İçeriğe geç

The Divine Reality Kitap Alıntıları – Hamza Andreas Tzortzis

Hamza Andreas Tzortzis kitaplarından The Divine Reality kitap alıntıları sizlerle…

The Divine Reality Kitap Alıntıları

Allah bütün âlemlerden müstağnidir. (Kimseye muhtaç değildir, her şey ona muhtaçtır). Alî İmran 97

Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sizlersiniz. Allah ise hiçbir şeye muhtaç değildir ve mutlak kemaliyle hep övgüye lâyık olan O’dur. Fâtır suresi 15. Ayet

hiçbir şey, Ateizme göre, nihai adalet ulaşılamaz bir hedeftir, hayat dediğimiz çölde bir seraptır. Ahiret olmadığına göre, insanların hesaba çekileceği yönündeki bütün beklentiler nafiledir. 1940ların Nazi Almanya’sını düşünün. Eşinin ve çocuklarinin gözleri önünde katledilen Yahudi bir kadının gaz odasına atılma sırasını beklerken adaletten ümidi kalmamıştır. Naziler nihayetinde mağlup olmuş olsalar da, adalet, bu bayanın ölümünden sonra vuku bulmuştur. Ateizme göre bu bayan şimdi sadece maddenin farklı bir şekle dönüşmüş halinden ibaret. Cansız bir varlığı teskin etmeniz de mümkün değil. Fakat İslam, herkese İlahî adaleti vadediyor. Hiç kimseye adaletsizlik yapılmayacak ve herkes hesaba çekilecek:

O gün insanlar amellerinin kendilerine gösterilmesi için bölük bölük kabirlerinden çıkacaklardır. Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse onun mükafatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir. 45

Allah, gökleri ve yeri, hak ve hikmete uygun olarak, herkese kazandığının karşılığı verilsin diye yaratmıştır. Onlara zulm edilmez. 46

Tanrı, kötülüğün ve ıstırabın meydana gelmesinden memnun olduğu için değil, bizim görmediklerimizi gördüğü için bütün bu olanların gerçekleşmesine müsaade ediyor. Tanrı fotoğrafın tamamını görüyor, biz ise fotoğrafın ancak bir pikselini
Təsəvvvür edin ki, bir snayper təyin olunmuş hədəfi vurmaq üçün radioəlaqə vasitəsilə mərkəzdən icazə gözləyir. Mərkəz isə öz növbəsində daha yuxarı yerdən icazə gözləyir və snayperə hələki gözləmə mövqeyində qalmasını söyləyir. Yuxarı mövqedəki şəxs isə daha yuxarıdakı qarşısında gözləmə mövqeyindədir və bu beləcə davam edir. Bu cür əbədi olaraq davam edərsə snayper hədəfi vura bilərmi? Əlbəttə ki, yox! Yuxarıdakı adamlar özündən daha yüksək bir adamın əmrini gözləyərkən snayper də gözləməyə davam edəcək. Əmrin verildiyi bir yer və ya şəxs olmalıdır; özündən daha yüksəy in olmadığı yer və ya şəxs. Beləliklə nümunəmiz səbəblərin sonsuz reqresi fikrindəki rasional qüsuru göstərir. Bunu kainata tətbiq etsək, yaradılmamış bir yaradıcının zəruriliyini qəbul etməliyik. Bir məxluq sayılan kainat başqa bir məxluq tərəfindən yaradıla bilməz. Belə olsaydı, kainat heç vaxt yaradıla bilməzdi. Kainat mövcud olduğu üçün səbəblərin sonsuz reqresi fikrini irrasional bir təklif kimi rədd edə bilərik.
Eğer rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi topluca iman ederdi. Hal böyleyken, mümin olsunlar diye sen tutup insanları zorlayacak mısın! Yunus suresi 99. Ayet
Tanrı, kötülüğün ve ıstırabın meydana gelmesinden memnun olduğu için değil, bizim görmediklerimizi gördüğü için bütün bu olanların gerçekleşmesine müsaade ediyor. Tanrı fotoğrafın tamamını görüyor, biz ise fotoğrafın ancak bir pikselini, çok küçük bir kısmını görebiliyoruz. Bunu idrak etmek inanç sahibi kişilerde manevi ve zihnî bir sükunet peydâ ediyor, çünkü inanan kişi anlıyor ki dünyada gerçekleşen her şey, üstün İlahi inayete istinaden, üstün İlahi bir hikmetin dahilinde cereyan ediyor. Bunu kabul etmeyi reddetmek, aslında mizoteisti kibir ve bencillik batağına saplanmasına ve nihayetinde, bir çaresizliğe sevk ediyor. İmtihanı geçmeyi başaramıyor ve Tanrı’ya olan nefreti ona Tanrı’nın aslında kim olduğunu unutturuyor, İlahî hikmetin, merhametin ve lütfun hakikatini görmezden gelmesine vesile oluyor.
Neden hiçbir tanrıya inanmıyorsun? Sorusu bir ateistle konuşmaya başlamak için mükemmel bir tercih (bkz. Bölüm 4). Soruma alacağım cevaba göre karşımdakinin bir agnostik, müspet bir delili olmadan inanan ateist veya Tanrı karşıtı bir argümana sahip biri olup olmadığı ortaya çıkar. Eğer agnostik iseler, Tanrı’nın varlığına neden inandığınız hakkında deliller sunmanız en doğru olandır. Eğer samimi iseler ve argümanınız tutarlı ise bir İlâh’ın varlığını kabul etmelidirler. Eğer hiçbir delil olmadan, hiçbir tanrının var olmadığına inanıyorlarsa, kendi inançlarını sorgulamalarına vesile olacak sorular sormanın faydalı olacağını düşünüyorum. Mesela: Tanrı’nın varlığını reddetmede delillerin nelerdir? Bununla beraber, bir şeye, muhakeme yapmaksızın ve fikri bir zemin olmaksızın ‘öylesine inanmanın’ menfi neticelerinden bahsederdim. Tanrı’nın varlığına karşı bir delil bulduğunu iddia ederse, delili sunmasını isterdim. Bu durumda, bir Müslüman olarak, onun sunduğu delilin asılsız olduğunu veya yanlış anlaşıldığını ifade etmek ve Tanrı’nın varlığına işaret eden delilleri ortaya koymak benim vazifem olurdu.
İnsanın başlıca gayesi geçici bir mutluluk yaşamak değildir; bilakis, asıl gaye, Allah’ı tanıyıp ona ibadet ederek derunî, iç huzuru erişmektir. Bu İlâhî gayenin yerine getirilmesi ebedî mutluluk ve saadet ile neticelenecektir.
Kur’an’ın mesajı gayet açıktı: hayatımızın nihai gayesi Allah’a ibadet etmektir.
Eğer kusurlu ve sınırlı niteliklere sahip olan insanları methedebiliyorsak, isim ve sıfatları, nitelikleri kusursuz ve bütün noksanlıklardan uzak olan Allah için ne yapmamız gerekir?
Fani tabiatımız üzerine tefekkür etmemiz benliğimizi azaltır ve hodbin arzularımız eski ehemmiyetini yitirir. Maddi dünyaya olan geçici bağlılıklarımız yeniden düşünür ve hayatımızı sorgularız, bütün bunlar büyük faydalar sunar.
Ölüm üzerine tefekkür etmek, düşünceyi tetikler ve varlığımızın tabiatı üzerine derince tefekkür için bizlere pencereler açar.
İlahi rahmetin önündeki en büyük engellerden biri, nihayetinde ego ve kibir temelli olan, insanların kendi kendilerine yettikleri düşüncesidir.
Kainat kendi kendini mi yarattı?
Bir şeyin yaratılmış olması, o şeyin daha önce var olmadığına işaret eder; yine de bu şeyin kendi kendini yarattığını iddia etmek, o şeyini var olmadığından önce de var olduğunu söylemek gibidir! Dolayısıyla kendi kendine yarattığını iddia etmek mümkün değildir, çünkü yaratılmadan evvel, kendini yaratmak için bir kudrete sahip olamaz.
Gündelik dilde konuşmak gerekirse, internet oldukça dolu bir mecra. Dolu, burada iki anlama gelebilir, biri çok iyi bir bilgi kaynağı, diğeri ise boş bilgilerle doldurulmuş bir mecra. Her ikisi de internet için geçerli aslında. İyi tarafları bir yana; yalanların, yanlış bilgilendirmelerin ve yanlış temsillerin olduğu bir mecra.
Özgür Bir Kul
Varoluşsal açıdan bakarsak, ALLAH’a ibadet etmek, özgürleşmektir. Eğer ibadet, en çok Tanrı’yı sevmeyi ve O’na itaat etmeyi gerektiriyorsa, hakikatte birçoğumuzun hayatında başka birtakım tanrılar mevcuttur. Birçoğumuz, kendi nefsimizi, arzularımızı sever, ve onlara itaat ederiz, uyarız. Her zaman haklı olduğumuzu düşünürüz, hiçbir zaman yanılmak istemeyiz ve sürekli başkalarına yük oluruz. Bu açıdan, kendi kendimizi esaret altında almış durumdayız. Kur’an-ı Kerîm’de nefislerini ilah edinenler için alçaltıcı biçimde hayvanlardan da aşağı bir seviyede oldukları söylenir: Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilah edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın? Yoksa sen, onların büyük çoğunluğunun gerçekten senin davetine kulak verdiklerini yahut doğru dürüst düşündüklerini mi sanıyorsun? Aksine onlar, başka değil, bir hayvan sürüsü gibidirler, hatta tuttukları yol bakımından daha da sapkındırlar. ⁵⁹⁹
ALLAH’ı sevmemek, O’na karşı muhabbet duymamak sadece bir nankörlük değil, aynı zamanda nefretin en kötüsüdür. Sevginin kaynağını, membaını sevmemek, sevmemizi sağlayan varlığın kendisini reddetmek anlamına gelir.
Şarkiyatçı tarihçi A. R. Gibb, şöyle ifade ediyor:
Fakat İslam’ın insanlığa sunabileceği daha çok şey mevcut. Nihayetinde Doğu’ya Avrupa’dan çok daha yakın ve muhteşem bir ırklar-arası dayanışma ve işbirliği anlayışı geleneğine sahip. Doğu’nun ve Batı’nın büyük topluluklarının arasındaki düşmanlık son bulacak olsa, bu ancak İslam’ın arabulucuğuyla gerçekleşecektir. Batı’nın, Doğu ile münasebetinde yaşadığı sorunların çözümleri İslam’ın elindedir. Eğer bir araua gelirlerse, huzurlu bir dünyanın neşet etmesine dair umut, muazzam bir şekilde pekiştirilmiş olacaktır fakat eğer Avrupa, İslam ile bir teşrikimesaiyi reddederek, hasımların ellerine bırakırsa, durum her ikisi için de yıkıcı olacaktır.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
İlk dönem İslam tarihçilerinin nitelikli isimlerinden Michael Bonner, yukarıdaki ayetin tarihi tezahürünü şöyle izah ediyor: Evvela zorla din değiştirmek, ‘İslam ve Kılıç’ arasında bir tercihte bulunmaya mecbur bırakılmak diye bir şey yoktu. Şeriat, gayet sarih olan bir ilkeyi (2:256) esas alarak, bu tür şeyleri yasaklamıştır. Zımmiler [Müslüman idaresi altındaki gayrimüslimler], kendi dinlerini yaşamakta serbesttirler.
Euthyphro’nun ikilemi

Birçok ateist yukarıdaki ahlak argümanına, Eflatun’nun ikilemine veya Euthyphro’nun ikilemine [dilemma] atıfta bulunarak cevap veriyor. İkilem şu şekilde: Bir şey, Tanrı emrettiği için mi ahlâkî açıdan iyidir, yoksa ahlâkî açıdan iyi olduğu için mi Tanrı onu emreder?

Albert Einstein bir defasında şöyle bir ifadede bulunuyor:
Ben bir ateist değilim ve kendimi bir panteist (tümtanrıcı) olarak da görmüyorum. Bizler, farklı dillerde kitaplarla dolu büyük bir kütüphaneye giren küçük bir çocuk konumundayız. Çocuk biliyor ki bu kitapları mutlaka birileri yazmıştır. Fakat nasıl olduğunu bilmiyor. Kitapların yazılmış olduğu dilleri anlamıyor. Kitapların yerleştirilmesinde gizemli bir nizam olduğunu düşünüyor fakat ne olduğunu anlayamıyor.
Biraz ürkütücü gelebilir, fakat ölüm üzerine düşünmenin ciddi faydaları vardır.
Hayatın ne kadar kısa olduğunu hatırlatır bize.
Çünkü simamız, şahsiyetimizin aynasıdır.
Çoğu zaman egomuzu ve beyhudeliğimizi yansıtır, fakat Müslümanlar tevazu ile kendilerini Allah’ın yanında bir hiç olarak bilirler.
Hz. Muhammed’in (sav) düsturları üzerinden anladım ki merhamet, her şeyi güzelleştiriyor.
Ölümün acı yanı, geri dönüşün mümkün olmamasıdır. Bu farkındalığın ağırlığını zihnimde derince hissettim. Ölüm üze rine deruni tefekkür etmek, beni, hayatın kısa olduğuna ve vakit kaybetmeden onu daha güzel bir hale getirmek istedi ğim sonucuna yönlendirdi.
Ateizm, ilahi olanı ve tabiat üstünü reddettiğine göre, ölüm sonrası hayatı, yani ahiret mefhumunu da reddeder. Ahiret olmadan, acı dolu bir hayatın ardından sizi memnun kılacak herhangi bir durum söz konusu değildir. Dolayısıyla hayatımız sona erdikten sonra olumlu bir şeyler olması yönündeki beklentilerimiz kaybolmuştur. Ateizmin gölgesinde, içinden geçtiğimiz karanlık günlerin ardından aydınlık bir çıkış bekleyemeyiz. Düşünün ki üçüncü dünya ülkelerinden birinde doğdunuz ve bütün hayatınızı açlık ve fakirlikle geçirdiniz. Ateizmin dünya görüşüne göre adeta ölüme terk edilmiş bir durumdasınız.
Formül basittir. İnsana hesap vermesi gerektiğini söyleyen ilahi mesuliyeti ortadan kaldıran “tanrı yoktur” fikri, nihai bir ümit, değer ve gayeden yoksullukla sonuçlanır. Aynı zamanda anlamlı ve ebedi bir saadete de götürmez.
Bir hakikatin olmadığını iddia etmek kendi başına bir hakikat iddiasıdır.
Hitler ile Martin Luther’in sonu aynı olacaksa ateizm bize burada hangi hakiki değeri verebilir?
Tecrübelerime göre, bu mevzulardaki tafsilatlı münazaralara
rağmen, ateistlerin ateist olmasının asıl sebebi Tanrı’nın varlı-
ğına dair ortaya atılan argümanlardan ikna olmamalarıdır. Bu
da aslında birçok ateistin aslında ateist olmadığı, fakat gizli
birer agnostik olduğu anlamına geliyor.
Sabit bir hakikatin olmadığını İddia eden şüpheci
düşünceler kendi kendilerini reddeden yaklaşımlardır. Çünkü
bir hakikatin olmadığını iddia etmek kendi başına bir hakikat
İddiasıdır, övleyse nasıl olur da şüpheciliğin doğru ve onun
dışındakilerin yanlış olduğunu iddia edebilirim? Şüpheci dü-
şuncenin tutarsızlığı budur; bir şüpheci, şüpheciliğin hakikat
olduğunu İddia eder fakat bütün diğer hakikatleri reddeder.
– ( ) Neden buradayız? Hiçbir sebebi yok.
Nereye gidiyoruz? Hiçbir yere. Sadece ölüp gideceğiz.
Her birimiz neden burada olduğumuza dair bu temel soruya cevap vermeye muhtacız.
İslâm’ın bu soruya verdiği cevap basit, aynı zamanda da derindir
– ( ) Unutmayın, ateizme göre hiçbir şey bir gaye üzerine yaratılmamıştır ve tasarlanmamıştır.
Her şey, sadece, soğuk, rastgele ve şuursuz fizikî faaliyetlerin ve sebeplerin ürünüdür
Şu senin çok zahmetli gördüğün bir secde var ya!Seni,başkalarına karşı bin secdeden kurtarır.
Allah’ı sevmemek, O’na karşı muhabbet duymamak sadece bir nankörlük değil, aynı zamanda nefretin en kötüsüdür. Sevginin kaynağını, menbaını sevmemek, sevmemizi sağlayan varlığın kendisini reddetmek anlamına gelir.
Tanrı’yı tanımak, doğru olanı, iyi olanı tanımaktır.
Olduğumu sandığım kişi, olacağım kişi değilmiş meğer.
Şu senin çok zahmetli dediğin bir secde var ya! Seni başkalarına karşı bin secdeden kurtarır
Her insanın hikâyesi kendine hastır. Kimileri ömür boyunca unvan peşinde koşar. Kimileri mükemmel bir bedene sahip olmak için spor salonlarında yorgunluk nedir bilmeden çalışır. Ailesinin sevgisini tercih edenler eşlerine ve çocuklarına bakmak için hayatlarını feda ederken, bazıları bitmez tükenmez iş döngüsünden kaçmak için hafta sonlarını arkadaşlarıyla parti yaparak geçirir. Listenin sonu yok , fakat şöyle bir soru var: GERÇEK VE ANLAMLI OLAN MUTLULUK NEDİR?
Eğer hayatın anlamını arıyorsanız hiçbir zaman [gerçek manada] yaşayamazsınız.
Albert Camus
Neden buradayız bilmiyorum, fakat eminim ki gayemiz [ bu dünyada] sefa sürmek değil.
Ludwig Wittgenstein
İlâhî rahmetin önündeki en büyük engellerden biri, nihayetinde ego ve kibir temelli olan, insanların kendi kendilerine yettikleri düşüncesidir. Kur’an-ı Kerîm’de bu husus, gayet açık
bir şekilde ifade edilmektedir:Gerçek şu ki insan, kendini kendine yeterli görerek çizgiyi aşar. (Alak Sûresi:6-7)
Allah’a ibadet etmek, ‘O bize hayat veriyor, biz de bunun karşılığında ibadet ediyoruz’ gibi bir ‘menfaat ilişkisine’ bağlı değildir.
Dünyanın, bizim erdemli olduğumuzu ortaya çıkarabilmesi için sıkıntı ve güçlüklerle dolu bir mücadele sahası olması gerekir. Mesela, sabrımızı zorlayan şeyler olmadıkça nasıl sabredebiliriz? Eğer karşımıza hiçbir tehlike çıkmıyorsa nasıl cesaret gösterebiliriz? Eğer hiç kimsenin merhamete ihtiyacı yoksa, nasıl merhametli olacağız? Hayatın bir imtihan olması bütün bu soruları cevaplıyor.
Tanrı’nın hikmeti sınırsız ve eksiksizdir, fakat biz, sınırlı bir hikmet bilgisine ve ilme sahibiz. Diğer bir şekilde diyecek olursak, Tanrı ilim ve hikmetin küll’üne (tamamına), biz ise sadece cüz’üne (parçalarına, küçük bir kısmına) sahibiz. Biz, eşyayı ve hakikati, sahip olduğumuz bölük pörçük bakış açısı ile görürüz.
hayatın kısacık olduğunu ve bir gün son nefesimi vereceğimi fark ettiğim anda, her şey anlam kazanmaya başlamıştı.
Çünkü sîmamız, şahsiyetimizin aynasıdır.
Kur’an açıkça belirtiyor ki birçok farklı inancın olması yine O’nun izni iledir.Müsamaha ve saygı üzere olunmalı ve hiçbir şekilde zorlama yapılmamalıdır.
“Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi topluca iman ederdi.Hal böyleyken, mümin olsunlar diye tutup insanları zorlayacak mısın “(Kur’an-ı Kerim 10:99)
We live in a universe where the human mind can discover weapons that can wipe out the Earth and produce ideas that can prevent those weapons from firing.
Many of us want to love and obey our own egos and desires the most. We think we are always right, we never want to be wrong, and we always want to impose ourselves on others. From this perspective, we are enslaved to ourselves.
Imagine you were on the edge of a cliff and
someone pushed you into the ocean below. This water is infested with sharks. However, the one who pushed you gave you a waterproof map and an oxygen tank to enable you to navigate to a beautiful tropical island, where you will stay forever in bliss. If you were intelligent, you would use the map and reach the safety of the island. However, being stuck on the question, why did you throw me in here? will probably
cause you to be eaten by the sharks. For the Muslim, the Qur’an and
Prophetic traditions are the map and the oxygen tank. They are our tools to navigate the path of life safely. We have to know, love and obey God, and dedicate all acts of worship to Him alone.
God creating us to worship Him was inevitable. His perfect names and attributes were going to manifest themselves. An artist inevitably produces art work because he has the attribute of being artistic. By greater reason, God would inevitably create us to worship Him because He is the One worthy of worship. This inevitability is not based on need, but rather a manifestation of God’s names and attributes.
The fact that God has created rational creatures who would freely choose to worship Him and do good—some to the point of becoming exalted in virtue like the prophets, and then being given eternal life in the presence of God—to pass an eternity of intimate love and companionship, is the greatest story ever told.
God is rooted in our innermost nature, and when God commands us to worship Him, it is actually a mercy and act of love. It is as if
every human being has a hole in his or her heart. This hole is not physical, it is spiritual, and it needs to be filled to achieve spiritual
tranquillity. We attempt to fill this hole with a new job, a holiday, a new house, a new car, a hobby, travel or taking up a popular self-help
course. However, every time we fill our hearts with these things, a new hole appears. We are never truly satisfied, and after a while we seek something else to fill the spiritual void. Yet, once we fill our hearts with the love of God, the hole remains permanently closed. Thus, we feel at peace and experience a tranquillity that can never be put into words, and a serenity that is undisturbed by calamity.
Hakikatin peşine düşmemenin;
kendimi kandırmakla veya bir yalanı doğru kabul etmekle eşdeğer olduğunu hissettim.
Imagine a friend of yours gave you £100 pounds each day because, without any fault of your own, you required financial assistance. This kindness did not last for a few days; it continued for years. The money kept on appearing in your bank account. However, you started to forget who the benefactor was, and in this state of immense ingratitude, you then began to thank the money and not the one who gave it to you. This describes polytheism and atheism in a nutshell. From a spiritual perspective, it is the height of ingratitude and irrationality. The emotionally intelligent and rational person would always thank the one who gave him something that he did not earn or own. This is a non-negotiable moral principle.
God can create a stone that is heavier than anything we can imagine, but He will always be able to move the stone because failure is not a feature of omnipotence.
Professor John Lennox explains: For the God who created and upholds the universe was not created—He is eternal. He was not ‘made’ and therefore subject to the laws that science discovered; it was he who made the universe with its laws. Indeed, the fact constitutes the fundamental distinction between God and the universe. The universe came to be, God did
not.
Something that emerged means that it once was not in existence; however, to say that it created itself implies that it was in existence before it existed!
Something coming from nothing is impossible, because nothing implies non-being, no potential and no causal conditions. It is irrational to assert that something can emerge from an absolute void without any potential or prior causal activity. God provides that causal activity via His will and power. Even though the Islamic intellectual tradition refers to God creating from nothing, this act of creation means that there was no material stuff. However, it does not assume that there were no causal conditions or potential. God’s will and power form the causal conditions to bring the universe into existence.
Causality only makes sense within this universe; therefore, the universe may have come from nothing.”

This objection falsely assumes that causality is a concept based on experience. Causality is a priori; knowledge prior to experience. It is a
metaphysical concept, that is required in order for us to understand our experiences in the first place. We bring it to all our experience, rather than our experience bringing it to us. It is like wearing yellow-tinted glasses, everything looks yellow not because of anything out there in the world, but because of the glasses through which we are looking at
everything. Without causality, we would not be able to have a meaningful understanding of the world.

Associate Professor of Islamic Studies Rosalind Ward Gwynne comments on this
aspect of the Qur’an: “The very fact that so much of the Qur’an is in the form of arguments shows to what extent human beings are perceived as needing reasons for their actions….”
Gwynne also maintains that this feature of the Qur’an influenced Islamic scholarship:
Reasoning and argument are so integral to the content of the Qur’an and so inseparable from its structure that they in many ways shaped the very consciousness of Qur’anic scholars.”
Kör, rastgele fiziki süreçler; akıl yürütme kabiliyetimize bir izah getirmez, bir temel oluşturmaz. Bu yüzen ateizm, ilahi olanı reddederken kullandığı şeyi (aklı) geçersiz kılmış oluyor.
Self-evident truths do not need to be taught or learnt. For example, for me to know what spaghetti is, I require information of western cuisine and Italian culture. I cannot know what spaghetti is merely by
reflecting on it. By contrast, you do not require any information, whether from culture or education, to know a creator for things exists. This may be the reason why sociologists and anthropologists argue
that even if atheist children were stranded on a desert island, they would come to believe that something created the island. Our understanding of God differs, but the underlying belief in a cause or
creator is based on our own reflections.
In spite of the number of atheists in the world, the belief in God is universal. A universal belief does not mean every single person on the planet must believe in it. A cross-cultural consensus is enough
evidence to substantiate the claim that people universally believe in God’s existence, and therefore, it is not due to specific social conditions. Evidently, there are many more theists than atheists in the
world, and this has been the case from the beginning of recorded history.
The objector might respond to this by arguing that although the computer programme does not know the meaning, the whole system does. Professor Searle has called this objection “the systems reply”. However, why is it that the programme does not know the meaning? The answer is simple: it has no way of assigning meaning to the symbols. Since a computer programme cannot assign meaning to
symbols, how can a computer system—which relies on the programme—understand the meaning? You cannot produce understanding just by having the right programme. Searle presents an extended version of the Chinese Room thought-experiment to show that the system, as a whole does not understand the meaning: “Imagine that I memorize the contents of the baskets and the rule book, and I do all the calculations in my head. You can even imagine that I work out in the open. There is nothing in the ‘system’ that is not in me, and since I don’t understand Chinese, neither does the system.”
Professor John Searle’s Chinese Room thought-experiment is a powerful way of showing that the mere manipulation of symbols does not lead to an understanding of what they mean:

“Imagine that you are locked in a room, and in this room are several baskets full of Chinese symbols. Imagine that you (like me) do not understand a word of Chinese, but that you are given a rule book in English for manipulating the Chinese symbols. The rules specify the manipulation of symbols purely
formally, in terms of their syntax, not their semantics. So the rule might say: ‘Take a squiggle-squiggle out of basket number one and put it next to a squiggle-squiggle sign from basket number two.’ Now suppose that some other Chinese symbols
are passed into the room, and that you are given further rules for passing back Chinese symbols out of the room. Suppose that unknown to you the symbols passed into the room are called ‘questions’ by the people outside the room, and the symbols you pass back out of the room are called ‘answers to
questions.’ Suppose furthermore, that the programmers are so good at designing the programs and that you are so good at manipulating the symbols, that very soon your answers are
indistinguishable from those of a native Chinese speaker. There you are locked in your room shuffling your Chinese symbols and passing out Chinese symbols in response to incoming Chinese symbols… Now the point of the story is simply this: by virtue of implementing a formal computer program from the point of view of an outside observer, you
behave exactly as if you understood Chinese, but all the same you do not understand a word of Chinese.”

Computer programmes are based on the manipulation of symbols, not meanings. Likewise, I cannot know the meaning of the sentence in Bangla just by manipulating the letters (symbols). No matter how many times I manipulate the Bangla letters, I will not be able to understand the meaning of the words. This is why for semantics, we need more than the correct syntax. Computer programmes work on
syntax and not on semantics. Computers do not know the meaning of anything.
Water is made up of hydrogen and oxygen, which are gases, yet when combined chemically they form the life-sustaining liquid. Water has properties that hydrogen and oxygen do not. Examples like these
provide the emergent materialist with the confidence to argue that a property can arise from a system of complex processes, even though it is not present in the components of that system. Nevertheless, this
example is misplaced because the argument articulated in this chapter is not a case of a physical thing bringing into existence another physical thing (like gases hydrogen and oxygen giving rise to water’s physical properties). On the contrary, what requires explaining is a nonphysical property (having a mental insight into a conclusion) arising from physical ones (blind physical processes). If the complex processes that underpin brain-activity were understood, and all of their causal interactions were mapped out, how would that explain our ability to reason? It would still not answer the question: How can we acquire truth using our ability to form insights with minds allegedly based on prior blind, random physical processes?
Given that we accept the fact that we can reason, what worldview best explains our ability to do so? It argues that the best way to explain our ability to
reason is by God’s existence, and that naturalism—and by extension, atheism—invalidates the assumption that we have the ability to reason.
Therefore, atheism must be rejected.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir