İçeriğe geç

İstanbul’un Nazım Planı Kitap Alıntıları – Sunay Akın

Sunay Akın kitaplarından İstanbul’un Nazım Planı kitap alıntıları sizlerle…

İstanbul’un Nazım Planı Kitap Alıntıları

“Yaşamın bir ormana benzemesine karşı olanlara batan kardeşlik duygusudur!”
“Şiirin yazıldığı dile bile çevrilemeyeceği herkesçe bilinir.”
“Ağaçların yürüdüğünü bilir misiniz, evet yürürler!.. Birbirleriyle de konuşurlar. Eğer dinleyecek olursanız sizle de konuşurlar. Sorun şu ki, beyaz adam dinlemiyor. Bizi bile dinlemiyorlar ki, doğadaki sesleri nasıl duysunlar?..”
Kitap bir aynadır: Yüzüne bir maymun bakarsa, elbette bir havarinin görüntüsünü yansıtmaz.
Şimdi anlat bakalım zavallı; bu ilahi hayali anlatabilmek için kâfi gelmeyen kelimelerinle günaha gir! İstanbul’u anlatmaya kim cüret edebilir?
1992 yılında elinde şiir kitaplarıyla çıktığı Kız Kulesi’ni, insanlığın gerçek yasalarını şairlerin koyduğu düşüncesiyle Şiir Cumhuriyeti ilan eder!.. Ve, ilk yasa olarak Nâzım Hikmet’in iki dizesini okur: Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / ve bir orman gibi kardeşçesine
Çetin Altan ‘Al İşte İstanbul’ kitabında Nerval’in “bir sabah vakti Paris’te bir havagazı fenerine kendisini kravatından asarak” öldüğünü yazar. Nerval’in kendini mi astığı yoksa serseriler tarafından mı asıldığı kesinlik kazanmamıştır. Ayrıca, Fransız şairin bel kayışıyla, kimilerine göre ise elinde gezdirdiği bir iple asıldığı söylenir, ipin ucunda bir ıstakoz ölüsünün de bağlı olduğu yazılır!.. Erdoğan Alkan, “Asarsam bel karışımla kendimi asıyorum” dizesiyle Attila ilhan’ın, “Bu ipi kimse için gezdirmiyorum/ Bir kere asılmıştım çocukluğumda” dizeleriyle de Cemal Süreya’nın Nerval’e gönderme yaptığını ortaya atar.
Deniz yoluyla gelen Avrupalılar için gizem dolu bir kent olan İstanbul düşüncelerde birçok soru işaretinin oluşmasına yol açar. İşte Gautier’in vapuru Topkapı Sarayı’nın yakınından geçerken düşündükleri: “Duvarın bir oyuğundan denize doğru inen bir geçidi bize gösterdiler. Söylendiğine göre, sadakat göstermeyen, padişahın gözünden düşmüş olan odalıklar, içinde bir kedi ile bir yılan bulunan bir torbaya konup bu yoldan Boğaz sularına gönderilmiş Bu mavi ve derin sular, bu sert akıntılar kim bilir kaç güzelin vücudunu yalayıp yutmuştur.”
Bayanlara baylara
Kafası olanlara
Bir de kitapsızlara
Ben kitap satıyorum

(Halim Şefik)

Kaz tüyü aslan pençesinden tehlikelidir
Şiiri okuyan Nazım’ın memleket özlemiyle dolu dudaklarından şunlar dökülür: Ne güzel Türkçe. Sonra nasıl İstanbul!.. Nasıl İstanbul kızı!
Nazım Hikmet, radyo programında Orhan Veli’nin Sere Serpe şiirinin ardından sırasıyla Delikli Şiir, Vatan İçin ve Cevap adlı şiirleri okuduktan sonra söyleşinin ilk gününde Orhan Veli’den son olarak Gelirli Şiir’i okur Ama, Gelirli Şiir’i okumadan önce şunları söyler:
Bir tane daha okuyayım. Doyum olmuyor ki
Nazım Hikmet’in yolu 1955 yılında Budapeşte’ye düşer Bunu fırsat bilen kent radyosu Türkçe Yayınlar Servisi’nin edebiyat programına konuk eder şairi. Söyleşinin başında sık sık okuduğu kitaplardan söz açan Nazım Hikmet’e spiker şu soruyu yöneltir: Acaba bu sık seyahatleriniz esnasında yanınızda bu kitaplardan bulundurabiliyor musunuz? Bize bu kitaplardan bahsetseniz çok iyi olur.
Yolculuk için hazırlanan bir bavulda insanın asla vazgeçemeyeceği eşyaları bulunur: diş fırçası, pijamaları, iç çamaşırları, çorap, tıraş takımı Bavulun ağır olması istenmez. Ki, bu yüzden içine koyulacak her şeyin iyisi seçilir. İşte Nazım Hikmet’in spikere verdiği yanıt: Şimdi size söyleyeyim, mesela benim bavulumda neler var. Bir defa tabii Orhan Veli var. Öyle sanıyorum ki Orhan Veli bizim en güzel şairlerimizden biri. Çok genç öldü, yazık oldu. Ama ölümsüz
Nazım Hikmet’in yaşadığı hapishane ve sürgün yıllarına bakıyorum da, geriye sararmış yapraklar değil, emeğin sömürülmediği bir dünya için diktiği nice yeşil fidanı görüyorum!
Dörtnala gelip Uzak Asya’dan / Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan / Bu memleket bizim Tarihi bir gerçek olan göç olayını coğrafyayla bütünleştirip jeomorfolojiyi (yeryüzü şekilleri bilimi) kıskandıracak biçimde verebilen Nazım Hikmet’in Davet adlı şiiri üzerine Düşünen Adam’da 3Aralık 1964 günü Fuat Uluç imzalı şu yazı yayımlanır: Neden Akdeniz’e doğru bir kısrak başı gibi uzanan da, şahlanmış bir at başı değil? Adamın dişilik iliklerine işlemiş. Bir türlü kurtaramıyor kendini bu kompleksten kendini.
Edebiyattan, şiirden anlamayan nice insan eleştirir durur Nazım Hikmet’i Fuat Uluç kafasında olanlar şunu iyi bilsinler ki, Akdeniz’e bir at başı gibi uzanan toprakların adı Anadolu’dur. Yani Babadolu değildir. Ki, bu yüzden Nazım Hikmet şiirinde dişi at olan kısrak sözcüğünü kullanmıştır. Bir atın şahlanıp şahlanmadığı da başından değil, ön ayaklarından anlaşılır! O ki, Nazım Hikmet için çıkan yazılardan söz ediyoruz. Altıncı yılını dolduran Sombahar dergisinin Nazım Hikmet dosyasına gelelim: Her sayısında bir şaire özel bölüm ayıran bir şiir dergisinin altıncı yılını doldurması elbette sevindirici. Ama burnu büyük şair çetelerinin varlığı yanında Türkçe çayırında yayımlanan bir şiir dergisinde Nazım Hikmet’in ipi birinci sayıda, eh hadi bilemediniz burun farkıyla ikinci sayıda göğüslemesi gereği de Türk Şiiri Koşusu’nun gerçeğidir. Nazım Hikmet’i çiftelemeye meraklı olanlar çiftetelli oynasalar daha yararlı bir iş yapmış olurlar. Gülümseyin: fotofiniş!
Şiiri kendi dışımızda sevememek sokağın aynı renkte şemsiyelerle dolmasını istemek kadar fakirliktir. Ki, öylesi bir sokağa yağmur da yazmaz zaten!..
Kitaplara zincir vuranlara söylenecek en güzel söz Georg Cristoph Lichtenberg’in şu özdeyişidir: Kitap bir aynadır: Yüzüne bir maymun bakarsa, elbette bir havarinin görüntüsünü yansıtmaz.
Kaz tüyü aslan pençesinden tehlikelidir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Nazım Hikmet, 25.07.1936 tarihli Akşam gazetesindeki köşe yazısında bir arkadaşının şu sözlerine yer verir: Simit ve galeta satışının artması işsizliğin çoğaldığını, kazancın azaldığını gösterir. Simit ve galeta bir yerde ölü olduğunu haber veren kuşlar gibidir. Ve her simitçinin sesi bana kuşların çığlıklarını hatırlatır.
Kızılderili reis Tatanga Manı, yıllar öncesinden şunları söyler: Ağaçlarında yürüdüğünü bilir misiniz, evet yürürler!.. Birbirleriyle de konuşurlar. Eğer dinleyecek olursanız sizle de konuşurlar. Sorun şu ki, beyaz adam dinlemiyor. Bizi bile dinlemiyorlar ki, doğadaki sesleri nasıl duysunlar?
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Orhan Veli’nin Hoca’nın Ay eskiyince ne yaparlar? sorusuna karşılık verdiği Kırpıp kırpıp yıldız yaparlar yanıtından oldukça etkilendiğini, ;Bir de rakı şişesinde balık olsam dizesiyle biten şiirinin ilk iki dizesine bakarak anlayabiliriz:
Eskiler alıyorum
Alıp yıldız yapıyorum.
Güle güle karpuz. Dilerim ki, önümüzdeki yaz yeniden görüşene kadar sokaklarda savaş çığlıkları atan kurt adamlar, işkenceciler, emeği sömürenler, barış düşmanları, insan haklarını çiğneyenler eşekten düşmüş karpuza dönerler!
Ama, emekçilerin ellerindeki anahtarla güzel günlerin kapısını açacağı gerçeği asla pas tutmuyor!
İstanbul bilmecelerini ilk derleyen Ignacz Kunos’tur. 278 bilmece derleyip, yayımlayan Macar Türkologdan başka M. Halit Bayrı ve Naki Tezel de anılmalıdır. Günümüzde ne yazık ki soğuk Amerikan esprileri ve onun türevinden olanlar kitaplaştırılırken, halk edebiyatımızda önemli bir yer tutan bilmecelerin barındığı bir kitaba rastlamıyoruz. Tramvayı yaşatmak adına Beyoğlu’nda gezdiriyoruz ama onun için sorulan şu bilmeceyi kaçımız biliyoruz ki?
Sırtına binilir
Yorulmadan gider
Fakat çok gevezedir
Her zaman çan çan eder.
Toptancı ambarında çalışan 24 yaşındaki delikanlı bir gün terziye yeşil renkli bir ceket ve pantolon yaptırır Ve, takım elbisesini giyer giymez Beyoğlu’nda fiyakayla yürümeye başlar. Birdenbire, gözlerini kadınlardan kaydırarak bir vitrindeki kravata diker!.. Işıldayan nikel bir çubuğun üstünde yeşil bir kravat durmaktadır: Altın çizgili, ipeği bir genç kız yanağı gibi aydınlık yemyeşil bir kravat
Mağazadan içeri girip fiyatını sorduğunda aldığı yanıt yıkar bütün hayallerini: Gömleğiyle beraber 25 lira Yıl: 1934. 25 lira bütün bir aylığıdır emekçinin. Yeşil kravatı mutlaka almalı, yeşil ceketinin içine bağlamalıydı. Aylığının yarısını kaldığı odaya veriyordu. Ondan kesemezdi Üç ay kuru ekmek yedi, tramvaya binmeyerek işe yürüyerek gidip geldi
Ve sonunda cebinde biriktirdiği 25 lirayla dükkandan içeri girerek, parmağıyla vitrindeki yeşil kravatı gösterdi. Öyküsünün gerisini Nazım Hikmet’ten okuyalım: Mağazadan çıkarken, Kaf Dağı’nın ardında Şamnuların elinden yeryüzünün güzeller güzeli kızını kurtarmış bir bahadır sanıyordu kendini. Ama, açlıktan gözlerinin ışığı sönmüş, dizleri titreyen bahadır Toptancı ambarında çalışan 24 yaşındaki delikanlı altın çizgili yeşil kravatını ancak beş altı gün takabildi Yedinci günün sonunda, yeşil kravatını ağzından boşanan kanla boyayarak yatağa düştü Üç gün sonra öldü Beni yeşil kravat uğruna can veren delikanlının ölüsüne çağırdılar. Gitmedim
Beyoğlu’nun gösterişli vitrinlerinde gözüm bir kravata takılsa Nazım Hikmet’in Yeşil Bir Kravat Uğruna adlı yazısını anımsarım. Hele bir kravat bir de yeşilse!..
Hava karardığında zabıtanın göz yumduğu seyyar kravat satıcıları Beyoğlu’nda boy gösterir. Sattıkları kravatlar vitrinlerdekinden çok daha ucuzdur. 24 yaşındaki toptancı ambarında çalışan delikanlının zamanında kravat işportaya henüz düşmemişti Yere serilen bir naylonun üstünde satışa sunulan kravat kutularını mutlaka karıştırır, aralarındaki yeşil kravatı bulup, elime alırım Sokak lambasının ışığında kravata şöyle bir baktıktan sonra satıcıyı hayal kırıklığına uğratıp yerine koyarım.
Dedim ya, ben kravat takmasını sevmem!..
Asarsam bel kayışımla kendimi asıyorum dizesiyle Attila İlhan’ın, Bu ipi kimse için gezdirmiyorum/ Bir kere asılmıştım çocukluğumda dizeleriyle de Cemal Süreya’nın Nerval’e gönderme yaptığını ortaya atar.
Sümerlerden bu yana şiir yazılıyormuş
Bakıyorum dünyanın haline
yazılmasa da olurmuş.
Kadından şair olmayacağını iddia edenler ilk aşk şiirinin bir kadın tarafından yazıldığını elbette bilemezler.
Nazım’ın kadınlara düşkün olduğu söylenir. Oysa, bütün kadınlar Nazım’a düşkündü!..
Şairin ölümünden sonra kurulan bir komite bir uçağa Nazım Hikmet adını vermeyi düşünür. Ama sonradan bir geminin daha elverişli olduğuna karar kılınır. Yugoslavya’da yapılmakta olan bir yük gemisine Nazım Hikmet adı konur. Niye mi yük gemisi?.. Çünkü, yolcu gemileri belli limanlar arasında işler. Oysa bir şilep bütün limanlara gidebilir, dünyanın bütün denizlerini gezebilir!..
İlk seferine 12 Ağustos 1965’te Odesa Limanı’ndan çıkan gemi için düzenlenen törene Nazım Hikmet’in karısı Vera, şairler ve yazarlar katılır. Kaptanlığını Vadim Andreyeviç Brajin’in yaptığı geminin kütüphanesine Nazım Hikmet’in kitapları armağan edilirken de bir fotoğrafı verilir. Törene Türkiye’den katılan bir yazar vardır: Aziz Nesin!..
Tarih: 15 Ocak 1992 Nazım Hikmet 90 yaşındadır. Doğum gününü kutlamak üzere Tarabya Oteli’nin önünde toplanan insanların ellerinde rengarenk kağıt gemilere polis bir anlam veremez. Saat 12.00’ye geldiğinde şairin memleket toprağına ayak bastığı son yer olan Tarabya kıyısından yüzlerce kağıt gemi ve karanfil denize bırakılır!.. Bu sırada Sunay Akın, tam 24 saat hiç susmadan Nazım Hikmet’in şiirlerinin okunacağı etkinliğin ilk dizlerini okur:
Çok yorgunum, beni bekleme kaptan
Seyir defterini başkası yazsın
Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman
Beni o limana çıkaramazsın
Geminin güvertesinde kimsecikler yoktu ama adını okuyunca yüreği yaşama sevinciyle makine dairesindeki motorlar gibi küt küt atan ben oldum!.. İşçilerin bir tersanede alın terlerini akıtarak yaptıkları Nazım Hikmet geçiyordu İstanbul Boğazı’ndan: Trum Trak Trum Trak
Varna kıyısında yazdığı bir şiirinde bir vapur geçer Boğaz’a doğru/ Nazım usulcacık okşar vapuru/ yanar elleri diyen şairin adını taşıyan gemi denizi yırtarak sis içindeki Boğaz’a doğru ilerliyordu. Geminin arkasında ise Orhan Veli’nin Deniz yırtılır kimi zaman/ Bilmezsiniz kim diker/ Ben dikerim dizelerindeki Dalgacı Mahmut bir martı olup uçuyordu!.. Ve, o geminin İstanbul’un hiç bir iskelesine yüz süremeyecek olduğunu düşünen Sunay’ın da yüreği yanıyordu!
Vapurumuz yolun yarısına geldiğinde Kumkapı açıklarında bekletilen gemiler de Boğaz’dan geçmek üzere dümen kırmışlardı. Kaptanımız bacasında orak-çekiç taşıyan bir gemiye yol vermek için hız kestiğinde arkadaşlarla martılara attığımız simitler çoktan bitmişti.
Önümüzden geçecek olan geminin güvertesine dikkatle bakıyordum. Tanıdık mı arıyorsun? diye takılan arkadaşlarıma yabancı bandıralı bir geminin güvertesindeki insanlara el sallamaktan aldığım mutluluğu anlatamazdım. Haftalarca belki de aylarca denizlerde dolaşan tayfalara, tanımadığı bir insanın el sallaması küçük de olsa bir yaşama sevinci katar diye düşünüyorum.
( ) insanlığın gerçek yasalarını şairlerin koyduğu düşüncesiyle Şiir Cumhuriyeti ilan ederler.
Haliç’in derinliklerindeki kuytu bir köşeye atılan Galata köprüsünün yerine yapılan beton köprünün ışıkları bir sonbahar gecesinde, İstanbul’un gerdanına takılan sahte bir kolye gibi parlıyordu…
Meyvelerin soyulan kabukları bir takvimin koparılan yaprakları gibidir.
Anımsar mısın bilmem yağmurun bardaktan boşanırcasına yağdığı o günü hani şemsiyeyi iyice cekip başımıza dudaklarımla hesaplamışım. yüz ölçümünü
Nazım Hikmet, dolmuşların ortaya çıkış sürecini elbirliği ile taksiye binme olarak yorumlar ve yayılmasını İstanbul Tramvay Şirketi’nin diktatörlüğe karşı yapılacak en pratik, en dokunaklı kavga düzenlerinden biri olduğu için destekler.
Fatih Sultan Mehmet gemilerini karadan yürüttü ya
Deniz kaçkını bir ulusun çocuklarıyız biz o gün bugün
Ağaçlar hem yürürler,hem de birbirleriyle konuşurlar.Yeter ki dinleyelim!
Sümerleden bu yana şiir yazılıyormuş.
Bakıyorum dünyanın haline
yazılmasa da olurmuş.
Baltaya, buldozere, para babalarına karşı kalem savaşı. Umut kaldı mı? Kaldı, kalemi kullananlar düşünce sağlamlığını koruyabildiği süre

Burhan Arpad

Kız Kulesi’ni sevmeyen İstanbullu olamaz.
Ağaçlar hem yürürler hemde birbirleriyle konuşurlar. Yeter ki dinleyelim.
Ve çekip gidecekse bu can tenden neden böyle sadık bana iskeletim?
Çok yorgunum, beni bekleme kaptan

Seyir defterini başkası yazsın.

Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman.

Beni o limana çıkaramazsın

havaya bile ateş etmeyin
olur a, bir kuş geçiyordur üstünüzden
ya da Hezarfen Ahmet Çelebi. Akgün Akova
Eyfel Kulesi’nin yapımına karşı olarak en sert çıkışları yapan Guy de Maupassant, her gün birinci kattaki kafeteryada görünür. Kendisine, beğenmediği kulede ne işi olduğunu soranlara verdiği yanıt en az Eyfel kadar ünlenir :”Paris’te bu lanet yapının gözükmediği tek yer burası.”
Galata Kulesinın adı Ceneviz kaynaklarında “İsa Kulesi”, Bizans kaynaklarında ise “Büyük Burç” olarak geçmektedir. Her yaştan Cenevizli kadın ve erkeğin geceli gündüzlü çalışarak yükselttiği kulenin birkaç katını Fatih Sultan Mehmet nedendir bilinmez yıktırır!..
“Şemsiye eteklik giymiş bir bastondur. Kadınlaşmış bir baston…”
(Nazım Hikmet)
“Yurdum :Haydarpaşa garında trenden inen esmerlik…”
(Abdülkadir Bulut)
Eski bir İstanbul hikayesidir: padişah her şeyi bildiğini iddia eden falcıdan o gece İstanbul’a geleceği kapının adını bir kağıda yazmasını ister. Padişah kapıdan girdikten sonra kağıdı açıp, başka bir kapının adıyla karşılaşırsa falcının kellesi uçacaktır…Falcının kafasını kestirmekte kararlı olan padişah surların yıkılmasını ve yeni bir kapı açılmasını emreder…Ve, açılan kapıdan atıyla İstanbul’a girer girmez falcının kağıdını okur: “Yeni kapınız hayırlı olsun padişahım!”
İşte Yenikapı semtinin adı söylentiye göre böylesi bir olaydan doğmuş!..
İstanbul otomobillerin işgali altındadır. Kapitalizmin oluşturduğu tüketim toplumunda sınıf farklılığının en belirgin görsel malzemesidir. Boğaziçi’ndeki köprülerin ayakları aslında otomobillere teslim olan İstanbul’un havaya kalkan elleridir!..
Kızılderili reis Tatanga Manı, yıllar öncesinden şunları söyler:”Ağaçların yürüdüğünü bilir misiniz, evet yürürler !..Birbirleriyle de konuşurlar. Eğer dinleyecek olursanız sizle de konuşurlar. Sorun şu ki, beyaz adam dinlemiyor. Bizi bile dinlemiyorlar ki, doğadaki sesleri nasıl duysunlar?..”
Fatih Sultan Mehmet gemilerini karadan yürüttü ya
Deniz kaçkını bir ulusun çocuklarıyız biz o gün bugün
(Cemal Süreya)
İstanbul’da toplu taşımacılıkla uğraşan kuruluşlardan biri de belediyeye bağlı olan İETT’dir. “İstanbul Elektrik Tramvay Tünel” sözcüklerinin baş harflerinden oluşan İETT‘nin halk dilindeki anlamı ise şudur: İneklik Etme Taksi Tut…
…İstanbul’un ilk belediye başkanı Nasrettin Hoca’nın torunudur.
Orhan Veli’nin Nasrettin Hoca’nın “Ay eskiyince ne yaparlar?” sorusuna karşılık verdiği “Kırpıp kırpıp yıldız yaparlar” yanıtından oldukça etkilendiğini, “Bir de rakı şişesinde balık olsam” dizesiyle biten şiirinin ilk iki dizesine bakarak anlayabiliriz:
Eskiler alıyorum
Alıp yıldız yapıyorum.
Eşeğe ters bilmenin bir ceza yöntemi olarak da uygulandığını biliyor muydunuz? Sokaklarda kapkaç yoluyla öteberi çalan hırsızlar, yankesiciler kolluğa getirilerek Çorbacı Divanı’nda sorguya çekilirlerdi. Suçu sabit görünen hırsız elleri arkadan bağlanarak semersiz bir eşeğe ters bindirilir ve üç gün boyunca sabahtan akşama kadar dolaştırılarak halka teşhir edilirdi. Bir yandan da, adı bağırılarak kim oldu halka duyurulurdu. Cezanın son günü “yüzü ak olsun” denilerek yüzüne çanak çanak yoğurt atılırdı.
Osmanlı döneminde uygulanan bu ceza yöntemini öğrendiğimde, aklıma Nasrettin Hoca geliverdi: Eşeğe ters binmek ve yoğurt çalmak!..
İstanbul’da berberler 14. yüzyılda parfüm satıcılarıyla birlikte Ayasofya civarında bulunuyordu.
Kitap bir aynadır: Yüzüne bir maymun bakarsa, elbette bir havarinin görüntüsünü yansıtmaz.
Sümerlerden bu yana şiir yazılıyormuş.
Bakıyorum dünyanın haline
yazılmasa da olurmuş.
Gelecekte neler olacağını bilme arzusu insanın içini kemirir durur.
Çok yorgunum, beni bekleme kaptan. Seyir defterini başkası yazsın. Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman. Beni o limana çıkaramazsın
Kadından şair olamayacağını iddia edenler ilk aşk şiirinin bir kadın tarafından yazıldığını elbette bilemezler.
Kulenin yapımına karşı olarak en sert çıkışları yapan Guy de Maupassant,her gün birinci kattaki kafeteryada görünür.Kendisine,beğenmediği kulede ne işi olduğunu soranlara verdiği yanıt en az Eyfel kadar ünlenir: “Paris’te bu lanet yapının gözükmediği tek yer burası.”
İşte,Nâzım Hikmet! Haini olarak ilan edilen vatanının her haliyle,bir hal binasının yapımında boşa harcanan paralarla bile ilgilenen,hesap soran,halkın emeğini çarçur edenlerin ellerini kollarını sallayarak dolaşmasını içine sindiremeyen gerçek bir yurtsever!..Ki,ona “vatan haini” diyenler bir sülük gibi halkın kanını emenlerden başkası değildir.
Amicis’in gözlemlerinden de anlaşılacağı gibi berberler aynı zamanda dişçiydiler.Diş çekme konusunda bilgi sahibi olanlara sarayın başhekimi tarafından izin belgesi verilirdi.Berberler ,aynı zamanda sünnet de yaparlardı.
Dükkân sahibi olanlar ve olmayanlar diye ikiye ayrılan berberlerin seyyar olanları duvar diplerinde,köşe başlarında,cami avlularında bulunurlardı.Seyyar berberlerde tıraşın yarım kalma tehlikesi her zaman için vardı!..Uzaktan zabıta çavuşunun geldiğini gören berber,eşyalarını topladığı gibi kaçardı.”Tası tarağı toplamak” deyimi,seyyar berberlerden günümüze kalan bir mirastır.
İyi bağlanmış bir kravat,hayata atılan ilk ciddi adımdır.
Nazım’ın kadınlara düşkün olduğu söylenir.Oysa,bütün kadınlar Nâzım’a düşkündü!
Varna kıyısında yazdığı bir şiirinde bir vapur geçer Boğaz’a doğru / Nâzım usulcacık okşar vapuru / yanar elleri diyen şairin adını taşıyan gemi denizi yırtarak sis içindeki Boğaz’a doğru ilerliyordu. Geminin arkasında ise Orhan Veli’nin Deniz yırtılır kimi zaman / Bilmezsiniz kim diker / Ben dikerim dizelerindeki Dalgacı Mahmut bir martı olup uçuyordu!.. Ve, o geminin İstanbul’un hiçbir iskelesine yüz süremeyecek olduğunu düşünen Sunay’ın da yüreği yanıyordu!
Bizi bile dinlemiyorlar ki, doğadaki sesleri nasıl duysunlar?..
1962 yılında, Trabzon’da, terzi bir babanın ikinci oğlu dünyaya gelir. Adını Sunay koyarlar 1992 yılında elinde şiir kitaplarıyla çıktığı Kız Kulesi’ni, insanlığın gerçek yasalarını şairlerin koyduğu düşüncesiyle Şiir Cumhuriyeti ilan eder!.. Ve, ilk yasa olarak Nazım Hikmet’in iki dizesini okur: Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / ve bir orman gibi kardeşcesine
İyi bağlanmış bir kravat hayata atılan ilk ciddi adımdır.
Dörtnala gelip Uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim
(Hazerfan Ahmet Çelebi) Başlangıçta, Okmeydan’ın minberi üzere, rüzgâr şiddetinden kartal kanatları ile sekiz, dokuz kere havada pervaz ederek talim etmiştir. Badehu Sultan Murad Han Sarayburnu’nda Sinan Paşa Köşkü’nden onu izlerken, Galata Kulesi’nin taa zirve-i belâsından lodos rüzgârı ile uçarak, Üsküdar’da Doğancılar meydanına inmiştir. Sonra Murad Han, kendisine bir kese altın ihsan ederek: ‘Bu adam pek havf edilecek (korkulacak) bir ademdir. Her ne murad ederse, elinden geliyor. Böyle kimselerin bekası caiz değil,’ diye Gâzir’e (Cezayir) nefyeylemiştir (sürmüştür) sürüldüğü Cezayir’,de bulutların arasından bir uçumluk baktığı İstanbul’un özlemi içinde ölmüştür.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir