Erich Maria Remarque kitaplarından Cennetteki Gölgeler kitap alıntıları sizlerle…
Cennetteki Gölgeler Kitap Alıntıları
Biz tesadüfen bir yolu birlikte yürüyen ama hiç anlaşamayan iki yolcu gibi, kayıtsızca birbirimizden ayrılıyoruz. Başka nasıl olsun ki? :’)
Biz Amerikalılar. Milyarlarca yatırım yapacağız.
Önce yık, sonra yap; tuhaf bir şey. Yoksa yanlış mı düşünüyorum?
Biz sistemi yıktık, ülkeyi şimdi yeniden kuracağız
Önce yık, sonra yap; tuhaf bir şey. Yoksa yanlış mı düşünüyorum?
Biz sistemi yıktık, ülkeyi şimdi yeniden kuracağız
Umut insanı daha fazla hasta eder. Bu, beyin ölmüşken kalbin hâlâ çarpması gibi bir şey.
Biz normal bir hayat için ahlaken ve ruhen çürümüşüz
Mümkün olduğunca az yalan söylüyorum. Böylesi rahat oluyor. 🙂
Birinin başına plastik torba geçirilmiş gibi bir şey diye söze başladım. Her şeyi görüyorsun, hiç bir şey anlamıyorsun, hiçbir şeye inanmıyorsun, sadece kuru gürültü duyuyorsun, jelatin bir rüyada yaşıyorsun, uyanıyorsun, bir de bakiyorsun ki, çok yaşlanmışsin.
Sizin kafanızda paradan başka bir şey yok mu?
Cebimde olmayınca kafamda oluyor işte. 🙂
Cebimde olmayınca kafamda oluyor işte. 🙂
Eskiden ne de kolay mutlu olunuyordu!
Dünya altüst olurken bunu fıkra anlatmakla düzeltmezsiniz ki!
Sonbahar geliyor, dedi.
Hele şükür!
Hele şükür mü? Zamanın geçip gitmesini dileme!
Hele şükür!
Hele şükür mü? Zamanın geçip gitmesini dileme!
Yazık ki, Central Park’ta geceleri gezilemiyor dedi Nataşa. Bir saat sonrası tehlikeli. Dört ayaklı hayvanlar uyumaya gidiyor ama iki ayaklılar uyanıyor
Güzel insanlardan hoşlanırım ben. Onlara baktıkça bazen hüzne kapılırım .
Neden?
Hep güzel kalmazlar da ondan. Bir kere hepsi yaşlanacaktır. Bu yüzden ille de güzel olmanın bir anlamı yok bence.
Neden?
Hep güzel kalmazlar da ondan. Bir kere hepsi yaşlanacaktır. Bu yüzden ille de güzel olmanın bir anlamı yok bence.
Dünya iyi insanlarla dolu: bunu, kötü duruma düşünce anlıyorsun
Van Gogh’u düşünsenize. Kendisi tek bir resim satamadı ve karnını zor doyurdu; oysa bugün antikacılar onun eserlerinden milyonlar kazanıyor. Bu hep böyle olmuştur. Sanatçı açlıktan ölür, satıcı kendine saray satın alır.
Hep saklanmak zorunda kalan kimse, kalabalığı sever. Çünkü orada artık isimsizdir. Kimsenin
Hep saklanmak zorunda kalan kimse, kalabalığı sever. Çünkü orada artık isimsizdir. Kimsenin dikkatini çekmez.
Birinin, akıllı olmadığı halde öyle geçinmeye çalışması kadar beni yoran bir şey yoktur.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Stefan Zweig karısıyla birlikte Brezilya’da intihar ederken biriyle konuşmuş ya da telefonlaşmış olsaydı, belki de sonu böyle olmazdı. Ama işte yabancı bir ülkede, yabancılar arasında oturup kalmıştı; ayrıca anılarını yazma hatasına düşmüştü, oysa onlardan veba görmüş gibi kaçmalıydı. Anıları onu yenik düşürmüştü.
Sadece birer insan kalsak daha uygun değil mi ?
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Kendimizi aşırı beğenmekle budalalık etmiş oluyoruz.
Hemen göze çarpan şeylerin hiç değeri yoktur Gerçek değeri olanlar, uzun süre bakılınca anlaşılır.
Burada bir ölü var!
Saçmalama, ben uyuyorum. Kapıyı kapayın.
Saçmalama, ben uyuyorum. Kapıyı kapayın.
Anıları yanında taşımayacaksın. Onlar taşınması çok ağır bir yüktür.Anıları çoğaltmamalı ve onlardan hep uzak durmalı ki,sizi balta girmemiş ormanlardaki sarmaşıklar gibi sarıp sarmalamasınlar
Mutluluk hakkında en fazla beş dakika konuşursun, o kadar. Mutsuzluk hakkında ise bütün bir gece konuşabilirsin
Sağlıklı her kişi mutludur. Ama bunu bilmez, ta ki hasta olana kadar. Sonra yine unutur, ta ki mutsuz olana kadar. Kesin olarak ne zaman mı bilir? Ölürken.
Sonbaharda insan yalnız kalmamalı.Tek başına çekilmez çünkü
Umut insanı daha fazla hasta eder.Bu,beyin ölmüşken kalbin hala çarpması gibi bir şey
Sağlıklı her kişi mutludur.Ama bunu bilmez,ta ki hasta olana kadar.Sonra yine unutur,ta ki mutsuz olana kadar.Kesin olarak ne zaman mı bilir?Ölürken
O anda anladım ki,insan ancak bir ölüye tam anlamıyla sahip olabilir;çünkü ölüler kaçamaz.Onun dışındakilerin nabzı durmaz;onlar hep değişir,çekip gider ve bakarsınız,geldikleri gibi de değillerdir.Oysa ölüler sadıktır.Güçleri da bundan kaynaklanır
Birini sevdin mi,aklına şu gelir:birimiz erken ölecek,öbürü yalnız kalacak.Bunu düşünmezsen,sevemezsin de.Bu korku,şekil değiştirerek oldum olası hep vardır,kabul ediyorum.Öleceğim diye kapıldığın ilkel korkuyu,eşini seviyorsan onun için de duyarsın.Ama bu sevgi,geride kalan için bazen bir işkenceye dönüşür
Düş kırıklıklarına alışırım sanıyorsunuz.Ama bu doğru değil.O kırıklıklar her seferinde daha fazla acı veriyor.O kadar acı veriyor ki,insan korkuyor.Sanki her seferinde biraz daha yanıp kavruluyorsunuz.Ve her seferinde o yaralar daha yavaş iyileşiyor
.. insan ancak bir ölüye tam anlamıyla sahip olabilir; çünkü ölüler kaçamaz. Onun dışındakilerin nabzı durmaz; onlar hep değişir, çekip gider ve bakarsanız geldikleri gibi değillerdir. Oysa ölüler sadıktır. Güçleri de bundan kaynaklanır.
Uzun zamandır düşündüğüm tek şey, hayatta kalabilmekti. Ve bu o kadar zordu ki, yaşamdan tat almaya zaman kalmıyordu.
Bize ait olan ne var ki. Olsa bile ne zaman için? Hepsi ödünç alınmış ve çalınmış şeyler; çalmaya da devam edilecek.
Yana döndü. İnsan kendi kendinden de bir şeyler çalıyor.
Yana döndü. İnsan kendi kendinden de bir şeyler çalıyor.
Kendini asmış, dedi. Öleli birkaç gün olmalıymış. Kendi odasında. Avizeye asılıymış. Her tarafta ışıklar yanık vaziyetteymiş; avize de. Belki de karanlıkta ölmek istemedi. Bu işi gece yapmış olmalı.
– Karanlıkta sigaranın tadı olmuyor, dedi Kahn. Hani karanlıkta acıyı da hissetmesek ne iyi olurdu..
+Ne kadar korkarsan, o kadar çok hissedersin. Kimden korkar insan?
-Kendinden.
+Ne kadar korkarsan, o kadar çok hissedersin. Kimden korkar insan?
-Kendinden.
Bizim durumumuzda kendimize en iyi sıfatları yakıştırmalıyız. Ruhunun derinliklerine indin mi, karşına kirli suyu süzüp kanala akıtan bir elek çıkacaktır nasılsa
Savaştan herkes para kazanıyor. Askerlerden başka.
Tablolar canlılara benzerler, kadınlar gibidirler. Kapı kapı dolaştırılıp herkese gösterilirse büyüleri gider. Değerlerini de yitirirler.
Pişmanlık insan ruhunu tuzruhundan daha çok yıpratır.
Brüksel müzesinde geçen zamanımda şunu iyi öğrenmiştim: Hemen göze çarpan şeylerin hiç değeri yoktur. Gerçek değeri olanlar, uzun süre bakılınca anlaşılır.
Bir suç cezasız kalmamalı yoksa tüm ahlak değerleri sıfıra iner ve kaos ortamından hiç kurtulamayız.
Ölümden bahsediliyor ve eninde sonunda bunun herkesin başına geleceği konuşuluyordu da, hayal gücünün ötesinde bir hayat tasavvur edilemiyordu, yani yaşam olduğu için ölüm olduğu gerçeği kabul görmüyordu.
Güzel insanlardan hoşlanırım ben. Onlara baktıkça bazen hüzne kapılırım.
Neden?
Hep güzel kalamazlar da ondan. Bir kere hepsi yaşlanacaktır. Bu yüzden ille de güzel olmanın bir anlamı yok bence.
Neden?
Hep güzel kalamazlar da ondan. Bir kere hepsi yaşlanacaktır. Bu yüzden ille de güzel olmanın bir anlamı yok bence.
“Almanlar savaşı belki kaybecekler ama Naziler değil. Naziler Mars’tan inmedi ki! Ama onlar Almanya’nın anasını bellediler,” dedi. “Sizin söylediğinize Almanya’yı 1933’te terk edenler inanır belki. Topluma haykıran o kalın, o hunhar sesi radyoda dinledim ben. Bu artık bir partinin sesi değildi. Almanya’nın sesiydi.”
“Hep şu ‘daha iyi olurdu’ lafı! şu teslimiyet yok mu! Neden bu hayatın içine şöyle canı gönülden tükürmüyorsun?
Ne faydası olur ki, Betty?
Bazen içimden Yahudilere ben de düşman kesiliyorum. Hep şu anlayış gösterme ve bağışlama! Bir Nazi olsa, böyle mi davranırdı sanıyorsun? O dolandırıcıyı eşek sudan gelinceye kadar döverdi.”
Ne faydası olur ki, Betty?
Bazen içimden Yahudilere ben de düşman kesiliyorum. Hep şu anlayış gösterme ve bağışlama! Bir Nazi olsa, böyle mi davranırdı sanıyorsun? O dolandırıcıyı eşek sudan gelinceye kadar döverdi.”
Aptalca kelime oyunlarından bıkmıştım. Birinin, akıllı olmadığı halde öyle geçinmeye çalışması kadar beni yoran bir şey yoktur.
Stefan Zweig karısıyla birlikte Brezilya’da intihar ederken biriyle konuşmuş ya da telefonlaşmış olsaydı, belki de sonu böyle olmazdı. Ama işte yabancı bir ülkede, yabancılar arasında oturup kalmıştı; ayrıca anılarını yazma hatasına düşmüştü, oysa onlardan veba görmüş gibi kaçmalıydı. Anıları onu yenik düşürmüştü. Bu yüzden ben de başka bir iş yapmadığım zamanlarda kendi anılarımdan ürküyordum. Bir şeyler yapmak ya da istemek zorunda olduğumu biliyordum ve bu, taş gibi mideme oturuyordu.
Hep saklanmak zorunda kalan kimse, kalabalığı sever. Çünkü orada artık isimsizdir. Kimsenin dikkatini çekmez.
Bir yerde yüz binlerce kişi öldürülürken insan, ancak parmağı kesilmiş kadar acı duyuyor.
“görev” ve “emir” sözcükleriye beyinlerinin yıkandığını savunacaklarını söylediğim zaman bana inanmadı. Oysa otomasyon çağının ilk otomatlarıydı onlar; ahlak kurallarını ve onunla kardeş olan psikolojik kuralları hep hiçe saydılar çünkü. Hiç vicdanları sızlamadan, bilinçsizce ve sorumluluk duymadan öldürdüler, sonra da cesur vatandaş sayıldılar; ekstradan içki, sucuk ve madalya kazandılar; katil oldukları için değil, normal asker olarak yorucu bir görevi yerine getirdikleri için.
“Almanlar savaşı belki kaybecekler ama Naziler değil. Naziler Mars’tan inmedi ki! Ama onlar Almanya’nın anasını bellediler,” dedi. “Sizin söylediğinize Almanya’yı 1933’te terk edenler inanır belki. Topluma haykıran o kalın, o hunhar sesi radyoda dinledim ben. Bu artık bir partinin sesi değildi. Almanya’nın sesiydi.”
Bir suç cezasız kalmamalı yoksa tüm ahlak değerleri sıfıra iner ve kaos ortamından hiç kurtulamayız.
Size bir sır vereyim. Resim hakkında yazı yazılmaz. Sanat hakkında da. Yazılanlarsa hep palavra. Sanat hakkında yazamazsın, onu olsa olsa hissedersin.
Emir, onların vicdanını yatıştırıvermişti. En çok sevilen bahane buydu. Emre itaat eden kişi, sorumlu sayılmıyordu.
Nasıl da sığınmıştım ölülerin güzel gösterildiği, gençliğin taparcasına sevildiği, o güne dek hiç görmedikleri, yerini bile bilmedikleri yörelere gönderilen ve orada ne uğruna öleceklerini bile bilmeyen askerlerin ülkesine. İlk üniformalı dünya vatandaşı ydı onlar.
Mutluluk insana özgü bir şeyse ölüm de öyle.
Birden üzerime bir bulut gibi ağırlık çöktü. Hiç ses çıkarmadan orada oturarak gözümün önüne gelecek karaltıları ve anıların gölgelerini bekledim; onlara bakınca içine düştüğüm bunalımın nereden kaynaklandığını hemen anladım. Bu, eskisi gibi değildi. Yani moral bozucu ve ıstırap verici değildi. Ölüm korkusunu bilirim; başka hiçbir korkuya benzemez ama yine de en korkuncu değildir. Bu seferki acayip ruh halim de öyleydi sanki ama çok daha sakindi. Hiç bu kadar sessiz ve sakin olmamıştım. Öyle bir havaya girmiştim ki, korku falan duymuyordum; bu matem havası pırıl pırıl şeffaftı ama; ardında her şey belirsizdi. Tanrı sana paldır küldür gelmez, sakin sakin gelir; onun için ölüm kapını çaldığında kendini öylece bırak, içindeki ateş yavaşça sönüversin, diyen peygamberin bu sözlerini şimdi anlıyordum. Sessizce alçalan denizin birden kabarışı gibi, yaşamın hiç fark ettirmeden geri döndüğünü hissedene kadar, uzun bir süre öyle oturup kaldım. Daha sonra ayağa kalkarak odama döndüm ve yatağa uzandım. Sadece palmiye yapraklarının hışırtısını duyuyordum ve bana öyle geldi ki, şu saat, son günlerde gördüğüm rüyaların tam aksine, hayatıma sanki metafizik bir denge getirmişti; bunun geçici ve umutsuz olduğunu bilsem de, tuhaf bir teselli bulmuştum işte. Bu yüzden şeffaf ve yeşil kanatlı pervanenin tekrar lambama konduğunu görünce hiç şaşırmadım.
Aptalca kelime oyunlarından bıkmıştım. Birinin, akıllı olmadığı halde öyle geçinmeye çalışması kadar beni yoran bir şey yoktur.
bazı eserler, uzun zaman bakıldıktan sonra sana bir şey söyler; hemen bir şey söyleyen eser ise hiçbir zaman en iyisi değildir.
Ölümden bahsediliyor ve eninde sonunda bunun herkesin başına geleceği konuşuluyordu da, hayal gücünün ötesinde bir hayat tasavvur edilemiyordu, yani yaşam olduğu için ölüm olduğu gerçeği kabul görmüyordu.
Bu yabancı şehrin yeraltında hızla yol alıyorduk. Onca uğraştığımız insan ilişkilerinin birden kopup, düşmanlığın ve o korkunç ezeli yabancılığın meydana çıktığı anlardan biriydi bu. Her şey darmadağın oldu. Buna bir ad bulamadım. Tehditkâr ve isimsiz bir dünyada, bu yüzden oluşan ilintisiz ve belirsiz bir korku sessizce pusuya yatmıştı. Bu korku, yerinden fırlayıp insana saldırmıyor ya da vurmuyordu ama tüm bunlardan tehlikeliydi. Önce pencere önünden hızla geçip giden karanlığa, sonra da içinde sanki hortlak ve yarasaların kanat çırptığı, mat ışıkla aydınlanan trene, yabancı bir silüete, öne eğik bir başa, insan sıcaklığına, bir omuza baktım ve fi tarihinden kalma bir ateş yumağı gördüm ki bu ateş, bizi kaosa sürükleyen hayalî bir köprüydü; işte onun üzerinden yürümeksizin sınırsız bir yabancılığın doğurduğu umutsuz yalnızlıktan sıyrılmak için en son çare ve en güvenilir parıltı, hayatın kendisiydi.
akıl almaz gerçek dediğimiz şey, akıl almaz bir yalandan daha başka bir şey mi sanki?
Güzel insanlardan hoşlanırım ben. Onlara baktıkça bazen hüzne kapılırım.
Neden?
Hep güzel kalamazlar da ondan. Bir kere hepsi yaşlanacaktır. Bu yüzden ille de güzel olmanın bir anlamı yok bence.
Neden?
Hep güzel kalamazlar da ondan. Bir kere hepsi yaşlanacaktır. Bu yüzden ille de güzel olmanın bir anlamı yok bence.
yaşamın sonsuz olduğunu ve de sonsuza dek yaşayacağımızı sanırız; ama bu, ancak benliğimizi saran yılan derisini temizleyip atarsak ve de ölümün, bir değişim olduğunu bilirsek bir anlam kazanır.
Önünüzde daha çok şey var: seçim yapmak, keyif almak ve yorgun düşmek. Sonunda yorgun düşüp kalacaksınız. Ne kadar aşağıdan başlarsanız, zirveye yükselmek o kadar uzun sürer.
Ne kadar korkarsan, o kadar çok hissedersin. Kimden korkar insan?
Kendinden. Kuruntu. Asıl başkasından korkmalı.
O da bir kuruntu.
Hayır, dedi Kahn sakin sakin. 1918’de buna inanıldı. 1933’ten beri bunun böyle olmadığı anlaşıldı. Kültür, ince bir levhadır, yağmur bile onu silip süpürür. Bunu bize halk şairleri ve düşünürleri öğretti. Çağdaş sayıldı bu. Ama ülke, coşkulu bir U dönüşü yaparak barbarlıkta Atillâ’yla Cengiz Han’ı bile geçti.
Kendinden. Kuruntu. Asıl başkasından korkmalı.
O da bir kuruntu.
Hayır, dedi Kahn sakin sakin. 1918’de buna inanıldı. 1933’ten beri bunun böyle olmadığı anlaşıldı. Kültür, ince bir levhadır, yağmur bile onu silip süpürür. Bunu bize halk şairleri ve düşünürleri öğretti. Çağdaş sayıldı bu. Ama ülke, coşkulu bir U dönüşü yaparak barbarlıkta Atillâ’yla Cengiz Han’ı bile geçti.
Bir yerde yüz binlerce kişi öldürülürken insan, ancak parmağı kesilmiş kadar acı duyuyor.
Stefan Zweig karısıyla birlikte Brezilya’da intihar ederken biriyle konuşmuş ya da telefonlaşmış olsaydı, belki de sonu böyle olmazdı. Ama işte yabancı bir ülkede, yabancılar arasında oturup kalmıştı; ayrıca anılarını yazma hatasına düşmüştü, oysa onlardan veba görmüş gibi kaçmalıydı. Anıları onu yenik düşürmüştü. Bu yüzden ben de başka bir iş yapmadığım zamanlarda kendi anılarımdan ürküyordum. Bir şeyler yapmak ya da istemek zorunda olduğumu biliyordum ve bu, taş gibi mideme oturuyordu ( )
Hem her şeyle ilgileniyor, hem de hiçbir şeyle ilgilenmiyor gibiydim.
İnsanoğlu asla değişmez! Bin kez kendi kendine yemin eder. Sırtı yere gelirken söylenen şeyleri yapar. Biraz soluklandı mı, her şeyi unutuverir.
Firardaki insan, rastlantılarla yaşamak zorundadır; o rastlantılar ne kadar gerçek dışıysa, ona o kadar normal gelir. Bugünün masallarıdır bunlar ve artık eğlendirici olmasalar da, nedense bazen beklenenden daha iyi sonlanır.
Pişmanlık, insan ruhunu kezzaptan daha iyi temizler ama bu, sakin zamanların işi.
“Dönüş diye bir şey yoktur. Zira hiçbir şey yerinde durmaz. Ne kendimiz, ne de başkaları. Geri kalan, hüzünlerle dolu bir akşam vaktidir.”