İçeriğe geç

Cool Anılar 1-2 (1980-1990) Kitap Alıntıları – Jean Baudrillard

Jean Baudrillard kitaplarından Cool Anılar 1-2 (1980-1990) kitap alıntıları sizlerle…

Cool Anılar 1-2 (1980-1990) Kitap Alıntıları

Bedenlerin karanlıktaki yakınlığı, nesnelerin dokunsal izdihamı, arzuların rüyadaki karmaşası -temel nitelikler işte bunlar; bunlar gecenin de temel nitelikleri.
Kanın tene, anlamın kelimelere dokunduğu* yere değebilirsiniz* ancak -özellikle gözlere; bedenin, cinsellik karşısında yumuşak ve kör kimi bölgeleri, ne ele geçirilmeyi severler ne de şiddetli okşamaları.
Gizemli deyim: Tenin kıyılarında.*
Kaygan bir taşın üstünde zar halinde akan su onu erotik kılmak için yeterlidir. Kayan her şey haz verir; rüzgar bile. Neden yağ ya da çamur da haz vermesin?
Ömer Hayyam’ın baştan çıkarma için söylediği yüce sözler:
Tek bir özgür insanı tatlı dille köle yapman, bin köleyi özgürleştirmenden yeğdir .
Bütün erkekler, herhangi bir kadın ya da herhangi bir kadın imgesi tarafından artık üstlenilmiyor olmaktan müthiş korkarlar. Hiçbiri, bir kadın imgesi onları mutlaklaştırmadan yaşayamaz.
Eğer birbirimize çarpıyorsak bu, gölgelerimiz doğrulsun ve buluşsun diyedir. Eğer kavuşuyorsak bu, bizden başka yargıç olmadığı içindir.
Ve göz kapaklarımın altında, onun çıplaklığının yumuşacık hologramını saklıyordum.
Göğün toprağa kayıtsızlığı: Yağmak istemiyor.
Ruhun nesnelere kayıtsızlığı: Onlarla bütünleşmek istemiyor.
Dudakların söze kayıtsızlığı: Susuyorlar.
Düşün gerçeğe kayıtsızlığı: Onu bağışlamak istemiyor.
Tutkulu olmayı oynadım, şefkatli olmayı oynadım. Ayrılığı oynadım, hüzünlü olmayı oynadım. Nasıl, daha önce baştan çıkarmanın seyirliklerinde elimden geleni yaptıysam hüznün ifade edilmesi için de elimden geleni yaptım. Bununla birlikte kimi kez, düşüncelerin görünümünü vermekten ibaret kalmışım gibi geliyor. Yine de çıkış yolları olmayan kurgusal bir dünyada bizim bulmamız gereken tek çıkış yolu bu: Bir düşüncenin en başarılı işaretlerini yaratmak.
Ya da çıkış yolu olmayan duygusal bir dünyada: Bir tutkunun en başarılı işaretlerini yaratmak.
İnsan kendini dilin ihanetinden korumalı.
Kar, doğaüstü bir yavaşlıkla yağarken, ölmek için yaşamaktan daha derin nedenler var gibi geliyor. Ve belki de daha çok sayıda.
İki kopma biçimi: Birinin nedeni uzaklık, diğerininki fazla yakınlık. Yükle gelen kopma, cazibeyle gelen kopma. Böylesi bir yakınlık, günden güne, çöldeki binlerce kilometre boyunca, bir cinayet kadar tahammül edilmez olabilir. Nitekim böyle oldu.
Kadınların elleri, simgesel olarak cinsellikten çok daha gerçek ve berrak.
Eller ve saçlar.
Ellerinin, bakışlarından çok daha baştan çıkarıcı olduğunu söyleyene, gözlerini hediye ettiği gibi, ellerini de kesip verir miydi acaba?
Bizi bekleyen, artık ne histeri ne de şizofreni; hatta paranoya bile değil (aslında, mantıksal olarak gelecek zamanlarda paranoyanın üstünlük kurması beklenir). Kısa ya da uzun vadede bizi bekleyen hastalık melankolidir. Kendi habercisi olan hastalık hastalığıyla birlikte; kapanımın etkisiyle dört yandan kuşatılmış, aşırı uyarılmış, hüzünlü bedenlerin ve organların gülünç bir alameti farikası sayılan hastalık hastalığıyla birlikte.
Dünya bir seminere dönüştü. Her şey bu akademik ve bıktırıcı biçimden geçiyor. Kimi varoluşlar ise, sürüp giden seminerden ibaret; bu sırada, Kültür’ün gölgesine kazılmış serin bir mezar yeri için ayrıcalık bekleniyor. Son Yargı devasa bir Sempozyum’a dönüştü; yol ve konaklama masrafları karşılanıyor.
Kitle iletişim araçları bizi şiddetle, savaşla ve bayağılıkla uzlaştırıyorlar. Reklamcılık denen bu nikâh ayini ve bu yağla kutsama töreni bizi yapay çevremizle uzlaştırıyor. Hayvanlar bile bu uzlaşmanın, bu yuva düzeninin kokusunu aldılar. Sanal olarak insanı, diğerlerini yok eden son tür olarak tanıyorlar. Allah’tan o, Schnitzler’in dâhice sezgisinde de belirttiği gibi, sistemli biçimde kendi yuvasını yok ediyor. Zamanla bir virüse dönüştüğünden, kendi barınağını ve kendi tapınağını talan ediyor.
Köylüler, kuşaklar boyunca bütün hayatlarını çalışmakla geçirdiler; onların harcadığı kuvveti aylaklıkla tüketiyoruz.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Belki de televizyonun icat edilmesinin tek nedeni, hoş ve dolambaçlı bir yoldan, görüntünün sessizliğine sahip olduğu bütün kuvveti iade etmektir.
Dil, acı çekmeye fırsat bulamadan cümlenin sonuna gelmiş olmak gerekir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Hayatın ilkel durumlarından biri de saklambaç oyununda yaşanır. Herkes sizi ararken saklanmış olmanın verdiği o ürperti, sizi buldukları zaman yaşanan o tadına doyulmaz apansız korku, sonra sizi bir başınıza bıraktıklarında hissedilen o panik. Bu oyunda çok iyi saklanmamak gerekir. Oyunu çok iyi bilmemek gerekir. Oyuncu, hiçbir zaman oyunun kendisinden büyük olmamalıdır.
Zaten aslında hiçbir zaman gece gelmez; nesneler, günün sonuna doğru yorulup kendi sessizliklerine çekilirken geceyi salgılamaya başlarlar.
Sevinçle bozup yok ettiğimiz şeyi hüzünle yeniden kuruyorlar.
Köleliğin sessizliği yerine özgürlüğün fırtınalarını tercih ederiz .
İyi de, günümüzde özgürlük hiç de fırtınalı değil, kölelik de sessiz kalmıyor.
Günümüze egemen olan özgürlüğün sessizliği.
Aslında ne özgürlüğün önemi kaldı ne de köleliğin; değerlerin belagati öldü.
Belki de gözlerimiz bir fotoğraf filminden ibarettir. Biz öldükten sonra onu çıkarıp bir yerlerde banyo edecekler ve Cehennem sinemasının ekranında hayat hikâyemizi anlatmak için gösterecekler birer birer; ya da yıldızların bulunduğu boşluğa mikrofilm olarak gönderecekler belki.
Boulogne Ormanı’nda bir travestiyle karşılaşmak. Homoseksüelliğin hayaleti değil aslında; işaretlerin dehşetengiz bozulması. Vodvil benzeri cinsel yanılmaca değil; hiçbir şeyden yola çıkmadan kadının ifade edilmesi oyunu, ortada kadın olmaksızın kadına dair işaretlerin varlığı.
Hegel: Toplumun adaletsizliği; iktidarın ne olduğunu anlamak durumunda olanların astlar olmasıdır.
Yok olmak; ne hayata ne de ölüme denk düşen bir muamma hâlini almak.
İrade çağında değil, keyfilik çağında yaşıyoruz
Anomi değil, anomali çağında yaşıyoruz
Olay değil, olasılık çağında yaşıyoruz
Erdem değil, gizillik çağında yaşıyoruz
Güç değil, potansiyel çağında yaşıyoruz vb, vb.
Nükleer tehdit hakkında söylenebilecek her şey söylendi. Hiçbir şey olmadı. Denizaltılarımıza zarar verilemez, rakiplerimiz de bunu biliyor zaten, vb . Hiçbir şey olmayacak. Kayıtsız bir dehşet sistemi. Ancak biz, bu sanal yok etme çabasıyla saydamlaştırıldık. Hiçbir zaman böyle bir şey olmayacağı olgusuyla yok edildik. Bu kesin bekleyiş, bizim geçici sonsuzluğumuz artık.
İki kopma biçimi: Birinin nedeni uzaklık, diğerininki fazla yakınlık.
İki kopma biçimi: Birinin nedeni uzaklık, diğerininki fazla yakınlık.
“İki kopma biçimi: Birinin nedeni uzaklık, diğerininki fazla yakınlık.”
İki blok arasındaki sürtüşmelerde ve silahlanma yarışında, bir sağırlar diyaloğu değilse de belli bir diyalog vardı ve oyunun kuralı savaş çıkmamasıydı. Şimdi artık, ölümün antagonizması geçerli. Ötekinin kanını ve gücünü ilk tüketen oyunu kazanmış olacak. İşte, böyle bir savaş yaşanıyor günümüzde; bir önceki terör, yani nükleer terör temiz ve soğukken, bugün yaşadığımız terör soğuk ve kirli. Soft and dirty. Borcu temizlemek, uyuşturucudan arınmak? Mümkün değil. Batı’nın kredi bankaları uyuşturucudan kazanılan aklanmış paralarla ayakta duruyorlar. Batı’daki bütün kan nakillerinde yoksul ülkelerin kanı kullanılıyor. Soğuk savaşların ahlaksız çemberi, paranın ve morfinin virüs kılıklısı.
Adını unuttuğunuz bunca insanın arasında dolaşmak kör olmaktan farksız. Adlarla yüzlerin bellekten silinmesi, gün ışığının gözleri karartmasına benziyor.
Yapay Zeka’nın dört bir yanı kuşatmasıyla birlikte entelektüeller de yok olmaya hazırladılar kendilerini; tıpkı, sesli sinemanın ortaya çıkmasıyla birlikte sessiz sinema kahramanlarının yok olup gitmesi gibi. Hepimiz, birer Buster Keaton’ız¹.
Batı, onu hayatta tutan şeyin bedelini ödemek istemiyor -resmi dünya piyasasında hammaddelerin hiçbir değeri kalmadı. Buna karşılık Batı, paralel piyasada kendisini öldüren şeye, yani uyuşturucuya çok büyük bir bedel ödemeyi kabul ediyor. Bütün dünyada, değerinin üstünde fiyatlandırılan tek ilkel mal uyuşturucu. Dolayısıyla, Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin yapabileceği tek bir şey kalıyor: Canla başla uyuşturucu pazarlamak. Batı’ya altın değerinde yozlaşmışlık ihraç ederek intikamını ölümle alıyor. Sömürülmüş ve kurban edilmiş ülkeler borçlarını ölüm ihraç ederek ödüyorlar.
Gerçek şiir, şiirin bütün belirgin özelliklerini kaybetmiş olanıdır. Eğer şiir varsa, şiirin dışındaki her yerde var.. Felsefede de durum farksız: Eğer felsefe varsa, felsefe eserlerinin dışında her yerde var o. Coşku veren tek şey bu anamorfoz; felsefi biçimlerin felsefe olmayan her şeye böyle dağılmış olması.. Felsefe ve şiir, beklemediğimiz bir yerlerden gelmekte.
Tarihe karşı son derece kötü niyetli davranılıyor: Heidegger, Hitler, kamplar, Terör: Bütün bunlar bir yandan lanetlenip inkar edilirken diğer yandan da medyanın desteğiyle aklanıp yüceltiliyor. Ahlaki akla göre bunlardan hiçbiri yaşanmamış olmalıydı; Kabil’in cinayeti ve Kızılderililerin imhası da.
Makinenin bedene yaptığı her müdahale bir elektroşoktur. Yalan makinesine giren beden, makinenin teknik suç ortağı haline gelir. İtiraf, bir entegre devre gibi çalışan bedenin otomatik ihanetidir. Bu olayda zihnin hiçbir işlevi yoktur. Testler de ve işkencede de bu böyledir: Beden makineyi yansıtır; mekanik olarak kırıp yansıtır onu; zihnin tek yaptığı elektroşokun etkisi altındaki bedenin çırpınışlarını izlemektir.
Bir kenti görmüş olmak yetmez, onun içinden geçmiş olmak gerekir. Bir düşünceyi düşünmüş olmak yetmez, onun ötesine geçmiş olmak gerekir.
Organ nakillerinin, değişinimlerin, melezlemelerin tarihlerinin gönülsüz trajikomedisi. Dört kat çıkmaya bile fırsat vermeyen bir kadın kalbi. Özürlü bir albinoya takılmış bir homoseksüel kalbi. Kendi kurbanını kurtarsın diye katilden çıkarılan organlar (Pennac). İleride bütün bunlar birer toplu oyun olacak ve organ değiş tokuşu yapan kulüpler kurulacak.
Odaya giriyorum ve kapıyı o kadar yavaş kapatıyorum ki farkına bile varmıyor. Kendi yokluğumun tanığı olduğumu hissediyorum. Hiç gürültü yapmadan odadan çıkıyorum.
Köle olma iradesi ile değil de sanki herkes kendi iradesiyle köle olmuş gibi. Herkes istemek, muktedir olmak, bilmek, harekete geçmek, başarmak için gelen uyarılara boyun eğdi ve siyasal hedef tam anlamıyla gerçekleşti: Her birimiz bütün özgürlüğümüzü, kendimizden en büyük verimi almak gibi çılgınca bir iradeye yatırarak köleleştirilmiş, kendini köleleştirmiş birer sistem halini aldık.
Descartes, günde iki üç dakika düşündüğünü söylüyor. Geri kalan zamanda ata biniyor, gününü gün ediyormuş. Peki ya günde on dört saat boyunca düşünen şu modern düşünürlere ne oluyor? Barthes, Japonya’da cinselliğin yalnızca cinsel organda olduğunu, başka hiçbir yerde görülmediğini; Birleşik Devletler’de ise cinselliğe, cinsel organ dışında her yerde rastlandığını belirtiyor. Düşünce için de bu ifadeyi kullanabiliriz: Descartes’ta düşünce, düşüncenin dışında hiçbir yerde görülmüyor; modern dünyada ise düşünceye, düşünce dışında her yerde rastlanabiliyor.
Yorumun, açımlamanın, alıntının, göndermenin hakimiyeti. Burada söylediklerim bile söylemek istediklerimden çok daha fazla.
Modern bir trenin yumuşacık ve yatay yola çıkışı, uçağın kalkışındaki şiddetin tam karşıtıdır. Sanki hayatta tek bir hareketli boyut varmış gibi; kırağıyla kaplı rayların ve tarlaların boyutu.
Dünyayı anlaşılmaz kılan şey cevapların önceden verilmiş olmasıdır.
Düzensizlik ve şiddetin bu denli çok olmasına değil, bu denli az olmasına ve her şeyin bu denli iyi işlemesine şaşırmalıyız asıl. Her bir şoförün saldırganlık oranına, kullanılan malzemenin zayıflıklarına ve trafik çılgınlığına bakıldığında her gün binlerce insanın ölmemesi, pek ender olarak insanların birbirlerini öldürmeleri ve bu uğursuz milyarlarca olasılıktan yalnızca birkaçının gerçekleşmesi büyük bir mucize. Bürokrasideki korkunç düzensizlikleri, ne çok sayıda saçma sapan karar alındığını, kaçakçılığın dünya çapındaki boyutlarını ve vatandaş olmaktan gelen erdemlerimizin nasıl sağa sola savrulduğunu gördükçe insan, dünya denen şu makinenin, her ne pahasına olursa olsun ve atıklarını yörüngesinde sürükleyerek her gün dönebilmesi karşısında hayrete düşüyor.
Tek yeteneğim, başta elektronik aletler olmak üzere makineleri bozmak.
Yüzyıl sonunun saf nekrolojisi¹
Luxurious serenity Lüks esenlik
Spectrum reality Hayalet gerçeklik
Inconditional Shit Koşulsuz bok
Kentleri hiç rahat bırakmıyorlar; sürekli olarak çalışma yapılıyor. Kazılıyor, yıkılıyor, yapılıyor. Bozma, onarma. Lüks evleri ve konforlu çevre düzeniyle, belki yalnızca Kaliforniya’nın tamamen uyuşturulmuş bazı yerleri, yapılmış olanın sürekli olarak yıkılması tehlikesinden uzakta, değişmeyecek bir ortamda dinleniyormuş gibi görünüyorlar. Bedenlerimiz de sürekli çalışır halde tutuluyor; hep endişelendiriliyor, eziyet ediliyor, yenileniyor. Hiçbir zaman dinlenmiş, hiçbir zaman sakin olamıyor. Ruh huzurunun birkaç saati aşmasına izin vermek mümkün değil. Sabırsızlık gelip dayatıyor hemen. Herkes sükûnete can atıyor; ne var ki sükûnet, ruhun kendi dünyasına dalarak son anlarını geçirdiği bir saçmalık olarak algılanıyor günümüzde. Kırlarda, hep uluyan bir köpek vardır.
Simülakrlar günümüzde dünyanın her yerinde gerçekçi versiyonlarıyla kabul ediliyorlar: Simülakrın yanı sıra bir de simülasyon var. En kötüsü de bu yaygınlaştırmanın entelektüel ve mondern versiyonu: Her şey işarettir, işaretler gerçekliği yürürlükten kaldırmıştır, vb. Bundan on yıl önce işaretin bu kadar büyük bir hızla resmi dil halini alacağını kim bilebilirdi? Proletarya gibi, diyalektik gibi, bilinçdışı gibi: Bunlar 2000 yılını bile aşamayacaklar.
Kanser: Kod karışıyor, düzen bozuluyor, kayıtsız hücrelerin çoğalmasına izin veriliyor. Bilgi hastalığı.
AIDS: Bağışıklık sistemlerinin (bedendeki gizli savunmaların) işlemez hale gelmesi. Yakınlık, salgı (sperm, kan, tükürük), temas saplantısı. İletişim hastalığı.
Ya bütün bunlar iletişimin, spermin, cinselliğin, söz salgılarının vahşi ve içgüdüsel bir reddini yansıtıyorlarsa? Ya bütün bunlarda salgıların ve devrelerin yayılması karşısında gösteri len içgüdüsel hayati bir direnç varsa -ya AIDS ve Kanser, yeni ve ölümcül bir patoloji pahasına bizi çok daha vahim bir şeylerden koruyorlarsa ya da en azından bir tür alarm veriyorlarsa? İnsan nevrozu, delilikten korunmak için yapmıştır.
Dünyanın her yerinde düşüncenin yaptığı işlemleri bilgisayarlar yapacak; tıpkı 19. yüzyılda mekanist teknolojilerin bedenin yerini alması gibi beyni eylemsiz bırakacak. İnsanlar, giderek zombilere dönüşüyor. Sanki, daha şimdiden beyinleri çıkarılmış ve omurilikleriyle çalışıyormuş gibiler.
Life itself is a quotation
hayatın kendisi bir alıntıdır
kendimde sizi sevebilecek gücü bulamıyorum
Dil, her şeyin aynı anlamda olmamasını sağlayan şeydir.
doğal savunmaların yok edilmesiyle kendini var edip onların yerine yapay savunma mekanizmaları koyan tıp..
Sıcak nesnel bir uyku gibi.
Siyahlar ile Kızılderililer, yalnızca Beyazların yarattığı teknolojinin kölesi olmakla kalmıyorlar; Beyazların kendi kökenlerine duydukları özlemin de kölesi olmak zorundalar. Ataları olarak onlara hizmet vermeleri ve insanlığın gizemli ve törensel kökenlerine tanıklık etmeleri gerekiyor. İşbölümü: Bazıları fiziksel bakımdan sömürüyor onları; bazıları da onların müziğinden, dansından ve antropolojik tasvirlerinden yararlanarak kültürel besinini onlardan alıyor. Bütün bunlarda çelişkili bir yan yok, hatta tam tersine: Derin bir işbirliği var; kölelerin iş birliği. Avda da böyledir, peşine düşülen hayvanın tamamından yararlanılır: Etinden, boynuzlarından, tüylerinden, kanından, postundan -hatta iç organları, kehanette bulunmak için ve maskesi Tanrı’nın amblemi olarak kullanılır.
Zinovyev’e göre, üçüncü dünya savaşı, sağ kalanların organizasyonu olarak evrensel komünizmi getirecek. Bu bakış açısına göre komünist ülkeler, üçüncü dünya savaşının mutantları, felaketten geriye kalan modeller olacaklar ve yok etmedeki hayaletsi özelliğin izlerini taşıyacaklar. Siyasal gerçek ise şu: Bu devletler, kendi toplumlarının ortadan kalkmasına yol açtılar, kendi halklarını yok ettiler ve kendi düzenlerini bu tür siyaset-ötesi bir temelde yeniden inşa ettiler. Bizler de sonuçları bakımından bütün bunların uzağında değiliz. Yani, sonuçları bakımından üçüncü dünya savaşı yaşandı; onu umutla beklememize ya da ondan korkmamıza gerek yok ve burada, şimdi, aramızda sürüyor bu savaş. Bu yüzden de Zinovyev’in komünizmle ilgili düşüncesi Batı’da yapılan bütün siyasal emperyalist çözümlemelerden çok daha ileride. Onun komünizminin ideolojik ya da tarihsel bir yanı yok artık; çoktandır komünizm, nükleer füzyonu izleyen bir perfüzyon olarak yaşanıyor; hayatta kalmanın imkânlarını yönetiyor, hayatı değil. Bu, nesnesel bir komünizm ve nesneselliğin gücünü taşıyor.
Mafya: Kanlı bir üslupla resmi iktidarla alay edilmesi, ritüellere uygun olarak iktidarın tasfiyesinin sahnelenmesi: Popüler opera. Rezil edilmiş bir iktidar yıkılır mı? Kesinlikle hayır. İpin ucuna bağlanmış eski bir lastik gibi bir sağa bir sola sallanıp durur. Yarattığı acıma duygusuyla sürdürür hayatını. Hiç kimse onu öldürmek istemez. Ne aydın bir bilgelik! Çünkü bizim toplumlarımızın gerçeği, kötü olanı kesip atamamak ve onu içselleştirmek zorunda kalmaktır. Delileri kapatamıyorsak onları içimize almalıyız. Kan çekici ilaçları değil enzimleri devreye sokmalıyız. Eritmek, eritmek, caydırmak.
Eski tip kötümserliğin kaynağı her şeyin kötüye gittiği düşüncesiydi. Yeni tip kötümserliğin kaynağı ise her şeyin iyiye gittiğine duyulan inanç. Serumla gelen kendini iyi hissetme hali, denetimli anestezi.
Yaşlı çirkin kapitalistler kalmadı artık, sebep oldukları acıları bir maske olarak yüzünde taşıyan demirci ustalar da. Canlı, sportif, seksi playboy’lar var ortalıkta; sanayinin gerçek şövalyeleri olarak görülmeli onlar; çevrelerine saçtıkları mutluluğu, yüzlerinde maske olarak taşıyorlar.
Şato teknokratlarının firavun çağı. Her şeyin elektronik sistemlerle kumanda edilmesi hayali, kitlelerin geleneksel ahmaklığını buluyor karşısında. Bütün bir tarih boyunca toplulukların talepleri, bilişim alanında olduğu kadar teşvik edilmemiş, zorlanmamış, ihlal edilmemiştir.
Doğrusu Yerlileri çok iyi ele geçirdik: Büyük bir sükunet içinde yaşarken, ülke kavramına ihtiyaç duymadıkları halde göçebe olarak dolaştıkları toprakları talep etmeyi öğrendiler. Onların bu talebini, hiçbir zaman sahip olmadıkları; sahip olmayı ayıplanacak bir durum ve günah sayacakları bir nesneye çiviledik. Buna karşılık, onlar da bize çok daha ölümcül bir virüs bulaştırdılar: Köken virüsü.
Dış dünyadaki ışımaya karşı: Kanguru kesesinin ya da denizaltı mercanlarının pembe geceleri. Her şey toprağın altına çekilmeyi yada suya dalmayı öğrenebiliyor, ister bilinçdışına isterse kitapların ve toprağın karanlıklarına; her şey, geceye özgü bir yavaşlık yada çeviklikle yer değiştiriyor, hayatta kalma isteğiyle.
Sonsuz uzaylar reklam aracı haline geldi. Bundan böyle, iletişimin yıldızlarla ilişkisini reklam besleyecek. Sessiz yıldızlar ve astroloji burçları yok artık. Noosferi reklam besleyecek. Bakir uzayları sömürgeleştirdikçe, reklamın açılıp saçılan biçiminin şantaj yaptığı alana giriliyor.
Bedenler giderek ağırlaşıyor, yoğunlaşıyor; yavaş yavaş, ağırlığını ve biçimini hemen hiç değiştirmeden; canlının yararlı ağırlığına ölü ağırlık ekleniyor. Esneklik onu terk ediyormuş da yerini yerçekiminin kuvveti alıyormuş gibi. Danstan uzaklaşıyormuş da kütleye yaklaşıyormuş gibi. İlk hareketten uzaklaşıyormuş da ölüme yaklaşıyormuş gibi.
Nereden? Nereden geliyor bize böylesi bir yalnızlık?
Gün gri, hareketsiz; kesintisiz süren tan vakti gibi. Kuşlar bile ne yapacaklarını şaşırıyorlar, bütün gün öterlerdi ancak güneş hiç doğmadı ki bugün.. Akşama doğru sessiz soğuk bir rüzgâr çıkıyor. Mevsimin gerçekdışılığını doruğa ulaştırmak için eksik olan tek şey sıcak bir fırtına. Oysa, kuşlar şakıyor ve insanlar düşünüyor, pazar günü, gizlice.
Kapıları kırarak kendinin dışına çıkmak, yavaşça, nezaketle; kendi içinden elini çekmek, gecenin gelmesiyle birlikte ışığın bir odadan çekilmesi gibi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir