İçeriğe geç

Yarın Savaşta Beni Düşün Kitap Alıntıları – Javier Marias

Javier Marias kitaplarından Yarın Savaşta Beni Düşün kitap alıntıları sizlerle…

Yarın Savaşta Beni Düşün Kitap Alıntıları

Ayrıca hiç yaşanmamış olanın da hâlâ yaşanabileceğine inanır canlılar, talihlerinin döneceğine inanırlar en olmadık şekillerde
yeni olan, yokluğuyla baş edemeyeceği
bir biçimde coşkulandırır çünkü insanı.
Ya da belki de bizi değiştiren kendi çabalarımızla ilerlediğimiz o dolambaçlı ve eğri büğrü yollardır da biz kader olduğuna inanırız bunun, hayatımızı son yaşananların, yalnızca yakın geçmişin ışığı altında değerlendiririz, sanki geçmiş sadece bir hazırlıkmış da ancak ardımızda bıraktığımız zaman bilincine varıyormuşuzcasına, sanki sonunda her şeyi anlıyormuşuzcasına.
En tahammül edilmez olanı kişinin geleceği olarak gördüğü birinin geçmişin bir parçasına dönüşmesi.
adalet anlayışımız ihtiyaçlarımıza göre değişir ve ihtiyaçlarımızın adil olana denk düştüğüne inanırız her zaman.
toplumun bakış açısı hiçbir zaman bireyin bakış açısı değildir, sadece o dönemin bir yansımasıdır
Saray’ın eli sıkıdır, herkesin kendileriyle çalışmak için can atmasına öylesine alışmışlar ki ödeme yapmak akıllarına bile gelmiyor.
korku en umulmadık tesadüflere inandırır insanı.
Her şey az gelir bize, özetleniverir birkaç sözcükle, her şey az gelir bize bir kez sona erdiğinde ve işte o zaman yeterince vakit tanınmamış gibi hissederiz.
Yakınlarımızın dertlerimizi bilmemesine tahammül edemeyiz, birden, artık mutlu değilken hâlâ az çok mutlu olduğumuza inanmalarına tahammül edemeyiz
Zamanla her in­sandan geriye ne kadar az şey kalır, yararsız ve kaygan karlar gibi, ne kadar az iz kalır ve bu kalan artığın büyük bir kısmı susulur, ve susulmayan yaşananların inanılmayacak kadar küçük bir bölümüdür ve kısacık bir süre ha­tırlanır: Kendi yok oluşumuza doğru yol alırken yavaş ya­vaş zamanın öte tarafına, karanlık arka sokagina geçeriz, işte orada artık düşünceler ve vedalara yer yoktur: Elve­da gülücükler, elveda hakaretler ve günahlar. Sizi bir da­ha görmeyeceğim. Siz de beni bir daha göremeyeceksi­niz. Elveda taşkınlık. Elveda anılar.

Ocak 1994

Kendimizi bu şekilde gizlernemizin nedeni her za­man kendi çıkarımızı, hata yapmaktan korktuğumuzu, onu ve kendimizi korumak istediğimizi, herkese herşeyi söyle­menin iyi yelişınişlere özgü bir davranış olmadığını bilme­mizden falan değil, genellikle bizden tiksinmemesi için, eğlence bozulmasın diye, ya da sadece ortalama bir kibar­lıktan kaynaklanır, gayet yalın bir amacımız vardır: Takın­tılarımızı ve yetersizliklerimizi gizlemek. Bazen kökleri­miz hakkında da susar ya da yalan söyleriz çünkü hemen hemen hepimiz atalarımızdan birinin biraz sıra dışı, anne ve babalarının, anneanne ve dedelerinin, hatta ona çok benzeyen oğul ve kızlarıyla eşlerinin bile gizledikleri biri olmasını için için arzularız, bu kişiler hayatlarının bir bö­lümünü kimselere açmazlar, gençlik, çocukluk veya olgun­luk çağlarından nefret ederler; herkesin biyografisinde böyle küçük düşürücü, üzücü hatta uğursuz bir bölüm -ve­ya bölümler, veya bir bütün-vardır ve bunu yok saymak, diğerlerinden ve hatta kendinden bile gizlemek en hayırlı­sıdır. Hayatımız utançlarımızın yükünü taşır, görünüşü­müzden, geçmiş inançlarımızdan, bilgimizden ve cahilliği­mizden, bir zamanlar boyun eğmiş veya gururlu davranmış olmaktan, uzlaşmış veya baş kaldırmış olmaktan, inanma­dığımiz pek çok şeyi söylemiş ve önermiş olmaktan, aşık olduğumuz kişiye aşık olmuş olmaktan, şimdi kaçtığımız kişinin bir zamanlar arkadaşımız olmasından utanırız. Ha­yatlarımız genellikle önceden yaşamış olduklarımıza iha­net etmek veya onları reddetmekle geçer, zamanın geçişi­ne göre yaşadığımız her şeyi eğer büker ve değiştiririz ama ne yazık ki ne kadar saçma veya bayağı olsalar da, kendi­mizi ne kadar aldatsak, gizlesek ve sırlarımızı ne kadar derine gömsek de her şey bilincimizdedir, her şeyi hatırla­nz. Her zaman gölgede dolaşmak çok zordur, ve aslında alacakaranlıkta dolaşmak daha da zordur çünkü alacaka­ranlık değişkendir, bu alacakaranlık kuşağında dolaştığı­mız her insanla daha aydınlık veya daha karanlık bölgele­re girer, çıkarız; bölgeler onun bilgisine, günlere, ortamla­ra ve dinleyicilere göre değişir ve kendi kendimize dur­maksızın Ben artık eski ben değilim, eski benliğime sırt çevirdim. deriz.
Kişi bir şeye alışırsa, artık onu önemsemeden yaşar
Herkesin hayatında başına gelenlerden anında haberdar olması gereken dört beş kişi vardır ve öldüğümüz zaman hala hayatta olduğumuzu düşünmeleri tahammül edilemezdir
İnsanın tanıdığı birinin ölmesi korkunç bir şey, ne kadar az tanıyor olursan ol, var olduğunu bildiğin birinin artık var olmadığını idrak etmek zor.
Adalet anlayışımız ihtiyaçlarımıza göre değişir ve ihtiyaçlarımızın adil olana denk düştüğüne inanırız her zaman.
Coşkun duygularını onurlu olmakla karıştıran insanlar vardır.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Ne kadar da kolay etkileniyoruz her seyden, her şeye nasıl da kani olabiliyoruz, biliyoruz her şeyin savunulabileceğini ve her tür muhalif düşüncenin çürütülebileceğini; her zaman haklı çıkabileceğimizi ve bir mazeret, bir bahane, yüceltici yahut hafifletici bir sebep ya da sadece ifade hakkı bulunduğu sürece her şeyin anlatılabileceğini; bonkörlüktür bir çeşit, birilerine bir şey anlatmak; her şey olabilir, her şey söylenebilir ve kabul edilebilir, her şeyden sıyrılabilir insan, hatta her şeyden sağ salim çıkabilir.
Hemen her zaman retoriktir kelimeler, abartılı veya metaforik, dolayısıyla da hatalıdır.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Hiçbir hikaye anlatılmaz iki defa aynı şekilde ya da aynı sözcüklerle.
Ne büyük bir talihsizlik adını bilmek, yarınki yüzünün neye benzeyeceğini bile bilmeyecekken; isimler değişmez ve bir kez kazındıklarında insanın aklına, sonsuza kadar kalırlar orada, hiçbir şey ve hiç kimse söküp atamaz onları bir daha.
Sadece birilerine komik gelmek , birilerini eğlendirmek de değildir mesele, kelimenin daha geniş anlamıdır aslolan; avundurmak, hatta o gizemli tabirle, gözüne girmek karşınızdakinin; kusurlarınızı, zorbalıklarınızı, suistimal ettiklerinizi, yaptığınız hataları, size güvenen insanlarda yol açtığınız hayal kırıklıklarını, ufak tefek ihanetleri ve ufak tefek hakaretleri fark etmemelerini sağlamak.
Hayatımızı son yaşananların , yalnızca yakın geçmişin ışığı altında değerlendiririz.
Öyle ya kendimizi kandırmayalım, toplumun bakış açısı hiçbir zaman bireyin bakış açısı değildir, sadece o dönemin bir yansımasıdır: Ortak görüş, yahut çoğunluğun görüşü diyelim, hiçbir zaman bireysel bir görüşü yansıtmaz, en azından grup içindeki bireyler ötekileşmek istemediklerinden o grubun görüşünü benimsediği sürece böyledir bu. Öznellik karşısında karşısında verilmiş bir tavizdir bu sadece, bir rüşvet.
Her tür kur acınası görünür insana dışarıdan bakıldığında ya da hatırlandığında; karşılıklı razı gelinen müşterek bir manipülasyon gibidir, tamamen içgüdüye dayalı bir şeyin riayet edilen yorucu formalitelere ve sosyal bir kılıfa uydurulmasıdır.
Henüz gerçekleşmemiş olanı engellemeye çalışmak gerçekleşmesine sebep olur, kuşkular çözümlenmemiş olanı etkinleştirir, kaygı ve beklenti yarattıkları, derinleştikçe derinleşen boşlukların doldurulmasını mecbur kılar; o korkunun dağılmasını istiyorsak şayet, mutlaka bir şey yapmak gerekir ve en iyisi işleri akışına bırakmaktır.
Kişinin kendisi değişmediği halde birtakım şeylerin böylesi ani bir şekilde değişmesi şaşırtıcı ve üzücüdür.
Onurlu davranıp davranmadığımızdan hiçbir zaman tam anlamıyla emin olamayız.
Fakat her birimiz nasıl algılamak istersek öyle algılarız yaşananları, her birimiz kendi hikâyemizi anlatırız, aynı değildir aynı şeyi yaşayan iki kişinin hikâyesi bile.
Var olan birinin artık var olmadığını idrak etmek zor geliyor insana.
Asıl dehşet verici olan öleceğini düşünmek ve bilmektir herhalde.
Tanıdığımız insanların geçmişin bir parçasına dönüşmeleri tahammül edilemez bir şey.
Ne kadar da az şey kalıyor geriye her bir bireyden, ne kadar da az iz bırakılıyor ve bunların ne kadar da azı konuşuluyor.
Ölüm döşeği herkes için yeni bir tecrübedir.
Başkalarından duyduklarımızda her zaman bir paça gerçekdışılık vardır; sanki bunların hiçbiri yaşanmamıştır; bizim başımıza gelenler ve unutmadıklarımız için bile geçerlidir bu.
Hiç kimse bir gün kollarında yüzünü bir daha asla göremeyeceği fakat adını hiç unutamayacağı bir kadının cesedini tutacağını aklından geçirmez. Sürekli yaşanmasına rağmen, nedense birinin en uygunsuz zamanlarda, üstelik hiç beklemediğimiz bir şekilde yanı başımızda öleceği aklımızın ucundan geçmez.
Bir kadın veya adamın mesleğine doğduğu zaman hatta daha bile önce karar verilmiş olmamalı. İsterseniz meslek yerine kader diyelim, benim için bu kelimeyi kul­lanmanın bir sakıncası yok. Şu anda hepimize hitap ettiği gayet açıktı. Bu ne onlar için ne de genelde bu tür konu­larda söyleyecek bir şeyleri olmayan vatandaşlar için doğ­ru olandır. Gerçi bu beni çok da ilgilendirmiyor çünkü en ufak bir fırsatta vatandaşlar da bizlerin kellesini uçuruyor­lar, onları kimse durduramaz. Hiç kimseye doğmak isteyip istemediği sorulmuyor, doğuruluyorlar. Hangi ülkede doğ­mak istediğimiz, konuştuğumuz lisanı konuşmak isteyip istemediğimiz, okula gitmek, kardeşler ve ebeveynlere sa­hip olmak bunlar hep şans eseri başımıza gelen şeyler. Herkese hayata geldiği andan itibaren bazı şeyler zorla ka­bul ettiriliyor ve bayağı ileri bir yaşa kadar da bu baskı sü­rüyor. Özellikle anneler küçük çocuklarının neye ihtiyacı olduğuna, çocuğun ne olacağına en başından karar veriyor­lar, ve yıllar boyunca çocuklarına bu kendi yorumlarını gerçekleştirmek için ölçü almaları gereken değerler konu­sunda baskı uyguluyorlar. ‘Şimdi kim küçük Euge­nio’nun ihtiyaçlarını yorumlayarak onun için karar vere­cek’ düşüncesi bir şimşek hızıyla aklımdan geçti. Bütün bunlara bir itirazım yok. diye sürdürdü monoloğunu el Solo, çünkü bunlar çaresi olmayan şeyler, ne bir fikirle ne de ne istediğimizi bilerek doğuyoruz. Kendime soruyorum da; bizler yani uç noktalara kadar hayatları tasarlanan kişi-· ler, kimsenin hayatını tasariamadan yaşayabilir miyiz? Ba­kın, bu çok ciddi bir mesele.
Toplumun ada­let kavrayışı ile bireylerin kendine özgün adalet kavrayışı asla çakışmaz. Toplumun adalet kavramı sadece yaşanan zamanla uyumludur, yani herkes için ortak bir nokta bulu­nur ve çoğunluk da ayrık durup göze batınamak için bu or­tak noktada uzlaşmış gibi görünür. Diyelim ki bu öznellik­ten bir tür ödün verme ve ortama bir düzen getirme yolu­dur. Hiçbir suçlu davası görüldükten sonra tatmin ve rahat­lama duyarak: • Adalet yerini buldu’ demez. Çünkü bunu derse yerini bulan adalet onun adalet anlayışıyla, en azın­dan önceden var olanla örtüşüyor demektir. Tüm suçlular ‘karara saygı gösteriyorum’ veya ‘hükmü kabul ediyorum’ derler. ‘Kabul etmek’ veya ‘saygı göstermek’ aynı fikirde olmak anlamına gelmez. Eğer öznel bir adalet kavramı var olabilmiş olsaydı yargıçlara gerek kalmazdı ve suçlular kendi cezalarını kendileri verirlerdi, suç kavramı da olmaz­dı ve kimse suç işlemiş olmazdı çünkü zaten kimse kendi öznel adalet kavramına uymayan bir şey yapmaz. Adalet kavramımız ihtiyaçlarımız doğrultusunda değişir ve ihtiya­cını duyduğumuz şeyi yapmak da en doğrusudur. Sana ne kadar garip gelse de ben böyle düşünüyorum.
Bunca sene boyunca neler yazdımsa hiçbirinin doğrudan sorumlusu ve sahibi ben değilim, yani onaylayarak veya onaylamayarak yazdığım her şeyden devlet sorumlu, ben asla benim olmayan, bu belirsiz kuru­ma ait kelimeleri ve aslında hiç kimsenin olan cümlelerini yazıyorum. Bütün bunlar, benden politikacılara, basından televizyona, söylenenleri dinleyen veya seyreden iyi niyet­li ve saf az sayıda okura veya seyirciye kadar, hepimizin benliğimizi ödünç verdiğimiz, düşünülüyor ve çareler ara­nıyormuş gibi yaptığımız gerçek dışı bir yalandan ibaret.
Biraz uzaklaşarak 1914 yılına ait bir mezar taşının üze­rindeki bilmece gibi dizeleri sökmeye çalıştım. On satırlık falan bir yazıydı (nesir şeklinde yazılmıştı): Ne kadar da çok bahsetseler benden, beni tanımazlar; ve kara çalarlar bana, hakkımda konuşurken; beni tanıyanlar sadece susar­lar ve savunamazlar beni; böylece kötü düşünür herkes gö­rene dek yüzümü; dinlenirler koynurnda ve beni bağışlar­lar sonradan; ama ben, ben asla dinlenmem. Birkaç kez okuduktan sonra konuşanın ölü (Mezartaşında Le6n Su­arez Alday 1890-1914 yazılıydı, genç bir ölü) değil, ölü­mün kendisi olduğunu anladım. Ne garip bir ölümdü bu böyle, kötü ününden şikayet ediyor, çenebaz canlıların kendisini tanımadıklarından yakınıyor, kendisi hakkında kötü düşünüldüğü için üzülüyor, bağışlanmak istiyor; dos­tane davranıyor aslında o da yorgun, ve sonunda uzlaşıyor.
Mezar taşlarının üzerindeki yazıları okuyarak ve Dean ‘larla Tellez ‘ler siyah giysilerinin içinde çiçekler­le süslenmiş tabutun arkasında gözükünce nereye gizlene­ceğime karar vermeye çalışarak yavaş adımlarla ilerledim. Cenazelerde adet olduğu gibi kara gözlükler takmıştım. Bu kara gözlükler sadece gözyaşlarını gizlemek için değil, gözyaşları dökülmediği zaman onların yokluklarını gizle­mek için de takılır.
Kendisi yaşamaktayken birinin öldüğüne şahit olan kişi kısa bir an kendini bir cani gibi hisseder. Yine de benim durumum biraz farklıydı: Marta öldükten sonra benim, hemen hemen bir yabancının, hangi sebeple burada, belki öldüğü için artık kendisine bile değil sadece kocasına ait olan bu odada sabahlamış olduğumu, hangi dalaverelerin döndüğünü ve neden bu eve özellikle kocanın yokluğunda davet edildiğimi, hatta davet edilip edilmediğimi bile açıklayamazdım. Marta’nın ölümüyle bana şahitlik edecek kimse de kalmamıştı. Yataktan ace­leyle fı rladım. Fiziksel olmayan zihinsel bir telaş içinde ol­duğumu fark ettim. Düşünmem gerekenler, yapmam gere­kenlerden daha fazlaydı.
herkes bilincinde değildir içinde bulunduğumuz anın bir anda uzak geçmişe dönüştüğünün.
bir yakınımızı kaybettiğimizde geçmiş zaman kullanmamız zaman alır, zaman alır aradaki farkı kavramamız.
Ne kadar da az şey kalmış benden geriye o evde, ne kadar da az iz kalıyor her şeyden geriye.
davranışlarımız düşüncelerimizin önünde gider, bir evet, bir hayır, bir belki ve bu zaman zarfında her şey değişmiş yahut yitip gitmiştir.
batıl inanç da bir düşünme biçimidir yalnızca, düşünceler arasındaki bağı vurgulayan ve düzenleyen bir düşünme biçimi, bir ağırlaştırma, şiddetlendirme hali, bir hastalık, fakat tüm tefekkür hastalıklıdır, bu yüzden kimse çok düşünmez veya en azından düşünmemek için elinden geleni yapar zaten.
Falanca şeyler oldu ve o falanca şeyler bir kez olduktan sonra onlarla yaşamayı öğrenmek gerekir.
Kişi bir şeye alışırsa artık onu önemsemeden yaşar.
Her birimiz kendi hikayemizi anlatırız, aynı değildir aynı şeyi yaşayan iki kişinin hikayesi bile. Ayrıca hikayeler onları yaşayanlara ya da yaratanlara da ait değildir yalnızca, bir kez anlatıldıktan sonra herkesindir, kulaktan kulağa yayılır, değiştirilip çarpıtılırlar; hepimiz kendi hikayemizi anlatırız.
ketumluk, gizem ve gölge şaşmaz bir hafıza gerektirir, hatırlamak gerekir kimin ne bildiğini ve kimin ne bilmediğini, kimden neyi saklamak lazım geldiğini.
hayatlarımız çok defa daimi bir ihanettir geçmişe ve inkârıdır geçmişin, zamanın geçişiyle her şey saptırılıp çarptırılır, yine de, ne kadar kandırırsak kandıralım kendimizi, hala sırlar sakladığımızın ve gizem içinde yaşadığımızın bilincindeyizdir.
herkesin biyografisinde başkalarının bilmemesinin, hatta kişinin kendinden bile saklamasının daha iyi olacağı rezil, üzücü ve korkunç bir yahut birçok bölüm vardır.
Yorucu hep gölgelerde dolaşmak ve görünmeden izlemek ya da fark edilmemek için çabalamak, tıpkı sır saklamanın veya bir sır perdesi ardında yaşamanın yorucu olduğu gibi, ketumluk nasıl da bitap düşürür insanı ve tüm yakınlarımızın sırdaşımız olmayacağının her daim bilincinde olmak; bir arkadaştan bir şey saklanırken başka birinden diğerinin bildiği başka bir şey saklanır.
Herkesin herkesle karşılaştığı, telefonların her saat çaldığı, gecenin bir yarısı gelen telefonların olağan karşılandığı ve halkın bir kısmının uyumadığı ve uyumak isteyenleri de uyutmadığı bir şehirde bir kişi neler öğrenirse ben de onları öğrendim işte.
insanın tanıdığı birinin ölmesi korkunç bir şey, ne kadar az tanıyor olursan ol, var olduğunu bildiğin birinin artık var olmadığını idrak etmek zor.
her şey durmaksızın hareket eder ve her şey birbirine bağlıdır, kimi şeyler, varlığından bile haberdar olmadığı, başka şeyleri beraberinde getirir, her şey yavaş yavaş kendi sonuna doğru ilerler daha gerçekleştiği anda hatta daha gerçekleşirken, hatta siz daha gerçekleşmesini beklerken, ve daha gerçekleşmemişken; henüz yaşanmamış ve belki de hiç yaşanmayacak olanı geçmişin bir parçası olarak anımsar insan, insan hiç yaşanmamış olanı anımsar.
Tam bir bıçak sırtı ve tek bir yanlış hareket kaçtığınız tarafa düşüvermeniz için yeterli, saplanacak o bıçak zira size her koşulda ve çok yakında düşeceksiniz illa şuraya veya buraya.
Neredeyse hiçbir zaman bir şey aramayan ya da istemeyen veya ne aradığını yahut ne istediğini bilmeyen, sadece bir şekilde başına bir şeyler gelen pasif bir tipimdir ben…
Yakın olduklarımızın dertlerimizi bilmemesine tahammül edemeyiz, herkesin hayatında başına gelenlerden anında haberdar olması gereken dört beş kişi vardır ve öldüğümüz zaman hala hayatta olduğumuzu düşünmeleri tahammül edilemezdir.
Eminim bıkmıştı artık, sabretmenin tek yolu geri çekilmek, dinlemeyi bırakmaktır bazen.
Dünyadaki bir saniyemizi bile düpedüz farklı ve yanlış bir şeye inanarak geçirmememiz adına anında haberdar olmamız gereken birtakım şeyler vardır, hele de dünya tam da bu yüzden bambaşka bir hal aldıysa. Her şey aslında bütünüyle değişmiş ya da tepetaklak olmuşken hiçbir şeyin değişmediğine, her şeyin aynen eskisi gibi olduğuna inanmak kabul edilebilir bir şey değildir ve bu şekilde geçirdiğimiz bu süreç, sonrasında bize hakikaten tahammül edilmez gelir.
kimse görmemeli onu yalnızlığının, bitkinliğinin ya da keyifsizliğinin içinde.
zaman böyle geçer çünkü, bizim aciz ve çelişkili çabalarımıza maruz kalır sürekli, hak görürüz sabırsızlığı kendimize ve arzulamayı özlemini çektiklerimizi ve bir türlü gerçekleşmek bilmeyenleri, oysa bir kez gerçekleşip sona erdiklerinde önemsiz görünürler gözümüze ve bir anda yaşanmış gibi; sevdiğimiz her eylemin tekrarı bir adım daha sonuna yaklaştırır bizi ve en kötüsü farksızdır tekrarlamamanın da etkisi; bizim beyhude hızlandırma ve farazi erteleme çabalarımızın arasında her şey yavaş yavaş kendi sonuna doğru ilerler ve sadece son kez gerçekten son kezdir.
En tahammül edilemez olanı kişinin geleceği olarak gördüğü birinin geçmişin bir parçasına dönüşmesi.
Düşünsenize, insanın neyi nasıl yaptığının, ne denli özen gösterip emek harcadığının hiçbir önemi olmuyor, hiçbir şey fark etmiyor,sizi öldürmek isteyen birileri, bir megaloman, bir deli, bir kiralık katil, hatta belki size özel bir garezi bile olmayan herhangi biri her zaman çıkıyor. Bu şekilde sırf unvan uğruna, hak etmeden, nedensiz yere ölmek…
Birinin kendini geri plana çekmesi diğer grup üyelerinin rahatlamasına ve onun yerini işgal ettiklerine, dolayısıyla da bir kazanç sağladıklarına inanmalarına yol açar zira.
alışmak zordur birinin ağzından bir daha asla tek bir sözcük bile çıkmayacağına.
geçmişe yalnızca bir olaylar dizisi yahut dolaylı bir emare misali yaklaşmak gerçekleri değiştirmenin en akla yatkın yoluydu neticede.
ölüler yitirirler yaşlarını ve dönüşürler böylece aramızdaki en genç kişiye.
içinden küfretmek senli benli bir hitap gerektirir her zaman.
insanlar değişkendir, istikrarsız ve kırılgandır, çabucak dağılıverir ilgileri, kendilerine ihanet eder ve durmadan baştan çizerler karakterlerini, başka yöne çeviriverirler başlarını ve portre berbat olur böylece.
sanki davranışlarımız ve karakterimiz bir bakıma insanların bizim hakkımızdaki görüşleriyle şekilleniyormuşçasına, sanki talih ve pervasızca geçip giden zaman giysilerimizi ve çevremizdeki unsurları değiştirdikçe biz de zannettiğimiz kişi olmadığımıza inanmaya başlıyormuşuz gibi. Ya da belki de bizi değiştiren kendi çabalarımızla ilerlediğimiz o dolambaçlı ve eğri büğrü yollardır da biz kader olduğuna inanırız bunun, hayatımızı son yaşananların, yalnızca yakın geçmişin ışığı altında değerlendiririz, sanki geçmiş sadece bir hazırlıkmış da ancak ardımızda bıraktığımız zaman bilincine varıyormuşçasına, sanki sonunda her şeyi anlıyormuşuzcasına.
En tahammül edilmez olanı, kişinin geleceği olarak gördüğü birinin geçmişin bir parçasına dönüşmesi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir