İçeriğe geç

Kalbin Direnişi Kitap Alıntıları – Kemal Sayar

Kemal Sayar kitaplarından Kalbin Direnişi kitap alıntıları sizlerle…

Kalbin Direnişi Kitap Alıntıları

Mecnun olup çöle düşmeyeceksen / Ne Leylâ’yı çağır, ne çölü incit
Televizyonun girdiği her ev artık fethedilmiş bir toprak parçası gibiydi..
Umut ki, insana bağışlanmış en büyük armağandır ve her şey yıkılıp gitse bile, umut varsa, insan vardır.
Hayat acıtır, acıtmıyorsa, hayat değildir.
Bende sığar yedi cihan, ben bu cihana sığmazam.

Nesimi

Kalplerimiz ve ruhlarımız birbirine değdiğinde, yollarımız sabahçı kahvelerinde kesiştiğinde, her birimizin acısını müşterek acımız bildiğimizde, umut şehri büyüyecek. Ne zaman yorulsak hayattan, karşımızdakinin gözlerine bakmak yetecek. Haydi! diyecek o gözlerdeki ışıltı, hayallerimizi birbirine ekleyerek umut şehrini kuralım.
“Bazı kapılar içeriden açılır.
Çağrılmadığın kapıda bekleme.”
Üstelik başarı nedir? Gayrımeşru yollarla servet biriktirmek bir başarı mıdır? Harcıyabildiğinden veya ihtiyacından fazlasını elinde tutmak ve buna ihtiyacı olanlara dağıtmamak bir başarı mıdır?
Mecnun olup çöle düşmeyeceksen ne Leyla’yı Çağır ne çölü incit
Çok sayıda doğru var, ama hiçbir doğru kişinin iç aleminde ruhu sukuna erdirecek bir yoğunluğa ulaşamıyor
Seçim yapabilmek, ruhun özgürlüğüdür. Kim kırlarda bir kelebek olmayı yeğlemez ki?
Sahip olduğun şeyler, bir süre sonra sana sahip olur
görüyorsunuz Allah karşımıza acı veren bir imtihan çıkarmıştır. Boğazlandık kadın ve çocuklarımız öldürüldü, camilerimiz yıkıldı, ama biz kadın ve çocukları öldürmeyeceğiz, kiliseleri yakmayacağız, bunu yapmayacagiz çünkü bu bizim yolumuz değil. Biz muzaffer olacağız çünkü biz başkalarının dinine, milletine ve farklı kanaatlere saygı gösteriyoruz ve çünkü bu zor durumumuzda bile temiz insanlar olmaya çabalıyoruz. Ve başkalarının ibadethanelerini yıkmak bize her halükarda yasaklanmıştır.
Babalarımızı toprağa verdiğimizde, hemen hepimiz, sıranın artık bize geldiğini fark ederiz. Artık o nesil sırasını savmıştır ve sıra onlardan sonra gelenlerdedir.
Hayat zalim görünebilir bize; ama önü­ müzde seçim yapabileceğimiz fırsatlar varsa her zaman, umut da var demektir. Umut ki, insana bağışlanmış en büyük arma­ğandır ve her şey yıkılıp gitse bile, umut varsa, insan vardır
Sahip olduğun şeyler, bir süre sonra sana sahip olur.
kıyamet gününde insana tanıklık edecek yegane şeyin iyi bir kalp olduğunu söyleyen bir din, kalbi ayaklar altına alan canilerin tehdidi altında…
Üstelik başarı nedir? Gayrımeşru yollarla servet biriktirmek bir başarı mıdır? Harcıyabildiğinden veya ihtiyacından fazlasını elinde tutmak ve buna ihtiyacı olanlara dağıtmamak bir başarı mıdır?
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Mevlana’nın Yunus’un yüzyıllardır birer ulu ırmak gibi suladığı bu toprakların insana kişisel gelişimi için bu yüzeysel kitapları rehber edinmemeli.
Mecnun olup çöle düşmeyeceksen ne Leyla’yı Çağır ne çölü incit
aşk artık gürültücü artık aşkım gürültüsünden durulmuyor aşkı ruhunda dinlendiren sevgililer yok ortalığı telaşa vermek yakmak yıkmak kırmak istiyor aşk yok olurken yok etmek istiyor.
İçinde yaşadığımız toplumda köroğlu’nun mertliği enayilik Yunus’un pirinden buğday yerine himmet dilemesi ise saflık
Ani yalpalamaları keskin dönüşleri savruluşları da o uzun ve bütün hikaye içinde bir yerlere yerleştirmek boşa yaşadığımızı kendimize söyleyebilmek derdindeyiz bölük pörçük hayat parçacıklarını bir tutarlılık duygusuyla birbirine yapıştırarak anlamlı bir hikaye çıkarabilmek için didiniyoruz. biliyoruz ki ruh ancak hikayelerle nefes alır.
reklamlar çocuklara maddeci bir dünyayı ve satın almanın hazzını vazetmektedirler
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Yakınlığın öldü zalimliğin ayyuka çıktığı bir dünyada ağlamak varolmaktır
dilsizlerin dilidir keder her ne pahasına olursa olsun susmanın bir erdem olarak bellettiği yerlerde insanlar kaderleriyle dünyaya kafa tutarlar
Günümüzün kimi gençleri Umudun o serin gölgesine inanmıyor hayatı kötü bir şaka hissiyle yaşıyorlar
Bir kelebeğin ömrü kadar dayanaksız kılınmış hayatlarında dünyaya bıraktıkları renklerle sarhoş olup dans ediyorlar.
seçim yapabilmek, ruhun özgürlüğüdür kim kırlarda bir kelebek olmayı yeğlemez ki?
bir kalbi olanlar yenilmez
Sting’e dönelim. Diyor ki, Her şey yıkılıp giderken, geride kalan şeylerle güzel bir şeyler kurmaya çalışmaktır hayat.
Her şey yıkılıp gidebilir, ama geride kalan şeylerle eğer ben hala iyi bir hayat kurmaya çalışıyorsam, işte o zaman anlamlı biçimde yaşamaya çalışıyorum demektir.
Aydınlanma insanların özgürleşmesini sağladı mı, yoksa başka şeylere mi köle kıldı sorusu ayrı bir konu
Dünyanın giderek değerlerini yitirdiği ve hayatın maddileştiği bir zaman diliminde anlam üzerine konuşmak gerçekten her zamankinden daha fazla anlamlı.
Bir insanı, başka hiçbir şey yapmasanız bile, içten bir ilgi göstererek dinlerseniz, o insanı yarı yarıya iyileştirirsiniz.
Gelişmek, bir kitaba sığdırılmış sloganları ezberlemekle olmaz; hayatın duvarlarına çarpa çarpa, yaşayarak, tecrübe ederek, yaşadıklarından öğrenerek gerçekleşir. Mevlana’nın, Yunus’un yüzyıllardır birer ulu ırmak gibi suladığı bu toprakların insanı, kişisel gelişim için bu yüzeysel kitapları rehber edinmemeli.
Oysa aşığın feryadı susuşunda gizlidir. Ancak söylenemeyen aşk aşktır diye yazmıştı Blake. O, asırlar öncesinden seslenen Mevlana’yı yankılar gibiydi: Dil, kelimeler pek çok şeyi açıklar; ama aşk, üzerine kelimeler düşmediğinde daha berraktır.
İçinde yaşadığımız toplumda Köroğlu’nun mertliği enayilik, Yunus’un pirinden buğday yerine himmet dilemesi ise saflık.
Yirminci yüzyıl insanının temel sorunu nedir? diye sorar Rollo May ve kendi sorusuna kendisi cevap verir: ‘Boşluk.’ İnsanlar neyi istediklerini ve neyi hissettiklerini bilmemektedirler.
Mahremiyet yerini laubaliliğe, aşk yerini duygusuz cinselliğe bırakıyor.
Yalnızca kendisi için yaşayan, diğer insanlara sadece kendisini yüceltsin ve övsünler diye değer veren ve istediğini aldıktan sonra bir kağıt mendil gibi onları bir kenara atan bir kişilik. Cinselliği aşksız ve nezaketsiz, insan ilişkileri sığ, sevevilmekten aciz bir kişilik. Zamanımızın kahramanı.
Modern kültür gençliğe, genç tarzı hayat kalıplarına çok fazla vurgu yapıyor. Yaş ve yaşın getirdiği bilgelik artık geçer akçe değil. Bütün bir toplum çocuksulaşma eğilimine giriyor, eğlence programlarının karşısında göbek atıyor, ergenlerin tüketim kalıplarını benimsiyor ve onlar gibi ben-merkezci yaşamaya başlıyor. Bana! Önce bana! Sadece bana! Hep bana! diyen ve dünyanın sadece kendi çevrelerinde döndüğünü düşünen, büyümemiş, ızdırapla sınanmamış, ağrıyı ve acıyı gördüğü yerde hayalet görmüş gibi kaçan bir insan kuşağı dünyayı istila ediyor.
Yakınlığın öldüğü, zalimliğin ayyuka çıktığı bir dünyada, ağlamak var olmaktır.
Umut ki, insana bağışlanmış en büyük armağandır ve her şey yıkılıp gitse bile, umut varsa, insan vardır.
Tüketerek, içimizdeki boşluğa bir şifa bulmaya çalışıyoruz.
Kalplerimiz ve ruhlarımız birbirine değdiğinde, yollarımız sabahçı kahvelerinde kesiştiğinde, her birimizin acısını müşterek acımız bildiğimizde, umut şehri büyüyecek. Ne zaman yorulsak hayattan, karşımızdakinin gözlerine bakmak yetecek. Haydi! diyecek o gözlerdeki ışıltı, hayallerimizi birbirine ekleyerek umut şehrini kuralım.
Başkalarının acısına yüz çevirmeyi öğrendiğimiz gün, toplumumuzun mihenk taşı yerinden oynadı. Ötekini icat ettiğimizde, onunla aramıza kapanması güç bir mesafe koyduğumuzda, başkasının yoksulluğu ve çaresizliği bizde bir tiksinti hissi uyandırmaya başladığında, dünyamız yörüngesinden çıktı. Kollarımızı birbirimizin omuzuna atıp ufku birlikte seyretmeyi, ekmeğimizi ve kaderlerimizi bölüşmeyi bir geçmiş zaman sapkınlığı saydığımızda bir şeyler kopup gitti.
Diğerini duymaya ne kadar da az zaman ayırır olduk! Sohbet için hiç vaktimiz yok. Hayat için umarsız bir koşturmaca, ilişkilere menfaat eksenli bir bakış, ruhlarımızı var olmanın ızdırabından sıyıran uçarı bir neşe, içtiğimiz suyu, soluduğumuz havayı kirletip duruyor.
Dünyanın giderek değerlerini yitirdiği ve hayatın maddileştiği bir zaman diliminde anlam üzerine konuşmak gerçekten her zamankinden daha fazla anlamlı
Eskilerin güzel bir sözü var, Zafer değil, sefer derler.Önemli olan varmak değil yolda olmaktır. Yolu yaşamaktır. Yolun getirdiklerini eşsiz bir tecrübe olarak cigerlerine çekmektir
Gelişmek, bir kitaba sığdırılmış sloganları ezberlemekle olmaz; hayatın duvarlarına çarpa çarpa,yaşayarak tecrübe ederek yaşadıklarından öğrenerek gerçekleşir.
Aşk artık sessizliğe katlanmıyor.Aşk sanıyor ki, ne kadar ses olursa o kadar iyi anlaşacak. Çıkardığı sese karşılık bir ses istiyor. İniltisine bir iniltiyle cevap verilsin istiyor
Televizyon yoksulları hikâyesiz bırakıyor, küresel sömürgecilik halkları
Kahramanlar kayıplara karıştı. İçinde yaşadığımız toplumda Köroğlu’nun mertliği enayilik,
Yunus’ un pîrinden buğday yerine himmet dilemesi ise saflık.
Hikayelerimize sahip çıkabildiğimiz ölçüde kendimiz olmaktan yorulmayacak ve ruh üşümesine yakalanmayacağız.O hikayeler, bizden önceki nesillerin yüreğini nasıl ısıttıysa, bizi de öyle ısıtacak
Bir toplumda gönlün şarkılarını söyleyenler varsa, narsizm hastalığı burçları aşıp orada otağ kuramaz.Tarap benim, ben tarabım. diyor büyük şair. İş mutribin sesini duyacak kulak olmakta!
Küsmek boyun eğmeyi reddetmektir.Gücüm sana yetmiyor; seninle dövüşemem, ama sana tâbi olmayı reddediyorum. diyebilmektir
Ümit gittiğinde depresyon gelir. Zifiri karanlığı ruhun. Dünya simsiyah bir yer olur. İnsanın parmağını oynatacak takati kalmaz. Geçmiş bir umacı gibi uzaktan dişlerini gösterir, gelecek hiçbir şey vaad etmez. İnsan kendisinde sevilecek, değerli bir şey bulmaz. Her şey kötü gidiyorsa, bende bir yan￾lışlık olmalı, ben bunu hak ediyor olmalıyım. diye düşünür
Yirminci yüzyıl insanının temel sorunu nedir? diye sorar Rollo May ve kendi sorusuna kendisi cevap verir. Boşluk. İnsanlar neyi istediklerini ve neyi hissettiklerini bilmemektedirler
Ruhun gözyaşları, kendisi olmaktan yorulan kadınların dünyaya bıraktıkları bir manifestodur. Yakınlığın öldüğü, zalimliğin ayyuka çıktığı bir dünyada, ağlamak var olmaktır.
Hayat için umarsız bir koşturmaca, ilişkilere menfaat eksenli bir bakış, ruhlarımızı var olmanın ızdırabından sıyıran uçan bir neşe, içtiğimiz suyu, soluduğumuz havayı kirletip duruyor
Yine Sting’ e dönelim. Diyor ki, Her şey yıkılıp giderken, geride kalan şeylerle güzel bir şeyler kurmaya çalışmaktır hayat.
Dünyanın giderek değerlerini yitirdiği ve hayatın maddileştiği bir zaman diliminde anlam üzerine konuşmak gerçekten her zamankinden daha fazla anlamlı.
Çok anlatılır, benim de çok sevdiğim ve anlattığım bir hikayedir, Afrika’da beyaz adamlarla yürüyüşe çıkan bir kabile reisi bir yerden sonra duruyor, arkasındakileri de durduruyor. ”Acele etsene, bak yetişmemiz lazım. diyorlar. O kadar hızlı yürüdük ki, diyor, ruhlarımız arkada kaldı.
Geçtiğimiz yıllarda Trabzon’da bir kongre düzenledik, orada bir İsveçli konuşmacı Kierkegaard’dan çok güzel bir alıntıyla bitirdi konuşmasını. Kierkegaard diyor ki: Bir insana yardım etmek, o insana tahakküm etmek demek değildir. Siz bir in­sana yardım ettiğiniz zaman kendinizi daha üstün bir konuma yerleştirmiş olamazsınız. Siz bir insana yardım etmekle onun tarafından yardım almış oluyorsunuz.
İnsan, tahmin ettiğimizden çok daha karmaşık bir varlık. Sözün kalp kırdığı, sözün hayatı zehir ettiği bir başka varlık var mı yeryüzünde? Yok. Kötü bir söz, insanın kalbini kırar. Kötü bir söz insanı uykularından eder. Aylarca, günlerce, yıllarca hınç içinde yaşamasına dahi yol açabilir. İyi bir söz de bir kalbi tamir edebilir. O yüzden, sözün alanında olmak, insana özgüdür. Sadece insan kendi üzerine düşünebilir.
Bir başkasına derdimi anlatmak benim yükümü hafifletir. Eğer ben sıkıntımı bir başkasıyla paylaşırsam, içimdeki gerilimi, sıkıntıyı, gerginliği ona iletebilirsem, onun beni işitmesini sağlarsam, derdim azalır, sıkıntım hafifler. Sadece dinlemenin kendisinin bile, tek başına, tedavi sağlayıcı bir değeri oldu­ğu tesbit edilmiştir. Bir insanı, başka hiçbir şey yapmasanız bile, içten bir ilgi göstererek dinlerseniz, o insanı yarı yarıya iyileştirirsiniz. Çünkü bu dünyada hepimiz işitilmek isteriz. Varlığımızın onaylanmasını isteriz. Tek başına hayatın dert­lerine, tasalarına, sıkıntılarına, sorunlarına katlanmamız çok zordur. Bir başkasına sesimi duyurmam demek, onun beni anlaması ihtimali demektir. Onun beni anlaması demek, bu dünyada onaylanmam demektir. Onaylanmam demek, geçmiş hayatımı büsbütün yanlış yaşamadığımı, bütün sorunların benden kaynaklanmadığını, benim de hayatta baş edemeye­ceğim dertler olabileceğini birisinin bana söylemesi demektir.
Eskilerin güzel bir sözü var, Zafer de­ğil, sefer derler. Önemli olan varmak değil, yolda olmaktır. Yolu yaşamaktır. Yolun getirdiklerini eşsiz bir tecrübe olarak ciğerlerine çekmektir.
Seyyahla turist arasında fark var. Seyyah gittiği yere ru­hunu da götürür, yeni yaşantılara açıktır, seyahat onun için ruhu zenginleştirici bir deneyim, bir içe dönme hamlesidir. Öte yanda, turist sadece tüketir. Şehirlere, insanlara, seslere ve yüzlere nüfuz etmez. Beş yıldızlı otellerde konaklar, şehri en güvenli yerlerinden dolaşarak tanımaya çalışır, rahatından asla ödün vermek istemez. Seyahat eden kişi ise hayatın bildik konforundan vazgeçerek çıplak benliğini yeni deneyimlere açar. Bilinmedik bir dilin, aşinası olmadığı sokakların orta­ sında kendi ruhunu arayan kişidir o. Seyyah gittiği yerlerden kartpostallar göndermez, gördüğü yerleri video kameraya kaydedip eve dönüşte eşe dosta göstermez, çantasında filmler yoktur. Ama dilinde, her yolculuğun sonunda anlatabileceği hikayeler vardır. Bu hikayeler çoğu zaman insan hikayeleridir. Gördüklerinizi kamera veya fotoğraf makinesi görüntülerine hapsetmekle, tüketiciliğinizi tescil etmiş olursunuz. Sizin görmüş olduklarınızı göremeyen bir başkası size sahip oldu­ğunuz bu ayrıcalıktan dolayı imrensin istersiniz. Kapitalizmin hiç bıkmadan dürttüğü de, işte bu duygudur: Başkalarında haset uyandırma arzusu. Tüketici kültürü, başkalarının sahip olamadıklarına sizin sahip olduğunuz yanılsaması yaratarak hayatınıza geçici bir anlam duygusu, uçucu bir neşe sağlar.
Benim için ilginç olan, Barnes and Noble kitabevinde huzur içinde, kitapları severek ve onlardan uzun okumalar yaparak geçirilen bir yarım gün.
Acıya çalmamış bir ruhu ne yüceltebilir?
İnsanın sözünü duymak için insan gerek. ‘Ben’, anlaşılmak için ‘biz’e ihtiyaç duyar.
Kuru bir nehir yatağını coşturan yağmurlar gibi, ancak o, insanın bu kuraklığını giderebilir. Sadece kalbi olanlar içle­rinde olup biten mucizeleri görebilir ve sadece kalbi olanlar kötülüğe direnebilir.
Bir Fransız vatandaşı olmasına rağmen Cezayirli direniş­çilerle Fransız işgaline karşı savaşan psikiyatrist Frantz Fanon da, ölümünden kısa bir süre önce şöyle yazmıştı:
Size söylemek istediğim, ölümün her zaman bizimle, hep yanıbaşımızda olduğudur. Önemli olan, ondan ne zaman kaçıp kurtulacağımız değil; inandığımız fikirler için elimizden gelenin azamisini yapıp yapmadığımızdır Eğer en başta bir amacın hizmetkarı değilsek, hakkın, adalet ve özgürlüğün sevdalısı değilsek, yeryüzünde bir hiçiz demektir.
Bosna’nın uğradığı barbar saldırısı karşısında tek başına – bir insanın da ahlakı sonuna kadar diri tutabileceğinin eşsiz örneğini sunan, çağımızın bilge önderi Aliya İzzetbegoviç, savaşın en yoğun zamanında askerlerine şöyle hitap ediyordu:
Görüyorsunuz, Allah karşımıza acı veren bir imtihan çıkarmıştır. Boğazlandık, kadın ve çocuklarımız öldürüldü, camilerimiz yıkıldı. Ama biz kadın ve çocukları öldürmeye­ceğiz, kiliseleri yakmayacağız. Bunu yapmayacağız, çünkü bu bizim yolumuz değil. Biz muzaffer olacağız, çünkü biz başkalarının dinine, milliyetine ve farklı kanaatlere saygı gös­teriyoruz ve çünkü bu zor durumumuzda bile temiz insanlar olmaya çabalıyoruz. Ve başkalarının ibadethanelerini yıkmak bize her halükarda yasaklanmıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir