İçeriğe geç

Dünyanın Güçlü Tarafı Kitap Alıntıları – Kerem Işık

Kerem Işık kitaplarından Dünyanın Güçlü Tarafı kitap alıntıları sizlerle…

Dünyanın Güçlü Tarafı Kitap Alıntıları

Göğü delecek kadar uzun gibi hatırladığı ağaçların cılızlığı onu hayal kırıklığına uğratmış, bir zamanlar koşa koşa bitiremeyeceğini sandığı caddeler ona şimdi daracık çukurlar gibi görünmüştü. Büyümek böyle bir şey demek ki diye düşündü. İnsan sonu asla gelmeyecekmiş gibi görünen hırgürün içinde büyüyüp yaşlanıyor ve geriye dönüp baktığında anımsadıklarını birkaç kırık dökük sözcükle anlatabiliyordu.
Onu şaşırtan ikinci mevzuysa, yaşama devam edebilmek için bir şeylerin unutulmasına dair gereklilikti. Bellek, kurbana doymayan amansız bir yasa-koyucudan farksızdı.

Bazı anılar, kişiler, günler ve hatta yıllar sebepsiz yere kurban ediliyor ve gündelik hayat bu ölü toprağın üzerinde tüm görkemiyle yükseliyordu.

Otoyolda kaza yapmış araçların yanından yavaşlamadan geçemeyen, ya da dükkânda ona başsağlığı diledikten hemen sonra yarım kilo Ezine peynir isteyen insanların durumunda olduğu gibi, hayatta kalma içgüdüsü insanı alelade bir canavara dönüştürüverir.
Gündelik canavarlar.
Evet, Şehsuvar yıllar içinde hepimizin zaman zaman sıradanlıktaki kötülüğe kapılıp gündelik canavarlara dönüştüğümüzü düşünüyor ve hatta kötülüğün tam da bu nedenle asla yok olup gidemeyeceğine inanıyordu.
Ona göre asıl tarih akrabaların tuhaflıkları, çocukluk hınçları, karşılık bulmayan içten bir bakış ya da tene saplanan kırık cam parçasından ibaretti. Her oluş ve eylemin birbirini etkilediği bir dünyada kimsenin farkında olmadığı küçük hareketler göz ardı edilemezdi.
Ve sonra o da diğer her şey gibi yavaş yavaş bulanıklaştı, silinip gitti. Geriye yalnızca arzunun tekanlamlılığına ve kuşatıcı nafileliğine karşı beslenen belli belirsiz bir kaygı kaldı.
Hemen önümüzde, aşılması imkânsız çitlerin arkasında tuhaf, cezbedici bir ışıltıyla parlamaktadır arzu nesnesi. Oysa yüksek çitlerin ardına geçildiğinde, hemen her zaman yıkık dökük bahçelerle karşılaşılır.
Çocukluğuna ve ilkgençliğine dair anımsadıklarının gerçekliğini doğrulayabilecek kimse yoktu. Geçmişi düşündüğünde zihninde beliren görüntülerin tamamı uydurma olabilirdi. Sanki öylesine aklına gelmiş gibi. Böyle anlarda, Burada iyiyim diye düşünürdü. Burada, yüzüm aynı anda hem toprağın altındaki geçmişe hem de önümde uzanan geleceğe dönükken Gelecekteki biz de tıpkı toprağın altındaki karanlıkta bırakıp yolumuza devam ettiğimiz geçmişteki biz kadar yabancıydı. Henüz adımımızı atmadığımız saniyeler yığınının üzerinde bir yerde durmuş bu kez kendi geçmişine, yani bize doğru uysalca el sallıyordu. Ona ulaşmak ve o yabancıyı eski bir dost ya da sıkıcı bir komşuya dönüştürmek için birtakım kararlar vermemiz gerekiyordu. Hem de sürekli. Durmaksızın.
Oysa istediği basitti: hızla aklını yitiren dünyada bir parça anlam.
..hakikat, gözlerinin önünde gitgide sıradanlaşıyor, üzerine çullanan kalabalıkların ayakları altında eziliyor, başlangıçtaki bulanık güzelliğini yitirerek gitgide aktarılması güç kanaatlere dönüşüp yavaş yavaş yok oluyordu. Hakiki dünya sayısız canlı ve ölü nesnenin göz alıcı bir yansımasından başkası değildi. Bakışın çevrildiği, ışığın aydınlattığı, gözün görebildiği birkaç nesne.
İki insan arasındaki mesafenin ölçülemeyeceğini daha çocukken sezmişti.
Hafıza unutuşu da içerir
Sabit düşünce ölüdür. Düşüncelerimiz bizimle birlikte hareket ettikçe yaşadığımızın farkına varırız.
…zaman ikiyüzlüdür. Bir yandan insanı sevecenlikle sarmalıyor gibi görünse de, diğer yandan fani olan her şeyi yutup geçer.
Bazı kelimeler özgür kaldıklarında kurşun kadar ağırlaşırlar.
…fotoğraf çekmek avlanmaktan farksızdı. Tek farkla. Hedefi öldürmüyor, aksine onu ölümsüzleştiriyordu.
Parça bütünden önemlidir. Gerçeğe ancak eksiltme yoluyla ulaşılabilir. Beyaz zemin üzerine çizilen beyaz karenin varlığı ancak diğer tüm renklerin eksikliği düşünüldüğünde bir anlam kazanır.
Bir insan icadı olan tarihin doğa için bir anlamı yoktu. Bir leopar ya da ceylan için yaşam uç uca eklemlenen şimdiki zamanlardan ibaretti.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Bazı açılardan tuhaf biri sayılırdı. Zamanın eğip büktüğü bedenler ilgisini çekerdi mesela. Ya da sabit duran bir makinenin hareket halindeki insanları hapsedivermesi. Fotoğraf çekmek tam da bu yüzden büyülü bir eylemdi ona göre. Hareketi eylemsizliğe, hareketsizliğiyse anlama dönüştürebiliyordu.
Hafıza topraktır. Zamanı saniye atlamadan gömdüğümüz kupkuru bir boşluk. Yaşadığımız belli bir anı hatırlamaya çalışırken bu verimli boşluğa kazma sallar, böyle böyle açtığımız çatlakların etrafında döner dururuz. En kötüsü de, aradığımız her neyse onu bulabileceğimize ve hatta daha da ileri giderek küreğin ucuyla dürtüp yokladığımız bir şeyin bir zamanlar gömdüğümüz haliyle durup öylece anımsanmayı beklediğine inanırız.
Dünya içindekilerle birlikte yavaş yavaş ölüyordu. Bu yokoluşa meydan okuyansa, görünmez dişleriyle yüzyıllardır öğüttüğü insan ve hayvan bedenlerinden yepyeni yaşamlar çıkaran topraktı.
Hayatta kalabilmek için bilincin yanı sıra bir miktar bönlüğe de ihtiyaç vardır. Durmaksızın düşünen ve düşünceleriyle dış dünya arasında bir denge kurmayı sağlamakla geçen ömürler çarçabuk heba olup gider.
Bastırılan her şey daha da güçlenerek geri dönüyor.
Hafıza gerçek anlamda bir tuzağa dönüşerek insanı, dünya üzerinde kaygısız bir yaşam sürebilmesini sağlayabilecek yegâne silahından ayırmıştı: unutuştan.
Yıllar içinde toplayıp biriktirdiğimiz anılar da bizim için gerçek anlamda sığınabildiğimiz tek yuvadır. Yaşadıklarımızdan artakalanlarla kendimizi inşa ederken anıların kurucu gücüyle de tanışmış oluruz.
İnsan anlaşılabilen bir varlık değildir. Bakılan yerin değiştirilmesiyle birlikte daha başka pek çok şey değişebilir. Yaşamın belli dönemlerimde mutluluk veren anılar bir süre sonra kişiye musallat olan, nereden çıktığı belli olmayan yara izlerine dönüşebilir.
Fotoğraflara bakarken mutluluğun ya geçmişte ya da gelecekte olduğu hissine kapılıyorum. Şimdiki zaman bir bekleme odasından farksızmış gibi geliyor.
Neydi peki bunca zamandır kaçtığı şey? Neden omzunun üzerinden geçip giden zamana bakmadan duramıyor ya da aslında hiç yaşamadığı bir geçmiş inşa ediyordu?
Silinen anı ardında kendi taşıdığından daha büyük bir iz bırakacak.
Yabancısı olduğu sonsuz şimdiki zamanın içinde kendi hayatını hiç durmadan yoktan var etmeye yazgılı insan bilinmeyeni tanıdık kılarak kendine bir yuva edinmeye, bulunduğu yeri yuvaya dönüştürmeye çabalar.
Bir insanın sonu ne zaman gelir? Öldüğünde mi, yoksa o kişiyle ilgili iyi ya da kötü son anılar da geride kalanların zihinlerinden silindiğinde mi?
Gökyüzüne belli belirsiz birkaç anı kırıntısı bırakarak silinen duygular yok olduklarında nereye gider?
Beden artık aşılması gereken bir engelden farksızdır. Oysa aşılması gereken asıl büyük engel yıllar yılı omuzda taşınan anıların ağırlığıdır. Unutuş işte bu yüzden yaşlanan bedenin can simidi halini alır.
İnsanlar hatırlamaları gereken şeyleri unutuyor, unutmaları gereken şeyleri hatırlıyor.
Anımsayan zihin ruhu göçebeleştirir.
“Biliyor musun,” demişti “aslında hepimiz birbirimizin içinde yaşamayı sürdürüyoruz. Yani sen nereye gidersen git ben senin içinde yaşamaya devam edeceğim. E tabii sen de benim!”
Birbiri üstüne yığılıp istiflenen anılar, yok olup giden kokular, sözler ve dokunuşların doldurduğu terk edilmiş bir müzeden farksızdı zihnimiz. Trajik güzellik.
Bütün yanlışlar özünde gelişmemiş bir kusursuzluk barındırır. Tıpkı tüm doğruların özünde gelişmemiş bir kusur bulunabileceği gibi.
Gerçeklik, önemsiz anlar üzerinde yükselen fazlasıyla önemli bir yapıdır. Anlamı ancak sonradan ortaya çıkan, çoğu zamansa unutulup giden küçük eylemler belirler karakterimizi.
Hayatta kalma içgüdüsü insanı alelade bir canavara dönüştürüverir. Gündelik canavarlar.
İnsan geçmişine olduğu kadar geleceğine de öfke duyabilir. Dışarıdaki muntazam bütünün bir parçası olamayacağını, kendisi için kurduğu hayallerin asla gerçekleşmeyeceğini anlayanların elinde, kendilerini zamanın akışına bırakıp sakin bir hayat sürdürmekten başka seçenek kalmaz.
Bazı kelimeler özgür kaldıklarında kurşun kadar ağırlaşırlar.
Her insan bir zanaatkâr olarak nitelendirilebilirdi. Görünmez yapılar inşa eden ruhsal inşaat işçileri. Ortaya koydukları yapı ise: kendileri.
Geçmişle gelecek arasındaki boşlukta belli belirsiz bir vertigo hali.
Sokakta birini gördüğümüzde, onda asıl dikkatimizi çeken şey genellikle kusuru olur.
Gökyüzünü saymazsak insan ruhu başa çıkılması en güç doğal olgudur. O da tıpkı gökyüzü ve hatta tüm evren gibi anılarla dolup taşar. Evet, gökyüzü anılarla doludur.
Hatırlamakla hatıra farklı şeylerdir.
Yüz kaslarıyla pek çok şey yapılabilir. Karşımızdaki insan yuceltilebilir, küçümsenebilir ya da yerin dibine sokulabilir. Ahlak yüz kaslarıyla inşa edilir ya da ayaklar altına alınır.
Hatırladığımız şeyler bir anda aklımıza geliverir. Gun ortasında yaşanan beklenmedik ışık cakmalari gibi. Hatıralarsa hem bedende hem de zihinde belirli bir duygu uyandırır.
Modern akıl şiddeti yok etmez, onu kontrol etme ve yönlendirme yolunu seçer.
Zihin yaşlandıkça anıların ağırlığı usul usul bedene sızar ve onu iki büklüm eder. Beden artık aşılması gereken bir engelden farksızdır. Oysa aşılması gereken asıl büyük engel yıllar yılı omuzda taşınan anıların ağırlığıdır. Unutuş işte bu yüzden yaşlanan bedenin can simidi halini alır.
Yanıtlar sinir bozucudur.
Zaman ikiyüzlüdür. Bir yandan insanı sevecenlikle sarmalıyor gibi görünse de, diğer yandan fani olan her şeyi yutup geçer.
Bazen babalar çocukların suçluluk duygusudur.
Sen nereye gidersen git ben senin içinde bir yerde yaşamaya devam edeceğim.
Bazı kelimeler arkalarında zihinsel tatlar bırakıyor.
İçim dışıma karışıyor!
Kullanılmayı bekleyen sözcükler kimi zaman insanı tedirgin eder.
Artık burada, evimiz dediğimiz bu yerde kendimizi güvende hissetmiyoruz.
Büyümek zamanın iplerini arzuların elinden alıp düşüncenin ellerine teslim etmektir.
Kötülük amaçsızdır. İyiliğin hemen her defasında belirli bir hedefi, ulaşmak istediği nihai bir nokta varken kötülük rastgele atılan çığlıkları benzer.
Kıskançlık insanı içten içe kemirip fark ettirmeden ondan bir oyun yazarı çıkarız. Evet. Kıskanç insan mükemmel bir oyun yazarıdır.
Şimdiki zaman bir bekleme odasından farksızmış gibi geliyor.
Her gece hayatımın düşük bütçeli bir tekrarını yaşayıp duruyorum!
Bir insanın sonu ne zaman gelir? Öldüğünde mi, yoksa o kişiyle ilgili iyi ya da kötü son anılar da geride kalanların zihinlerinden silindiğinde mi?
Başarı yalnızca kaybetmeye alışkın olanları uyuşturur.
Oysa zaman iki yüzlüdür. Bir yandan insanı sevecenlikle sarmalıyor görünse de, diğer yandan fani olan her şeyi yutup geçer.
Geçmişimizde vazgeçemediğimizi, onu gerçekte olduğu haliyle yani terk edilmiş yıkıp dökük bir müze olarak görmektense ihtişamlı bir malikane, ne zaman başımız sıkışsa bizi orada bir yerde bekleyen eski ve güvenilir bir dost olarak görmeyi yeğlediğimizi söylemiş
Bütün yanlışlar özünde gelişmemiş bir kusursuzluk barındırır. Tıpkı tüm doğruların özünde gelişmemiş bir kusur bulunabileceği gibi.
Böyle zamanlarda kendini kumdan yapılmış bir insana benzetirdi. Yüzüne çarpacak ilk esinti ile beraber etrafa saçılıp yok olacak bir insan sureti.
Kullanmayı bekleyen sözcükler kimi zaman insanı tedirgin eder. Bu elbetteki onların sabırsızlığından kaynaklanır. Dilin ucuna kadar gelen bu uçarı ifadeler, onun pütürlü kavisinden kayıp dişlerin kafesini yırtarak dünyaya gelecekleri, havaya karışıp göğe yükselecekleri anın hayalini kurarlar.“Ben“ de bu sözcüklerden biridir. Bir kez kullanıldığında geri dönüşü yoktur. Bazı kelimeler özgür kaldıklarında kurşun kadar ağırlaşırlar.
Parça bütünden önemlidir. Gerçeği ancak eksiltme yoluyla ulaşılabilir. Beyaz zemin üzerine çizilen beyaz karenin varlığı ancak diğer tüm renklerin eksikliği düşünüldüğünde bir anlam kazanır.
Oysa yüksek çitlerin ardına geçildiğinde, hemen her zaman yıkıp dökük bahçelerle karşılaşılır.
Ancak asıl şaşırtıcı olan, insan beyninin zayıflığıydı. Dünyanın tutsağı olmakta asla vazgeçmeyen beynimizin nafile arzuların etkisi altında bir oyana bir bu yana savrulan biçimsiz bir et parçasına dönüşmesine engel olmak için bir şeyler yapılması gerekiyordu.
Ona biçim verilmeli, her türlü içgüdüsel kurtararak hafifletici meselelere yönlendirmeliydik.Her insan bir zanaatkâr olarak nitelendirilebilirdi. Görünmez yapılar inşa eden ruhsal inşaat işçileri.
Ortaya koydukları yapı ise: kendileri.
Gelecekteki biz de tıpkı toprağın altındaki karanlıkta bırakıp yolumuza devam ettiğimiz geçmişteki biz kadar yabancıydı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir