Rasim Özdenören kitaplarından Yeni Dünya Düzeninin Sefaleti kitap alıntıları sizlerle…
Yeni Dünya Düzeninin Sefaleti Kitap Alıntıları
Büyük sermayenin az miktardaki kapitalistin elinde toplanması, çalışan sınıfı yıpratıcı, ezici bir şekilde kullanan sömürücü ve sadece kazanç fikri ile hareket eden yeni bir sınıfın doğmasını sağladı.
Burada Batı kültürünün “özgürlükle ilgili söylemine atıfta bulunmamız gerekecektir. Kendisini demokratik bir hayat ortamı içinde özgür hisseden Batılı insanın ortaya çıkardığı profil acaba nasıl bir kimliğin habercisidir?
Olayın toplumsal boyutunda, aslında dünya için yeni sayılmayacak, fakat hızla yükselen ve ilerleyen şu değerlerle karşılaşacağız:
• Eş aldatma,
• Cinsel sapıklık,
• Nikâhsız beraberlik
• Porno yayın
• Çıplaklık,
• Teşhircilik,
• Fuhuş,
• Alkolizm,
• Uyuşturucu iptilası,
• Akıl ve ruh hastalıkları,
• İntihar
• Nesepsiz çocuklar,
• Çocuk yaşta anneler,
• Kirlenmiş çevre
• Sefalet ve sefahat.
Yeni dünya düzeni, ana başlıklar halinde sıralamaya çalıştığım bu değerler üzerinde yükseliyor şimdi. Bütün bu değerler, yüceltilmiş bir söylemle dile getiriliyor. Mesela çevre kirlenmesi aslında uygarlığın (!) göstergesidir; nikahsız birliktelik özgürlüğün (!) ifadesidir. Öteki parametrelerin tümü keza özgür (!) hayat ortamının ürünüdür. Her ne kadar söz konusu özgürlük ortamının ürünleriyle mücadele etmek isteyen merciler (hükümet gibi, kilise gibi) varsa da, şeytanın çağrısı daima ağır basıyor ve yeni dünya düzeninin işaret edilen değerleri ümitsiz biçimde ve hızla yaygınlık kazanıyor.
Laiklikle demokrasinin birbirleri için vazgeçilmez kurumlar sayılması ve öyle sanılması, Türkiye’de hâsıl olmuş düşünce garipliklerindendir.
İslâm, aslında kendi yönetiminde İslâm’a inanmayanlara da yer veriyor ve onlara hiç bir demokrasinin ulaşamayacağı hakları bahşediyor: kendi hukuklarını seçme ve ona uyma hakkını Kısaca söylersek İslâm’a inanmadan İslâmî yönetim içinde yaşayan insanlar, demokratik rejimlerde yaşayan Muslumanlardan çok daha geniş haklar içinde ve özgürlüklerine sahip olarak yaşayabilmektedirler.
Hoşgörü rejimi diye tanımlanan demokrasinin, hoşgörüsüz diye nitelenen İslâm’a bünyesinde yer vermemesi mantıklı ve doğru bulunuyor, ancak hoşgörüsüz olarak algılanmak istenen İslâm’ın kendine aykırı düşebilecek görüşlere kucak açması bekleniyor. Burada uygulanan çifte ölçüyü tartışmaya değer bulmuyorum.
İslâm’ın hükümlerini, onu ilâhî referansından kopararak uygulamak, seküler bir uygulama tarzıdır.
Böyle bir uygulamanın uç örneğini, 1948 yılında İsrail devleti kurulduğunda Mecelle’yi yürürlükten kaldırmayarak vermiştir. Yani Müslümanca bir niyet ve iradeyle değil, fakat toplumsal şartlar öyle gerektirdiği için Mecelle, daha bir süre (1960’lı yılların sonlarına kadar) uygulamada bırakılmıştır. Günümüzde bazı ülkelerde şer’î hükümlerin uygulanmasına devam edilmesine rağmen, oralarda İslâmî bir uygulamanın mevcut bulunmadığına kani oluyorsak, bunun sebebi, bu uygulamanın Müslümanca bir iradeyle ve Müslümanca bir niyetle gerçekleştirilmediği ve fakat tarihsel ve geleneksel şartların tecellisi olarak ortaya çıktığı noktasında aranmalıdır.
İslâm’ın hükümlerini, onu ilâhî referansından kopararak uygulamak, seküler bir uygulama tarzıdır.
Şaşılacak husus şudur: Dine karşı bu mesafeli (hatta düşmanca) tavır sadece kendisini laik olarak tanımlayanlara münhasır kalmamış, Müslüman kimliğini reddetmek istemeyenler bile, dinin aslına Batı’dan ödünç alınmış kafa yapısıyla (fakat onun da aslına sadık kalamadan) bakmayı benimsemişlerdir. “Ben Müslümanım ama şeriatçı değilim” diyenlerin durumu, bu bağlam içinde açıklanabilir. Olaya böyle bir kafa yapısıyla bakıldığında, isteyenin zekâtını verebildiği, namazını kılabildiği, isterse faizli işlemlerden sakınabildiği vb. bir ortamda, pekâlâ İslâm’ın hükümlerinin yürürlükte bulunduğuna inanmamak için sebep kalmamaktadır.
Şimdi, bu noktadan baktığımızda Batılı insanın seküler kafa yapısıyla, geçmişinde İslâm’ı yaşamış olan ülkelerdeki insanın seküler kafa yapısı arasında da fark olduğunu ileri sürmemiz mümkün hale gelmektedir: Batı kültürüne mensup insan için dinin kendisi öcü değildir, olsa olsa kurumlaşmış din (kilise) öcü sayılabilir. Oysa Türkiye’de yaşayan ve kendini laik olarak tanımlayan birisi için bizatihi dinin kendisi öcü sayılır; o dine ait her türlü fikir, görüş, kurum, kılık kıyafet, hatta dine ait imalar, telmihler bile onun için birer öcü mesabesindedir.
Batı ülkelerinde dinin siyaset hayatının dışına itilmesi, Türkiye’de bazılarının görmek istediği biçimde olmamıştır. Siyaset hayatının dışına itilen din değil, fakat kurum olarak kilise olmuştur. Fakat bu kavramların İslâm’ın yaşandığı yerlerde karşılığı bulunmadığından, burada kiliseyle (dinî kurumla) ilgili her şeyin bizatihi din olduğu sanılmış ve öyle tercüme edilmiştir. Dolayısıyla da ona göre işlem yapılmıştır.
İslâm’da köleler için sahibine “yediğinden yedirmek, giydiğinden giydirmek” mükellefiyeti getirilirken, Batı kültüründe kölenin insan sayılmaması gibi bir özellik ortaya çıkmaktadır. Köleliğin kaldırılması için sürdürülen mücadelenin böylesine sıkıntılı süreçlerden geçmesinin sebebi bu kültürün geçmişinde aranmalıdır. Nitekim ABD’de köleci zihniyet halen bile bütün şiddetiyle ve canlılığıyla devam etmektedir.
Eğer Batılı ülkeler insan haklarına saygılı idiyseler, bu ülkede sırf şapka giymeyi reddettiği için asılmış, sürgüne gönderilmiş insanlar yaşamışken, acaba Batı ülkelerini harekete geçirecek insan hakları ihlallerinin sözü niçin edilmemişti?
• Keza bu ülkede yaşayan insanların camileri kapatılıp ahır ya da depo olarak kullanıldığı dönemlerde, Batı’nın hâlihazırda insan hakları gibi bir söyleme sarılan mihrakları neredeydiler?
• Bu ülkede yaşayan insanların dinlerinin kutsal kitabını sadece okuyabilmek için gösterdikleri çabaların yasaklandığı dönemlerde acaba bir insan hakkının ihlâl edilmekte olduğu akıllara gelmiyor muydu?
• Gazetelerde dinî konuların yazılmasının yasaklandığı ve başlamış olanların derhal kesilmesi talimati verildiğinde -ki 1940’lı yıllarda vuku bulan bir olaydır- acaba bir insan hakkının ihlal edilmekte olduğu hangi Batı ülkesinin umurundaydı?
• Ve hâlihazırda her ne sebeple olursa olsun başını örtmek isteyen kız öğrencilerin başlarını örtmesini yasaklayan idarî mercilerin bu eylemiyle insan haklarından birini ihlâl ettiği acaba kaç Batı ülkesinin umurundadır?
Başka ülkelerin dãhilî rejimleri Batı âlemini kendi çıkarları yönünden müdahale etmeyi gerektirdiği ölçüde ilgilendirmektedir. Bazılarının sandığı gibi Batılılar demokrasi aşığı olmadıkları gibi, insan hakları konusu da onların ancak çıkar sınırları çerçevesinde ilgisini çekmektedir.
Liberal düşünmenin sonuçlarından biri olarak ortaya çıkan kapitalizmde zenginleşmek için, ırkçılıktan sömürgeciliğe kadar, faizden istifçiliğe kadar mubah telâkki edilmeyen hiç bir şey bırakılmamıştır. Bütün bu gayrı ahlâkî kurumlar, akılcılıkla ve aklîleştirilerek kendi gözlerinde meşru hale de getirilmişlerdir.
İslâm’da zenginlik yoksulluktan üstün tutulmuştur ama, zenginlik hedef olarak tayin edilmemiştir.
Oysa Batı insanında, en azından Rönesans’tan itibaren zengin olmak hedef tutulmuştur. Onu bu hedefinden alıkoyacak bir ahlâk sistemi de mevcut bulunmuyordu. Bilakis, o, kendini bu hedefe ulaştıracak ahlâkı kendi elleriyle icat etmiştir.
Liberalizmin (veya kapitalist sistemin) değer verdiği bazı özellikleri (teşebbüs özgürlüğü, ticaret, şehir hayatı, bilgilenme, dünyayı tanıma, din ve vicdan özgürlüğü, statükocu olmamak vb. Müslümanların özellikleri arasında saymış olduk. Ama saydığımız bu değerler veya özellikler, Müslüman’ı liberal telâkki etmemizi gene de gerektirmiyor. Çünkü bu değerlerin kapitalist âlemde ihraz ettiği anlamla İslâm âlemindeki anlam arasında fark olacaktır. Saydığımız özellikler bir Müslüman’ı ırkçı yapmaya yol açmıyor. Onu faizle iştigal etmeye sevk etmiyor. Irkçılık ve faiz Hıristiyanlıkta da yasaklanmış olmasına rağmen, Rönesans kültürünün ortaya çıkardığı Batılı hümanist insan, dine izafe ettiği profan bakışla, ona kutsal muhteviyatından boşaltılmış kurallar olarak muamele etmekte sakınca görmüyor (görmemiştir). Bu bağlamda Hıristiyan dindarlıkla Müslüman dindarlık arasında da fark olduğunu söyleyeceğiz.
Batı kültüründe, liberal zihniyetin karşıtı muhafazakârlık olabilir; oysa İslâm, bu anlamda muhafazakârlığı (tutuculuğu) da tecviz etmiyor. İslâm’ın ticaret biçiminde, devlet biçiminde katılaşmış modelleri olmadığından, onun temel ilkeleri ihlâl edilmeden günün ihtiyaçlarına göre Müslümanların kurallar geliştirebilmesi imkânına açık bırakılmıştır.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Müslüman’ın kader telâkkisi onu kaderci (fatalist) olmaya götürmüyor; Müslüman, kadere itikat etmekle kaderci (cebriye anlamında) olmak arasındaki çizginin farkında olmuştur. Müslüman, aynı şekilde hem mütevekkildir hem müdebbirdir. Onun tevekkül edişi tedbiri elden bırakmasını gerektirmiyor.
Büyük sermayenin az miktardaki kapitalistin elinde toplanması, çalışan sınıfı yıpratıcı, ezici bir şekilde kullanan sömürücü ve sadece kazanç fikri ile hareket eden yeni bir sınıfın doğmasını sağladı.
Efendi, hayvanlarının bağlılığına güvenebilir, ama kölelerinden hiç bir zaman emin olamaz.
Kısaca söylersek, liberalizmdeki özgürlüğün içeriğinde secularizm (dünyevîlik, dindışılık) mevcuttur.
1. İslâm hukuk kurallarının yürürlükte olduğu bir toplumda yöneticilerin belirlenmesi için oy verme, seçme veya daha genel olarak yönetime katılma prosesi bir şekilde düzenlenmiş olabilir. Bu proseslerin nasıl belirlenebileceği orada yaşayan Müslüman bilim adamları ve hukukçular tarafından tartışılabilir ve bazı sonuçlara, kararlara varılabilir. Durum, bir Íslâm toplumunun iç meselesi olarak değerlendirilecektir. Söz konusu iç mesele muvacehesinde siyasal partilerin kurulmasının uygun olup olmadığı da konuşulabilir. Bütün bu konuşmaların, tartışmaların, alınacak kararların İslâmî bir zemin üzerinde cereyan ettiği hususu hatırdan çıkartılmamalıdır.
2. Aynı konuların İslâm hukukunun yürürlükte olmadığı bir toplum düzeninde tartışılması farklı bir anlam ifade edecektir. İslâmdışı bir hukuk rejiminde, İslâmî siyasal partilerin kurulmasını tecviz eden rejim, aslında, son tahlilde, kendi sıhhatini, hayatiyetini devam ettirebilme gayesini gerçekleştirebilmeyi öngörmektedir. Böyle bir zeminde İslâm’ın hayata geçirilmesi niyetiyle yola çıkanlar, gene son tahlilde, belki de, farkına varmadan, karşısında olduklarını düşündükleri bir nizamın devamına hizmet etmiş olacaklardır.
Böylece aynı sosyal, hukukî vb. kurumların İslâmî düzlemde taşıdığı anlamın İslâmdışı düzlemde taşıdığı anlamla örtüşmeyebileceği anlaşılmaktadır sanıyorum. Bu durum, bizi, İslâm’a ait bazı kurumlar Batı kültürüne ait bazı kurumlara sureta benzese bile, onların künhüne vakıf olmaya zorlamaktadır.
Kapitalizmin temel özelliği faizli sistem olmasıdır. Ve bütün sorunların anası da faizdir. Faiz, üretim maliyetinin yükselmesine yol açar, üretim maliyetinin yüksekliği fiyatın yükselmesini doğurur, fiyatın yükselmesi talebi azaltır, talebin azalması üretimi azaltır, üretimin azalması bazı işçilerin işine son verilmesini gerektirir , bu durum toplum çapında işsizlik demektir.
İnsanların demokrasi talepleri eşitlik, özgürlük, adalet gibi ilkeleri içine alsa da; onların kendi kendilerini yönetme iradesini içerse de, hatta bu taleplerin neticesi, kendiliğinden sosyal refah ortamını sağlasa da, bir Müslüman için bunlarla yetinmesini istemek, onun daha çoğundan mahrum bırakmak anlamına gelecektir. İslâm, insanlara bunları doğrudan vaat etmese bile, onun vaat ettikleri arasında bunlar kendiliğinden ve zaten mevcut bulunmaktadır. Ama insanlar sadece bunları talep etmekle yetinirlerse, onların talebi bunlarla mahdut kalır. Çünkü bir Müslüman demokrasiden daha fazlasını ister; demokrasi ona yetmez.
Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver sen anı
Bana seni gerek seni
Yunus Emre
Bir Müslüman, içinde yaşadığı Islâmdışı toplumsal/siyasal ortamın şartlarına bağlı kalarak onu Islâm’a dönüştüremez ve bu yoldaki çabaları hüsranla sonuçlanır.
Böylece Müslümana, oportünizme sapmadan başının çaresine bakması gerektiği öğütlenmiş oluyor. Onun önünde açık gibi görünen sahte, düzmece çarelenin önü tıkanmış oluyor.
İlk halife Hz. Ebubekir (r.a.)’in, halife seçilince okuduğu hutbede geçen cümleler açık toplum anlayışının örneği sayılmalıdır. “ Allah’a ve Resulü’ne itaat ettiğim sürece bana itaat edin; bu itaatten ayrılırsam sizin de bana itaatiniz gerekmez. Bu sözler, Müslümanların, yani yönetilenlerin yöneticiler üzerindeki denetim hakkını ve özgürlüğünü dile getirmektedir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.