İçeriğe geç

Sesleri Görmek Kitap Alıntıları – Oliver Sacks

Oliver Sacks kitaplarından Sesleri Görmek kitap alıntıları sizlerle…

Sesleri Görmek Kitap Alıntıları

Körlüğümün ilk yıllarında, tanıdığım insanlar hakkında düşünürken onları iki gruba ayırıyordum. Yüzü olanlar ve olmayanlar Kör olmadan önce tanıştığım insanların yüzleri vardı, ama kör olduktan sonra tanıdıklarımın yok­tu Zaman geçtikçe, yüzü olmayanların oranı artmaya başladı.
İşaret dilinin evrensel ve tek bir dil olduğu, bütün dünyadaki sağırların bu dil sayesinde derhal birbirleriyle iletişime geçebilecekleri görüşü hala yaygın bir kanıdır. Ve tümüyle yanlıştır. Yeterli sayıda sağır insanın birbirleriyle temas halinde olduğu ortamlarda yüzlerce farklı işaret dili vardır.
İşaret dilinin kelimeleri ve deyimleri küçük yaşlarda öğrenilse de, bu dilin grameri, konuşma gramerinin öğrenildiği yaşlarda gelişir. Dilsel gelişme sağır ve işiten çocuklarda aynı hızı takip eder. İşaretle anlaşma konuşmadan daha önce ortaya çıkıyorsa, bunun nedeni kolaylığıdır; kasların basit ve ağır hareketleri bu dil için yeterlidir, oysa konuşmada yüzlerce farklı yapının yıldırım hızıyla koordine edilmesi gerekir, bu yüzden de çocuklar ancak iki yaşında konuşmaya başlarlar. Yine de sağır bir çocuk dört aylıkken ‘süt’ işaretini yapabildiği halde, işiten çocuğun etrafına bakıp ağlamakla yetinmesi ilginçtir. Belki de bir nebze işaret dili öğretilmesi bebeklerin yararına olacaktır.
Bazı sağır çocuklar, ağır sağır olsalar da, ötekilerden çok daha iyi bir eğitim alabiliyorlarsa, o zaman sorunun kökenleri sağırlıklarında değil, sağırlığın neden olduğu zorluklarda, özellikle yaşamlarının başlangıcından itibaren karşılaştıkları iletişim kurma zorluğunda ( ya da bozukluğunda ) aranmalıdır.
Çocukların içinde yaşadıkları dünyayı seçme şansları yoktur — söz konusu dünyanın fiziksel olduğu kadar zihinsel ve duygusal olduğunu unutmamamız gerekir; çocuklar, hayata başlarken, annelerinin onlara tanıttıkları dünyaya bağımlıdırlar.
Bir dile sahip olmayan bir insan kafasız ya da zihinsel açıdan yetersiz değildir, ama düşünceleri büyük ölçüde kısıtlanmıştır ve kendi küçük, dar dünyasında yaşamak zorundadır.
İşaret dilinin konuşmayı engellediğine dair hiçbir bulgu mevcut değildir. Hatta belki de tersinin doğru olduğu öne sürülebilir.
masumiyet ve özgürlük yalnız Doğa’da bulunabilirdi: İnsan özgür doğar, ama her yerde zincire vurulur.
Sağırların işaret dili, farklı bir duyu ortamına adaptasyo­nun özgün bir örneğidir; ama aynı zamanda, ve eşit ölçüde, sa­ğırların kişisel ve kültürel kimliklerinin temsilidir. Çünkü, Herdei’e göre bir halkın dili onun bütün düşünce varlığını, gele­neklerini, tarihini, dinini ve hayatının özünü, kalbini ve ruhu­nu barındırır. Bu, özellikle işaret dili için böyledir; çünkü bu dil, yalnız biyolojik açıdan değil, kültürel açıdan da sağırların-susturulamaz- sesidir.
İkonik ve mimetik yönleri de, hiçbir konuşma dilinin başara­mayacağı kadar somut ve etkileyici bir anlatıya imkân verir.Günümüzde konuşma (ve yazma) üslupları ikonikten uzaklaş­mıştır – söylevler ve şiirler, dile getirdikleri tanımlarla değil,çağrışımlarıyla bizi heyecanlandırırlar; ruh hallerini ve imgeleritanımlayabilir, ama (tesadüfi ideofonlar ve onomatopyalar dışında) tasvir edemezler. İşaret dili hiçbir analojiye sığmayanbir doğrudan tasvir etme gücüne sahiptir, konuşma diline ter­cüme edilemez; öte yandan bütün metaforları ve mecazları barındırabilir.İşaret dili bugün hâlâ iki yönden de güçlüdür; ikonik ve so­yut yönleri birlikte bulunur ve birbirini tamamlar. Böylece, biryandan en soyut önermelere, gerçeğin en genel yansımalarınayükselebilirken, bir yandan da, konuşma dillerinde uzun za­mandır eksik olan bir somutluk, canlılık, gerçeklik hissini verebilir.
Sicard, her şeyi sözcüklerle tanımlarken, her şeye bir ad ko­yarken Massieu’nün dünyayla olan ilişkisinde radikal bir dö­nüşüm başladığını fark etti – Massieu adeta Adem gibi olmuş­tu: Yeryüzünün bu yeni sakini, kendi ülkesinde bir yabancı gi­biydi; adları öğrendikçe ülkesi yeniden şekilleniyordu.
Şöyle bir soru sorabiliriz: Massieu bu adlara neden ihtiyaçduyuyordu? Adem, hem de o sıralarda yalnız olduğu halde,neden ihtiyaç duymuştu? Şeyleri adlandırmak Massieu’ye neden neşe veriyor, ruhunun gelişmesini ve büyümesini sağlıyor­du? Daha önce adsız olan şeylerle ilişkisini nasıl değiştirmiş,şimdi onlara sahip olmasını, kendi alanına katmasını nasıl
sağlamıştı? Bir şey niçin adlandırılır? Bu elbette, sözcüklerin başlıca gücüyle ilintilidir; tanımlamak, tasnif etmek, hâkim ol­mak ve yönlendirmekle; nesnelerin ve imgelerin dünyasındankavramların ve adların dünyasına geçmekle. Meşe ağacının res­mi bir meşe ağacını gösterir, ama meşe sözcüğü bütün birmeşe ağacı ailesini, bütün meşeleri içine alan genel bir kimliği- meşelik – temsil eder. Ormanda dolaşarak ağaçlara ad ver­mekle Massieu ilk kez, bütün dünyayı değiştirebilecek bir ge­nelleme kudretiyle tanıştı; böylece, on dört yaşında, insanlarındünyasına girdi, dünyayı evi gibi görebildi ve dünya daha önce hiç olmadığı kadar onun oldu.
Hiçbir şey bir insanın kapasitesinin sınırlarını kaldırıp onun büyümesine ve düşünmesine giden yolu açmak kadar harika,sevinçli bir şey değildir; ve hiç kimse bu duyguyu aniden öz­gürlüklerine kavuşan dilsizler kadar şevkle ve belagatla tasvir edemez.
Sağır-dilsiz deyimi, sağır doğanların hiçbir zaman konuşamayacaklarına iliş­kin bir önyargının sonucudur. Elbette sağırlar mükemmel şekilde konuşabilirler – konuşma organları herkesinkiyle aynıdır; ama herkesten farklı olarak sağırlar, kendi konuştuklarım duyamazlar, bu yüzden konuşmalarını kulaklarıyla yönlendiremezler. Bu yüzden sesleri yüksek ya da farklı tonlarda çıkabilir, seslileri ve başka konuşma seslerini atlayabilirler, öyle ki bazen söyledikleri anlaşılmaz olur. Sağırlar konuşmalarını kulaklarıyla yönlendiremediklerinden, diğer duyu­larını harekete geçirmeleri gerekir – görme, dokunma, titreşim-duyusu ve kinestezi (hareket algısı) gibi. Bundan başka, dilöncesi sağır olanlar işitsel-imgelerden mahrumdurlar, konuşurken nasıl bir ses çıkardıklarına ilişkin en ufak bir fikirleri yoktur, ses-anlam ilişkisinden habersizdirler işitsel bir olguyu işitsel olmayan araçlarla-anlamak ve kontrol etmek zorundadırlar. Binlerce saatlik kişisel eğiti­mi gerekli kılan en büyük zorluk da budur.Dilöncesi ve dilsonrası sağır olanların seslerinin genellikle farklı olmasının nedeni budur; bu fark hemen anlaşılır; dilsonrası sağır olanlar, artık yönlendiremeseler de, eskiden nasıl konuştuklarını hatırlarlar,dilöncesi sağır olanlar ko­nuşmayı öğrenirler ve sese ilişkin hiçbir anıları yoktur.
Bir şeylerin yapılması gerektiğinin herkes farkında. Ama yapılacak olan şey nedir?
Yalnızca sözlerle ya da işaretlerle değil, bu sözlerin ya da işaret­lerin belirli bir düzende birbirlerine yaptıkları göndermelerle konuşur ve düşünürüz Parçalarının düzenli iç beraberliği olmazsa, sözel bir anlatım, bir dizi ismin art arda sıralanmasın­dan, hiçbir öneri barındırmayan bir sözcük yığınından başka bir şey değildir Konuşmanın birimi öneride bulunmadır. Konuşma yeteneğinin kaybı (afazi), bu yüzden, öneride bulunma yeteneğinin kaybıdır yalnızca yüksek sesle öneride bulunma (konuşma) değil, içsel ve dışsal olarak öneride bulunma yeteneğinin kaybı Konuşamayan hasta yalnızca bildiğimiz an­lamda yüksek sesle konuşma becerisini değil, tüm konuşma ye­teneğini kaybetmiştir. Düşündüklerimizi yalnızca başkalarına değil, kendimize de anlatmak için konuşuruz. Konuşma dü­şüncenin bir parçasıdır.
Okurken ya da birini konuşurken hayal ederken, iç kulağımızda bir ses duyarız. Doğuştan sağırlar ne duyarlar? Sesleri nasıl hayal ederler? Sağır bir işaret dili şairi olan Clayton Valli, bir şiire esinlendiğinde, bedeninin küçük işaretler verdiğini hisseder – sanki kendi kendine, iç sesiyle konuşur gibidir. Peki ya hayal edilen, rüyada görülen ya da halüsinasyonlarda ortaya çıkan öteki sesler? Deliler arasında işittiği seslerden acı çekenlere sık rastlanır – başkalarının onları suçlayan, rahat vermeyen, arsız seslerini duyarlar; sağırlar da, delirirlerse, sesler görmekten mi şikâyet ederler? Eğer öyleyse, bunlan nasıl görürler? Havada işaret diliyle konuşan ellerle mi; yoksa görsel işaretler yapan bedenleşmiş imgelerle mi? Açık seçik bir cevap bul­makta tuhaf bir şekilde zorlandım – rüya gören birine, rüyasını anlattırmaktaki zorluğa benziyordu bu. Böyle bir kişi rüyasında bir şeyi anlamıştır, ama bunun görüntüyle mi, sesle mi, nasıl olduğunu anlatamaz.
Dudak okuyarak hayalet sesler işitme (yani hayal etme), bir zamanlar konuş­mayı (ve içsel konuşmayı ) işitsel bir deneyim olarak yaşamış olan dilsonrası(postlingual) sağırların belirgin özelliklerindendir. Bu bildiğimiz anlamda bir hayal etme eylemi değildir; görsel deneyimin (eski deneyimler ve çağrışımlar­dan yola çıkarak) ani ve otomatik bir biçimde işitsel karşılığına tercüme edil­mesidir – bu tercümenin büyük olasılıkla sinirsel bir temeli (deneyimle oluşturulmuş görsel-işitsel bağlantılar) mevcuttur. Doğal olarak, işitsel bir kavrayış deneyimi yaşamamış olan dilöncesi(prelingual) sağırlarda, bu duruma rastlan­maz. Bu İkinciler için dudak okuma -ve her türlü okuma- tümüyle görsel bir deneyimdir; görürler, ama görüntünün sesini işitmezler. Biz konuşan-işitenler için, bu tür görsel bir ses i hayal bile etmek ne denli zorsa, hiç işitmemişler için de sesleri hayal etmek o kadar zordur.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Kendi konumu hakkında karışık duygulara sahip; bir keresinde, Bazen iki dünya arasında kalmışım gibi, ikisine de tam uymuyormuşum gibi bir hisse kapılıyorum, demişti.
Dil üzerine, kullan­dığımız dil üzerine fazla kafa yormayız; dilin harikalarının ye­niden farkına varmak için başka bir dille, daha doğrusu başka bir dil biçimiyle karşılaşmamız gerekir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Herder’e göre bir halkın dili onun bütün düşünce varlığını, geleneklerini, tarihini, dinini ve hayatının özünü, kalbini ve ruhunu barındırır. Bu, özellikle işaret dili için böyledir; çünkü bu dil, yalnız biyolojik açıdan değil, kültürel açıdan da sağırların -susturulamaz- sesidir.
Sağırların işaret dili, farklı bir duyu ortamına adaptasyonun özgün bir örneğidir; ama aynı zamanda, ve eşit ölçüde, sağırların kişisel ve kültürel kimliklerinin temsilidir.
Schein’a göre, Sağır çocukların çoğu kendi evlerinde bir yabancı gibi büyürler.
Çocukların içinde yaşadıkları dünyayı seçme şansları yoktur – söz konusu dünyanın fiziksel olduğu kadar zihinsel ve duygusal olduğunu unutmamamız gerekir; çocuklar, hayata başlarken, annelerinin onlara tanıttıkları dünyaya bağımlıdırlar.
Herhangi bir dil öğrenemezsek bize ne olur? Dil kendiliğinden ve doğal olarak mı gelişir, yoksa başka insanlarla temas kurmamızı mı gerektirir?
Konuşmayı öğrenmeden sağır olanlar, niteliksel açıdan ötekilerden farklı bir kategori oluştururlar. Da­ha önce hiç işitmemiş olanlar, işitsel bir bellekten, işitsel imge­lerden ya da çağrışımlardan yoksun olanlar için sesi hayal et­mek bile mümkün değildir. Bunlar süreğen, hiç kesilmeyen, ko­yu bir sessizlik içinde yaşarlar. (14)
Körlüğümün ilk yıllarında, tanıdığım insanlar hakkında düşünürken onları iki gruba ayırıyordum. Yüzü olanlar ve olmayanlar Kör olmadan önce tanıştığım insanların yüzleri vardı, ama kör olduktan sonra tanıdıklarımın yok­tu Zaman geçtikçe, yüzü olmayanların oranı artmaya başladı.
Hiçbir şey bir insanın kapasitesinin sınırlarını kaldırıp onun büyümesine ve düşünmesine giden yolu açmak kadar harika, sevinçli bir şey değildir
Düşündüklerimizi yalnızca başkalarına değil, kendimize de anlatmak için konuşuruz. Konuşma düşüncenin bir parçasıdır.
Hunghlings-Jackson
İnsan özgür doğar ama her yerde zincire vurulur.
Rousseau
Bize ellerimizi verdin, dili yaratalım diye.
İnsan bazen kayıpların en az kazançlar kadar büyük olabileceğini düşünmeden edemiyor.
Düşünceler sözcüklerle somutlaştıkları anda ölürler.
-Schopenhauer
Sonuç olarak bizler, kendini kültür bağlamıyla tamamlayan ve tanımlayan eksik ve kusurlu hayvanlarız.
Sağırlık bir illet değildir; illet, iletişimin kesildiği ve dilin yok olduğu yerde başlar.
dostlarımızla ancak dil aracılığıyla ilişki kurar,bilgi alışverişi yaparız. Bunu yapamıyorsak,ne denli gayetli,tutkulu ya da yetenekli olursak olalım,ciddi biçimde sakatız ve yalıtılmış bir dünyada yaşıyoruz demektir. Entellektüel kapasitemizi o denli az kullanırız ki,başkalarına zihinsel engelli gibi görünürüz.
“..masumiyet ve özgürlük yalnızca doğada bulunabilir. İnsan özgür doğar ama her yerde zincire vurulur.”
“..bildik olanı yabancı, yabancı olanı bildik yaptık.”
Ama (genellikle) gerçekliği dönüştüren şey filozofların düşünceleri değildir; salt sıradan insanların yaptıkları da değildir. Tarihi değiştiren ve devrimleri ateşleyen şey, ikisinin buluşmasıdır.
Bazen iki dünya arasında kalmışım gibi, ikisine de tam uymuyormuşum gibi bir hisse kapılıyorum
BİZİM HALÂ BİR RÜYAMIZ VAR.
On dokuzun­cu yüzyıldaki öncüllerimizi hep katı, ahlakçı, baskıcı, sansürcü kişilikler olarak görürüz; oysa Clerc’in ve takipçilerinin sesleri, tam aksi bir izlenim veriyor: Bu çağ doğal olana -bütün doğal çeşitliliğe ve doğal sapmalara- sıcak bakıyor, ahlaki ve klinik açıdan neyin normal neyin anormal olduğu üzerine (en azından bizim kadar) fikir yürütmüyordu.
Clerc’in kısa otobiyografisinde de doğa bu geniş kapsamıyla ele alınır (Lane, 1984a). ‘Tanrının bütün işleri, bütün yarattıkları hayranlık uyandırıcıdır. Bir türde bulduğumuz bir hata, biz bilmeden bize yarar sağlar. Ya da, Tanrıya ancak, yaratısının çeşitliliği için teşekkür edebilir ve gelecekte bunun nedeninin açıklanacağı umudunu koruyabiliriz.
Clerc’in ‘Tanrı, yaratılış, doğa -alçakgönüllü, kadirbilir, yumuşak, iyi huylu doğa- kavramları belki de kendinin ve diğer sağırların, farklı ama eksik­siz insanlar oldukları bilincinden kaynaklanmıştır Bu tutum, sağırlığı bir alda­tılma, bir yoksunluk ve bir trajedi olarak gören ve hayatını sağırların normal­leştirilmesine, Tanrının hatasını düzeltmeye adayan Alexander Graham Bell’in yan dehşetengiz, yarı Prometheusvari öfkesiyle tam bir zıtlık oluşturur.
Clerc’in savı kültürel zenginlik, hoşgörü ve çeşitliliktir. Bell’in savı teknoloji, genetik mühendislik, işitme aygıtları, telefonlardır İki tümüyle farklı bakış;
ama anlaşılan ikisinin de dünyada bir rolü var.
Wittgenstein, Bizim için en önemli olan şeyler, çok basit ve alışıldık oldukları için, bizden gizlenirler, der.
Çarşamba sabahı, 9 Mart 1988: Gallaudet’te Boykot, Sağır­lar Boykotta, Sağırlar Sağır Müdür İstiyor – medya bugün­lerde bu tür haberlerle çalkalanıyor; bu ilgi üç gün önce başla­dı, yavaş yavaş tırmandı ve şimdi The New York Times’ın ön say­fasında. Müthiş bir hikâyeye benziyor. Geçen yıl iki kez Gallaudet Üniversitesi’ne gittim, burayı giderek daha iyi tanımaya başhyorum. Gallaudet sağırlar dünyasının tek fen-edebiyat fa­kültesine sahip, ve dahası, dünya sağırlar toplumunda merkezi bir yer işgal ediyor – ne var ki, 124 yıldır okulun sağır bir müdürü olmamış.
Einstein, benzer bir imgeyi, kuramlaştırmaya ilişkin olarak kullanmıştır: Yeni bir kuram yaratmak, eski bir ambarı yıkıp yerine gökdelen inşa etmeye benze­mez. Daha çok dağa tırmanmayı, yeni ve daha geniş bir manzaraya ulaşmayı andınr.
Sağırlık bir illet değildir; illet, iletişimin kesildiği ve dilin yok olduğu yerde başlar.
Vygotsky, sakat çocukların kusurlarıyla ya da ek­siklikleriyle, eksileriyle tanımlanmalarına şiddetle karşı çıkar, onları kusur­suzluklarıyla, artılarıyla değerlendirirdi. Onları kusurlu değil, farklı kabul ederdi: Engelli bir çocuk niteliksel açıdan farklı, benzersiz bir gelişimi temsil eder.
Dil, şeyleri uzaktan yönlendirme­mizi, fiziksel bir temasa girmeden onları değiştirebilmemizi mümkün kılar. Öncelikle, başkaları aracılığıyla başka insanlar ya da nesneler üzerinde etkili olabiliriz İkinci olarak, sembol­leri öyle manipüle ederiz ki, salt temsil ettikleri şeylerle anlat­maları imkânsız olan tasavvurlara, gerçekliğin yeni ve hatta ya­ratıcı açıklamalarına ulaşabiliriz Yeniden düzenlenmesi im­kânsız durumları sözel kurgularla yeniden düzenleyebiliriz kendiliğinden ayrışması imkânsız özellikleri ötekilerden yalıtıp ayrıştırabiliriz zaman ve mekânda birbirinden çok uzak olan nesneleri ve olguları bir araya getirebiliriz eğer istersek, sem­bolik olarak evreni tersyüz edebiliriz.
Düşünceler sözcüklerle somutlaştıkları anda ölürler
Kendi kendime, eksiksiz bir insan olmamız için nelerin gerekli olduğu sorusunu sordum. İnsanlık dediği­miz şey bir ölçüde dile mi dayanıyordu? Herhangi bir dil öğrenemezsek bize ne olur? Dil kendiliğinden ve doğal olarak mı gelişir, yoksa başka insanlarla temas kurmamızı mı gerektirir?
Sağırlar her zaman ve her yerde engelli ya da ikinci sı­nıf insanlar olarak mı kabul edildiler? Her zaman ayrımcılık­tan ve yalnız bırakılmaktan şikâyet ettiler mi ya da etmeye de­vam edecekler mi? Bunun tersi bir durumu hayal edebiliyor muyuz? Keşke sağırlığın önemli olmadığı, bütün sağırların ya­şamla bütünleştikleri ve doya doya yaşadıkları bir dünya ol­saydı! Engelli ve sağır gibi tanımların olmadığı bir dünya!
Rahip Sicard şöyle soruyordu;
Eğitim almamış sağır bir insan niçin doğaya hapsedilip diğer in­sanlardan soyutlanır ve diğer insanlarla iletişim kuramaz? Niçin aşağılanır ve bir geri zekâlı muamelesi görür? Biyolojik yapısı bizimkinden farklı mıdır? Duygulara, fikirlere sahip olması, sonra onları bir araya getirerek bizim yaptığımız şeyleri yapma­sı için ihtiyacı olan her şeye sahip değil midir? Nesnelerden bi­zim aldığımız izlenimleri almaz mı? Bunlar onda, bizde olduğu gibi, zihnin duygulanımları ve edindiği fikirler değil midir? O halde bizler zekiyken, sağır bir insan niçin aptal olsun?
1750’den önce, dilöncesi sağır olanların durumu gerçekten bir felaketti; konuşmayı öğrenemediklerinden dilsiz ve bu­dala kabul ediliyorlar, anne-babalarıyla ve aileleriyle bile öz­gürce iletişim kuramıyorlar, birkaç işaretten fazlasını bilmiyor­lardı. Toplumdışı bırakıldıkları gibi, birkaç büyük şehir dışında kendi kader arkadaşlanyla bile bir araya gelemiyor, okur yazar olamıyor ve hiçbir alanda eğitim akmıyorlardı. En adi işlerde çalıştırılıyorlardı; çoğu zaman yalnız ve yoksulluk sınırında ya­şıyor, kanunun ve toplumun gözünde geri zekâlıdan bir nebze daha iyi sayılıyorlardı – özet olarak, sağırlar korkunç bir durumdaydı.
Cahil ve kayıtsızız.
Çocukların içinde yaşadıkları dünyayı seçme şansları yoktur -söz konusu dünyanın fiziksel olduğu kadar zihinsel ve duygusal olduğunu unutmamamız gerekiyor; çocuklar, hayata başlarken, annelerinin onlara tanıttıkları dünyaya bağımlıdırlar.
Düşündüklerimizi yalnızca başkalarına değil, kendimize de anlatmak için konuşuruz. Konuşma düşüncenin bir parçasıdır.
Düşündüklerimizi yalnızca başkalarına değil, kendimize de anlatmak için konuşuruz. Konuşma düşüncenin bir parçasıdır.
Sağırlar için acil bakım üniteleri yeterli değildir. Sağır biri ciddi bir hastalık geçirirse, yalnızca bir kolun uyuşturulması zaruridir; iki kolunda uyuşturulması hastanın konuşmasını engeller. Aynı şekilde, bir sağıra kelepçe takmanın ağzını tıkamaktan farksız oldugu çogu zaman düşünülemez.
”İç konuşma neredeyse sözcükleri olmayan bir konuşmadır. Dış konuşmanın bir başka şekli değildir, kendi başına bir işlevdir Dış konuşmada düşünce sözcüklerle birlikte vardır; iç konuşmada sözcükler ölür ve düşünce öne çıkar. İç konuşma büyük oranda saf anlamlarla düşünmektir. ”
İnsan özgür doğar, ama her yerde zincire vurulur.
Bütün dünyada kendiliğinden ortaya çıkan yüzlerce işaret dili, konuşma dilleri kadar birbirinden farklı ve kendine özgüdür. Tek bir evrensel işaret dili yoktur.
Bazen iki dünya arasında kalmışım gibi, ikisine de tam uymuyormuşum gibi bir hisse kapılıyorum.
Düşünceler sözcüklerle somutlaştıkları anda ölür.
Schopenhauer
İşaret dilinin konuşamayan ya da konuşmak istemeyen otistik çocuklara yararlı olabileceğini gösteren çok sayıda kanıta sahibiz; işaret diliyle bu çocuklar bugüne dek görülmeyen bir iletişim içine girebilirler
İnsan bazen kayıpların en az kazançlar kadar büyük olabileceğini düşünmeden edemiyor.
Bir dilden yoksun sağırlar geri zekalı gibi görünebilirler. Ve doğanın zalim bir oyunuyla, zekaları yüksek de olsa, bir dil öğreninceye kadar bu zekayı kullanamayacaklardır.
Sicard son derece haklı ve şiirsel bir ifadeyle, işaret dilinin keşfinin İnsan zekasının kapılarını ilk kez açtığını söylemiştir.
[Sağır] çocuklara biraz önce okudukları şeyler hakkında sorduğum sorular, birçoğunda dil bozukluğu olduğunu ortaya çıkardı. [Bu çocuklar] soru kalıplarını bir ileti aracı olarak kullanmaktan acizler. Yanıtları bilmediklerinden değil, soruyu anlamıyorlar
İnsan özgür doğar, ama her yerde zincire vurulur.
Cahil ve kayıtsızız.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir