, çarpınca da özür diliyorlardı. Aynı gözlemi daha sonra da sık sık yaptım: hayır, havasından mıdır, suyundan mıdır, nedir, bu kentte yaşayanlar kolay kolay çarpmıyorlardı birbirlerine. İstanbul’daysa, insanlar çarpmakla yetinmiyorlardı artık, itiyorlardı da. Bu karşılaştırma benim için hiç de iyi olmadı, hele şu son zamanlarda bir saplantı olup çıktı nerdeyse: bunca yıldır yaşadığım, çok da sevdiğim şu kentte ne zaman aykırı bir durumla karşılaşsam, hemen Paris geliyor usuma, “Paris’te böyle bir şey olabilir mi?” diyorum, yanıt da yüzde doksan dokuz olumsuz, dolayısıyla can sıkıcı oluyor.
Georges Gusdorf “Dürüst söylevciler de olabilir, dürüst olmayan söylev sanatıdır”, der.
Çölde peygamber olunabilir, yazar olunmaz.
Flaubert “Benim zavallı yaşamımda sözcükler birer serüvendir”, diyordu.
Biliriz, çoğu romancılar göğüslerini gere gere gerçek dünyayı yansıttıklarını söylerler bize, kişilerine bizim de taşıdığımız adlar, bizim de yüklendiğimiz uğraşlar verirler, bizim kentlerimizde, bizim köylerimizde dolaştırırlar onları, yaşadıkları sokağın adını, oturdukları evin kapı numarasını belirttikleri bile olur. Bununla birlikte, romancı dünyayı en doğru biçimde yansıtmaya çalıştığı zaman bile, bizim dünyamızdan farklı bir dünya ve bizim benzerlerimizden farklı kişiler söz konusudur. Bu da uğraşının doğasından kaynaklanır:
“Yazmak anımsamaktır. Ama okumak da anımsamaktır”, diye ekleyen François Mauriac da öyle. Ama her ikisi de gerçekte yalnızca romanı, belki romanın da belirli bir türünü düşünür.
Show, Star, Sky, CNN Türk (Sienen Türk), NTV (Entivi), Cine5 (Sine beş), CNBC-E (Sienbisi-ey): on altı televizyon kurumumuzdan yedisinin adı yabancı. “Olur böyle şeyler”, diyorsanız, bir de tek bir günün (pazar) izlencelerini gözden geçirin: CNN’ de beş izlenceden dördünün adı tümüyle yabancı sözcüklerden oluşuyor, birinin adı yarı yarıya: Spor vizyon, Futbol mania, Cosmopolis, Finans analiz, Pozitif eğitim, STAR’da dört izlence adı tümden gâvurca: Dekodizayn, Pop Star Alaturka, İbo Show, Homedram; SKY’da iki: Time out, Futbol aktif; NTV’de iki: Futbol aktüel, La Liga; CİNE 5’te üç: Viva Show, Cinecity, Beckstage. HABERTÜRK’se, adına yakışır bir biçimde, tam beş izlencesine yabancı dilde adlar vermiş: Habertürk Weekend, Reel sektörde geçen hafta, Full ekran, Aktüalite, The Most.
Benim gençliğimde yazarlığın birincil koşulu dilini düzgün ve doğru kullanmaktı. Bugün hem anlam, hem kurgu açısından dil yanlışlarıyla dolu kitaplarla büyük romancı ya da büyük düşünür oluvermiş bir düzine yazar sayabiliyorsunuz.
“Su, ne tadın, ne rengin, ne kokun var, anlatılamazsın, tadılırsın yalnız, anlaşılamazsın. Yaşam için zorunlu değilsin, yaşamsın. Duyularla açıklanması olanaksız bir hazla işlersin içimize. Tüm güçler de seninle birlikte varlığımıza dolar. Senin yüceliğin sonucu, yüreğimizin tüm kurumuş pınarları yeniden gürülder içimizde.”
“Şu dünyada katlanılmaz olan tek bir şey var: kendi sıradanlığının duygusu.”
“Kimsenin yaradılışında güzeli güzel olmayandan seçmek gücü yoktur, bunu doğa kimseye vermez, bütün niteliklerimiz, bütün usul (aklî) artamlarımız (meziyetlerimiz) bize çevremizden, öteki kişilerle alışverişimizden geçer.”
“Hamlet’in kahramanı ya da baş kişisi Prens Hamlet’tir, Cimri’nin başkişisi Harpagon, Madame Bovary’nin başkişisi Emma Bovary’dir”, dersiniz. Ama konuya böyle yapıt adlarından girdiniz mi iki ad birden içeren romanlar ve oyunlar gelir usunuza, Flaubert’in Bouvard ile Pécuchet’si (Bilirbilmezler) gelir örneğin, Shakespeare’in Romeo ile Juliette’i, Reşat Nuri Güntekin’in Leyla ile Mecnun’u, Talip Apaydın’ın Ferhat ile Şirin’i gelir, bu yapıtların içeriğini ve kişilerinin işlevlerini düşünürsünüz, yavaş yavaş Balzac’ın Goriot Baba’sı ya da Eugénie Grandet’si gibi tek bir kişinin adını taşıyan romanların bile birbirine eşit düzeyde birkaç kahraman içerebildiğini saptarsınız, Dostoyevski’nin Karamazof kardeşler’ininse, adıyla bile birden fazla kahraman ya da başkişi içerdiğini gösterdiğini.
Gerçekte, Dostoyevski, Balzac, Flaubert, Zola (ve hiç kuşkusuz Sophokles ve Shakespeare) gibi sanatçıların “başyapıtı” yoktur, “başyapıtları” vardır: Budala da, Cinler de, Karamazof kardeşler de, Kumarbaz da birer başyapıttır.
Kendimden örnek vermemde bir sakınca yoksa, ben, yalnızca yazınsal nedenlerle, Ben ve öteki’yle belirginleştiğini düşündüğüm yazınsal kişiliğime fazla uzak düştüğü, üstelik parçaları arasında belirli bir birlik de bulunmadığı için, ilk öykü kitabımı dolaşımdan çıkardım, yeniden yayımlanmasını istemedim, kitaplarım arasında adını anmıyorum. Ölümümden sonra yayımlanmasını da istemem doğrusu. Ama şurada burada yaşamöykümü verenler ya da öykücülüğümü inceleyenler bu kitaptan söz edip etmemek konusunda benden izin istemiyorlar, istemeleri de gerekmiyor.
Yıllar önce, bir başka yerde, “Okura ulaşmış yapıt tümüyle yazarının değildir artık, bir bakıma aynı yapıt da değildir; doğru ya da yanlış, öznel ya da nesnel, tinsel ya da özdeksel, her türlü yoruma açık olması nedeniyle, çoğu kez yazarının bile usundan geçirmediği anlamlarla yüklü, karmaşık bir alandır”, diye yazmıştım.
Adına yaraşır bir romanı, bir öyküyü ya da bir şiiri bitirdiğimizde düş ve düşünce dağarcığımıza bir şeyler eklenir ister istemez,
kendimize ve dünyaya ilişkin duygu ve bilgilerimize yeni öğeler eklenir.
Flaubert “Benim zavallı yaşamım da sözcükler birer serüvendir”, diyordu. Öyledir, yazma ediminin kendisi de bir serüvendir, okurken de, yazarken de kendi kendimizi tanır, benliğimizi zenginleştiririz: serüven kısa sürede yetişime dönüşür. Yazar da, yapıtına son noktayı koyduğunda yalnızca sanat düzleminde değil, duygu, düşünce, hatta bilgi düzleminde de eskisinden daha zengindir.
Hiç kuşkusuz, herhangi bir hıristiyan, onun önünde diz çöktükten sonra, kendi öznel, zengin ve karmaşık kutsalına doğru yol alabilir; ama haç, tek başına, kutsalı gösterir yalnızca, hiçbir zaman açıklamaz. Tıpkı bir mezar taşının üstündeki haçın mezarda yatan ölünün bir hıristiyan olduğundan öte bir şey açıklamaması gibi.
Balzac’ın Rastignac’ı, Rubempré’si ve daha nice kişisi, Flaubert’in Frédéric Moreau’su, Charles Bovary’si, eczacı Homais’si ve daha nice kişisi, Dostoyevski’nin Prens Muşkin’i, Nastasia Filipovna’sı, Raskolnikov’u ve daha nice kişisi anılarımda hep birer tanıdık olarak kaldı, serüvenleriyle deneyimlerimi, duygularımı ve bilgilerimi zenginleştirdiler. Ama, yazınla uğraşanlar çok iyi bilirler, bu olgunun nice zamandır kullanılagelen bir adı vardır: gerçeğebenzerlik.
hep bir şeyler alıyoruz başka toplumlardan, aldıklarımızın kimilerini kolaylıkla benimsiyor, kimilerini benimsemekte zorlanıyoruz, ancak, zaman içinde, aldıklarımızın büyük çoğunluğu yabancılığını tümden unutturtacak kadar bizim ve bizden oluyor.
Yazın yapıtı biçimiyle olduğu kadar da içeriğiyle tanımlanır. Daha da önemlisi, içerik biçimi, biçim içeriği koşullandırır, bir başka deyişle, içerik biçimle, biçim içerikle vardır. Bu açıdan bakılınca, belli bir oluntu ya da belli bir imge romanın da, öykünün de, şiirin de içeriğini oluşturabilir, ama romanda başka, öyküde başka, şiirde daha başka bir içeriktir.
Öğrenciler için İngilizce bilme koşulunu getirmek yasal ve doğru bir tutum mu?
Yazınsal yapıtlar, best-seller’ların tersine, bireysel söylemler olarak, bireyden bireye ulaşan, dolaysız iletişim niteliği taşır, bunun sonucu olarak da bize dört bir yandan gelen kalıp-söylemlerin tersine, farklı oldukları kadar geçerli söylemler sunarlar. Adına yaraşır bir romanı, bir öyküyü ya da bir şiiri bitirdiğimizde düş ve düşünce dağarcığımıza bir şeyler eklenir ister istemez, kendimize ve dünyaya ilişkin duygu ve bilgilerimize yeni öğeler eklenir.
Yazın yapıtı biçimiyle olduğu kadar da içeriğiyle tanımlanır. Daha da önemlisi, içerik biçimi, biçim içeriği koşullandırır, bir başka deyişle, içerik biçimle, biçim içerikle vardır. Bu açıdan bakılınca, belli bir oluntu ya da belli bir imge romanın da, öykünün de, şiirin de içeriğini oluşturabilir, ama romanda başka, öyküde başka, şiirde daha başka bir içeriktir.