İçeriğe geç

Okumak ve Yazmak Kitap Alıntıları – Semih Gümüş

Semih Gümüş kitaplarından Okumak ve Yazmak kitap alıntıları sizlerle…

Okumak ve Yazmak Kitap Alıntıları

Gerçeğin kendi ellerinde olduğunu ve o gerçeğin tek yaratıcısı olduklarını öne sürenler, yaşadıkları zamanları ötekiler için cehenneme çevirir.
Hayat bizi o kıyılara götürmüyorsa, kitaplarda yaşamak da var. Okumak tılsımlı bir yaşantı. İnanılır olmayanlara da inandırıyor. “Bu noktada okuma sanatı yazma sanatından çok da farklı değil,” diyor Joyce Carol Oates, “çünkü onun en yoğun hazları da gizli kalmalı, başkalarıyla paylaşılamaz.”
Edebiyat, dilencisi olduğumuz bir hikâye.
Blanchot, “Yazar yapıtın bitmiş olup olmadığını asla bilmez. Bir kitapta bitirdiği şeye bir başkasında yeniden başlar ya da yok eder onu,” diyor.
Llosa: “Okuyabildiğiniz kadar okuyun, çünkü bol miktarda nitelikli eser okumadan zengin ve kuvvetli bir dile sahip olmak mümkün değildir.”
John Fowles, “Bizler her şeyi biliyormuş gibi davranan kişilerden kuşku duyarız,” diyor, “ve bu yüzden biz yirminci yüzyıl yazarlarından birçoğu, birinci tekil şahıs anlatımına doğru itildiğimizi hissederiz.”
Oysa insanın bir ânındaki çaresizliğidir edebiyatı yaratan. Onu olduğu yere mıhlayan bir ruh durumu. Çatışma noktası. Ya da ölü zaman olarak an.
Orhan Pamuk, “Roman yazmanın ve okumanın, özgürleşmek, başka hayatları taklit etmek ve kendini bir başkası olarak düşlemekle ilgili ahlaki bir yanı vardır,” derken yazarlık ahlakını anlatıyor aslında.
“Yalnızca cansız şeyler, oldukları şeye hiçbir şey katmazlar: Bir taş yalan söylemez: Kimseyi ilgilendirmez halbuki hayat, bitip tükenmeden icat eder: Hayat maddenin roman’ıdır.”
Birey olarak toplumdan daha az yararlanırken daha çok ödün vereceksiniz. Daha az sevinirken daha çok üzüleceksiniz. Toplumsal bağlanma bireyliği parçalarken duyarlığı örseler, insanı incitir. Gün olur, ışığını söndürür insanın.
İnsanın kuracağı hayaller geçmişten süzülüp gelen gerçekliğin sınırları içinde kalıyor. Oysa bugün çocuklarımızın yakın gelecekte neler yapabileceğini düşünmek bile çılgınca bir dünya imgesi getiriyor önümüze.
Kitap okurları, okudukları kitapları edilginlik ve çaresizlik içinde değil, daha iyi anlayarak, kendi anlamlarını vererek, dolayısıyla donuk düşünceyle değil, yaratıcı düşüncenin üretkenliğini kullanarak etkin biçimde okumalı.
Sözün derin yapısına eğildiğimizde, kitapların yalnızlıkları paylaştığını, hiç kuşku yok ki gerçekmiş gibi okuduğumuz hikâyeleriyle ve kişileriyle özdeşleştiğimizi, kitaplarda kendi suretimizi gördüğümüzü pekâlâ söyleyebiliriz.
Hikâyeye gönül indirmeden okumayı sürdüreli çok oldu. Romanın hikâyesinin sonunu bilmek okuma keyfimi etkilemez. Asıl odaklandığım yer neyin nasıl yazıldığıdır çünkü. Bu arada okuduklarımdan, özellikle romanlardan doyum alıp almadığımı da düşünmedim.
Yavaş yavaş, anlayarak okumak, işte bu, bulunmaz dünyalar açar insanın önüne. Hızlı okumak hızlı trenle uçup gitmek gibidir, nereden nereye gittiğinizi bile anlayamazsınız. Giderken kaçırdığınız manzaralar kavruk kalmanıza neden olur, oysa yavaş yavaş okumak, verilmiş anlamların arkasına saklı tutulan anlamları da bulup çıkarmak, o kitabı ilk algınızdan bambaşka gösterir. Bu fırsatı kaçırmamak için yavaş okunmalıdır kitap.
Eskiden, bir otuz kırk yıl önce, kitap da azdı. Seçip aldığımız kitabı okuyup bitirirdik. Şimdi ulaşılması olanaksız bir çokluk var, birini okumaya başlayıp da beğenmediniz mi, hemen bırakıverirsiniz. Sırada bekleyen birçok kitap var zaten. Onun için elinizdeki kitabı bitirmeden bırakmaktan suçluluk duymayın. Öte yanda sayısız iyi kitabı okuyamamaktan duyacağınız suçluluk duygusu çok daha önemli olacaktır, yüzünüzü oraya çevirin.
Edebiyat olmasaydı insanın tarihinde, ne olurdu, düşünmek bile tüyler ürpertici.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
İnsan, edebiyattan düşünmeyi, sorgulamayı, eleştirel bir bakış açısına sahip olmayı öğrenebilirse, hayata karşı direnç aşılar. Bunları daha iyi öğrenebileceği başka bir yer de yoktur.
İyi okur hep yazarın yanında durur. Onu izler, bazen onun yerine söz alır, yazarının tamamladığı yerden alır metni ve kendisinden başka hiç kimsenin düşünmediği yerlere uçurur.
Llosa bunun da ötesine geçerek bir romanı biçimlendirip tamamlamanın büyüleyiciliğinin, “sevdiğiniz kadınla günlerce, haftalarca, aylarca dumaksızın sevişmek kadar benzersiz ve baş döndürücü bir deneyim” olduğunu söylüyor.
Edebiyatsız kalan insan, görse görse yalnızca gündelik hayatta yaşadıklarının aynısını görür düşlerinde. O zaman neye yarar o düşler. Edebiyat, gerçek hayatta hiçbir zaman göremeyeceği hayatları insanın düşlerine sokarken benzersiz dünyalar kurmasına, kendisini o dünyaların parçasına dönüştürmesine neden olur.
Gerçeğin kendi ellerinde olduğunu ve o gerçeğin tek yaratıcısı olduklarını öne sürenler, yaşadıkları zamanları ötekiler için cehenneme çevirir. Tarih onların işlediği suçlarla doludur. Edebiyat, kendi gerçekliğini hiçbir zaman gerçeğin ta kendisi olarak dile getirmediği için, herkesin içine koşulsuz gireceği tek dünyadır.
Edebiyat Öyle bir sanattır ki, dokunamadığınız, koklayamadığınız, sesini duymadığınız, gözlerinizle göremediğiniz sözcüklerle yapıldıktan sonra, gerçek hayattan ne anlatıyorsa onu gerçekte olduklarından çok daha iyi ve çarpıcı biçimde gösterir bize.
borges, calvino gibi temel olarak romancı olmayan ama kurmacanın metafiziğini araştıran yazarların etkisiyle 1980’lerden başlayarak dünya romanında ortaya çıkan ve kabaca postmodernist denen yenilikler, romanın -henry james gibi yourcenar’ı da meşgul eden- hakikiliği ve inandırıcılığını artırmış, roman ile düşünme geleneğini sağlamlaştırmıştır.
roman yazmak, seçilmiş sorunları ve anlamları sözcüklerle yeniden anlamlandırıp derin anlamlara dönüştürmektir.
yazdıkları üstüne düşündükleri, yaşayan edebiyatın tartışığı sorunlar arasında yer tutan romancılara düşünceli romancı diyor orhan pamuk.
sokaktaki insanın, okuduğu kitaplarda kendi hayatını aradığını ve bulduğu kitaptan ötekine geçtiğini biliyoruz. yazarlar öyle değil: kendi hayatlarını yazdıklarına sızdırırlar elbette ama onlar okudukları kitaplarda yazdıklarını ararlar ve buldukları yere sık sık dönmekten kaçınmazlar.
yazı, yaşanana yeni anlamlar katarken gerçek hayatın gölgesinde kalmaktan kurtulamaz.
borges, ilkel insan ve çocuk için düşler uyanık yaşamın öyküleridir, diyor. demek ki insan geliştikçe gerçek yaşamdan çıkan kurmacaya varır. yaratıcı yazı, düşlerin yerine sanatçının düş kurma biçimi olarak kurmacayı yarattı, yaşamı kurmacaya dönüştürdü, insan, ilkellikten ya da çocukluktan koptuğundan, kurmaca gerçekliğin ortasına düşmüş oldu.
gerçek hayatın, yerini temsiline bıraktığı tek olumlu yer sanattır. sanatın karşısında, hayat da kendine bakma, kendini sınama, aslında ne olduğunu görme fırsatı bulur. bunun dışında, yanılsamaların esiri olur gerçek.
Mikita Brottman, kapitalist bir ekonominin başarısı, kısmen kitlesel okuryazarlığa bağlıdır, diyor.
okuduklarından ya da yazdıklarından hayatını değiştirecek bir şeyler bekleyenlerin bir sıkıntısı vardır: beklediklerini bulamamak -bir de hoşnutluğu: bu beklentiyle yaşamak.
Ödül kurumunun sahteciliği biliniyorken, genç yazarlar niçin ödüllerin peşine düşer? Kendilerini çaresiz gördükleri için. Oysa bu çaresizliği aşabilenler yazarlık yolunda yürüyecektir.
Tolstoy ve on dokuzuncu yüzyılın büyük gerçekçilik döneminin anlatılan, her şeyi bilen üçüncü kişi anlatımını zorunlu olarak kullanıyordu.
Özellikle üçüncü kişi ve birinci kişi ağzından anlatım, öyle çok ince ayrımlar (nüanslar) taşıyor ki her yüklemin sonunda cümlenin başına dönüp denetlemek gerekiyor; Oldu mu, olmadı mı?
Okuduklarımız hayal dünyamızı günden güne genişletir elbette ama sözgelimi Latin Amerika’nın büyülü gerçekçi yazarlarının geldikleri dünyayla bizimkisi aynı değil. Orada gerçeküstü ya da fantastik, gerçek hayatın doğal uzantısıymış gibi yaşanır ve bütün uydurmalar doğallaşır.
Sahici olmak edebiyatın elbette hep aradığıdır. Gerçekçi olmaksa sizin anlayışınıza bağlı.
Hiç kuşku yok ki Dostoyevki’nin en karmaşık ve derinlikli kişiliği Raskolnikov’tur,
Ne yazılacağı daha çok gerçek hayata dönerek bulunurken, nasıl yazılacağı kitaplardan öğrenilir.
Gerçeğin nerede başlayıp nerede bittiğini ve kurmacanın o gerçeği nasıl dönüştürüp yadsıdığını anlamadan edebiyatın sırlan da anlaşılamaz.
Kurmaca metinler elbette her zaman gerçek olmayan bir dünya yaratır, yalnızca yazınsal dil aracılığıyla, yani çok soyut bir dille gerçek olmayan bir gerçeklik kurar.
Joyce Carol Oates, “İlk karalama tökezletebilir ya da bitkin düşürebilir,” diyor, “fakat bir sonraki karalama ya da karalamalar daha yüksek bir seviyeye geçirecek ve ferahlatacaktır.”
O yıllarda Orhan Kemal apaçıktı, Sabahattin Ali de, Nâzım Hikmet de, yazdıklarını daha iyi anlamak için değil de sevdiğimiz için birkaç kere okurduk; Bilge Karasu ile Leylâ Erbil ya da Ece Ayhan o kadar açık değildi ve daha iyi anlamak için onları da birkaç kere okumaya çalışırdık.
“Yazmak sonu gelmeyeni keşfetmek” olduğuna göre, okumak da sonu gelmeyeni keşfetmenin öteki yoludur.
“Okuyabildiğiniz kadar okuyun, çünkü bol miktarda nitelikli eser okumadan zengin ve kuvvetli bir dile sahip olmak mümkün değildir. ”
Scott Fitzgerald nasıl, “Yalan söylemeyi ve abartmayı beceremiyorsanız, kurmaca yazamazsınız,” diyordu,
Edebiyatta bilimsellik hem kendini hem karşıdakini aldatmaktan başka bir şey değil.
Orhan Pamuk. “Roman yazmak kelimelerle resim yapmak, roman okumak da başkalarının kelimeleriyle kafamızda resimler canlandırmaktır,” diyor.
Tarihçiler gerçeği anlattıklarım öne sürerken, yüzlerce, binlerce yıl önce yaşamış insanları ne kadar gerçekten anlatabilirler.
Postmodemizmin dışına çıkarsak, yazarın araya girdiği ya da kendi duygularını ve düşüncelerini hissettirdiği her yerde kurmaca anlatı bozulmuş demektir.
Kurmaca içinde hiçbir şey gerçek değilse, yazarın gerçek bir kişi olarak metne müdahale edip anlatmaya başlaması da büsbütün yersizdir.
Thomas Bernard Thomas Bernhard’la Konuşmalar’da, “Sokağa çıktığınızda,’’ diyor, “bir şey yapmanıza gerek yoktur, sadece kulaklarınızı ve gözünüzü açıp yürümeniz yeterlidir. Sonra bunlar eve gelip sizin yazdıklarınızın içinde olacaklardır, kendinizi bağımsızlaştırdığınızda ya da bağımsızsanız. Kasıntı ve budalaysanız ya da bir şeyler çabalama peşindeyseniz, bunlardan bir şey çıkmayacaktır.
Yazarın kendini okurun uzanabildiği yerlerden çekip hiç kimseyi umursamadığı ve hiç kimse tarafından umursanmadığı bir adaya sığınması bizde tuhaf karşılanır. Toplumsal olana bir ucundan yapışmanın verdiği sahte mutluluk, sonunda yaşanan düş kırıklıklarını onarmaya yetmez.
“Bu yüzden genç şairlere, önce klasik kalıplarla başlayıp sonra devrimci olmalarını,” söylüyor Borges. Gerçeği öğrenmeden devrimci, öncü olunmaz, demiş oluyor.
“Yalnızca cansız şeyler, oldukları şeye hiçbir şey katmazlar: Bir taş yalan söylemez: Kimseyi ilgilendirmez halbuki hayat, bitip tükenmeden icat eder: Hayat maddenin roman’ıdır.”
Yalnızca “en çok satanlar” listelerine, kitapçıların vitrinlerine, medyanın tuttuğu projektörlerin ışığına bakarak kendi kitap listelerini hazırlayan okurlara ne demeli bilmiyorum,
Edebiyat niçin güçlülerin değil de güçsüz insanların sanatı olmuştur? Dahası, mutluluktan değil de mutsuzluktan, sorunsuzluktan değil de sorunlardan, sevinçlerden değil de acılardan çoğalmamış mıdır edebiyat?
Peki internetin ayıklama yapmadan depoladığı bilgiye birkaç tık ile ulaşıldığında ne çıkıyor karşımıza: sınırsız bir bilgi yığını; doğruyla yanlışın, ölmüşle yaşayanın, nitelikliyle niteliksizin çorbaya çevrildiği bir karışım
Sürekli imaj üretir popüler kültür. Popüler edebiyat da edebiyatın kralı ilan eder kendini.
Ünlü olanın pazarlık gücü yüksektir.
Popüler romanlar ancak gazete köşelerinde geçerli olabilecek ama edebiyatın içinde bayağı sayılacak retorik boşalmaları olarak fırlar öne ya da ille de çekici -okurların da içlerine akmasını istedikleri türden (ne demekse)- hikâyeler anlatır.
Ün, edebiyatın bilinen bir katmanı değil. Orada yaşamaz edebiyat.
Ama nitelik, diyorsanız, onu bırakın bir yana; popüler romanların alıcısı için nitelik değildir asıl olan. Çekici hikâyelerin arkasında, yeni zamanların bütün beğenileri etkileyen düzeysizliği, edebiyat olmayan edebiyatı var
Farklı düşünüp farklı konuşuyorsanız, bakış açınız sizi ayırt ediyorsa, okuduğunuzu herkesten başka biçimde anlamakla kalmayıp gerçeği göründüğünden başka bir görme biçimiyle içselleştiriyorsanız, edebiyata borçlu kalabilirsiniz.
Edebiyatın değersizleşmeye başladığı yer, yazılanın popüler dil ve biçimleri abartmaya başladığı, -Barthes’ın gösterdiği gibi- laf kalabalığı yaptığı, artık bir dil köpüğü olarak kendini kustuğu yerdir.
Yazarın tutkuyla işlediği sözcüklerden ve sözlerden örülmüş bütüncül bir yazı, onu kendi toprağına bağlarken okuru da yazara bağlar.
Hızlı okumak hızlı trenle uçup gitmek gibidir, nereden nereye gittiğinizi bile anlayamazsınız. Giderken kaçırdığınız manzaralar kavruk kalmanıza neden olur, oysa yavaş yavaş okumak, verilmiş anlamların arkasına saklı tutulan anlamlan da bulup çıkarmak,
Değerleri anlaşılamayanlar daha çok sıradışına çıkan, yenilikçi metinler olur.
Türkçe Sözlük de. Bu kitaplar okunmaz diye düşünmeyin, kendi sözcük dağarcığını zenginleştirmek için düpedüz sözlük okuyan yazarlar vardır.
Kitap okuma oranı çok yükseldi belki de, okuyanlar sıradan insanlar, gençler, yoksa ülkeyi yönetenlerle televizyon yıldızlan kitap okumaz.
Okuma kültürünün yükselmesi ve yazınsal metni okuma biçimlerinin zenginleşmesi, bu kez edebiyatımızın daha nitelikli değerlendirilmesine yol açtı.
bağımsız düşünüp davranabilen, yere daha sağlam basan bireyler, tedirgin de eder.
İnsan, edebiyattan düşünmeyi, sorgulamayı, eleştirel bir bakış açısına sahip olmayı öğrenebilirse, hayata karşı direnç aşılar. Bunları daha iyi öğrenebileceği başka bir yer de yoktur.
Yazmak, zor elbette, yeni başlarken daha da zordur. Öykü ya da roman, yazılma sürecinde sıkı ve uzun bir okuma sürecinden geçmeyi zorunlu tutar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir