İçeriğe geç

Kış İkindisinin Evinde Kitap Alıntıları – Kürşat Başar

Kürşat Başar kitaplarından Kış İkindisinin Evinde kitap alıntıları sizlerle…

Kış İkindisinin Evinde Kitap Alıntıları

Birbirimizden kaçıncı kez kopuşumuzun simgelerinden biri de rüzgarla dolup soğuyan, sabaha dek sobanın başında çay içtiğimiz ama bir türlü ısınamadığımız o sonbahar akşamı olmalı, ben yine sessiz çok sonra ayaklanamayacak anılarımı topluyordum.
Yaşam, kafamıza sokulan o saçma sapan düşünce tuğlalarından, gözü kapalı yargılardan, sürekli acı veren kısıtlamalardan çok daha öte, çok daha güçlü anlamlar taşıyor.
Ama insan yaşamı sonsuz boğulmalarla sürüp gi­derken bir yerde bir anlık bir şans ışığıyla karşılaşı­yor, o ışığı, o hemen yitiriliveren parıltıyı sezebilirse­niz birden herşey başkalaşıyor.
Son­suza dek sürse de, seni aramak, bulmak zorundayım.
Bir de, büyüdügümü bil.
Zaman geçti biliyorum biz onu yakalayamadan. Koparıp attı bizi birbirimizden uzaklara. Birleşemedik.
Çabucak yaşlandım ben, şu üstümden geçip giden bulutlar gibi, bir an bembeyaz görülür, sonra uzaklaşır, eskirler hemen
Sessizlikten bir­ şey anlamayı, bir anlam çıkarmayı öğrenemedik.
Yaşamın bizim sandığımız, bulmaya çalıştığımız gibi bir anlamı yok, olması çok saçma olurdu, yalnızca elle tutmaya çalıştığımız bir rüzgar o ve şimdi artık uzundur bir tek ölümün seslerini taşıyor. Herşeyi tükettik artık, kişi gerçekliğin sarsıntısından kaçmaya başladı mı ölüm çok yakınına geliyor birdenbire.
Ama gel biz yine de gülelim birbirine mutlu mu­sun? diye soran film kahramanlarına.
Kendimizi neden böylesi bir tükenişe tutsak kıldığımızı tanımlamak, hiç bitmeye­cek gibi gelen uzun günlerin, gecelerin içinde duyum­sadıklarımızı anlatmak neredeyse imkansız.
Bir gün bir gemiye binersem çok uzaklara git­mek isteyeceğim.
Ço­cuk oyunlarımız neden böyle korkunçlaştı?
Birşey eksildi, birşey öldü, kalem kalktı, soluk bekledi, bir an duyamadık saatin tiktağını. Bir düş bu. Unutulmayacak bir düş. Belirsizliğin, yitmiş ger­çekliğin içinde gözün sürekli izlediği bir yanılsama.
Birşeyler oluyor, zaman duraksıyor, titrek, güvensiz biçimler alıyor herşey. Ama duyum çok açık: Ölüm bu, son bu. Böylesi geç kalmasaydık, sönmekte olan ateşin korlarına birkaç odun daha atsaydık, içimizde yükselen o kıpırtı özgür kalabilseydi -artık neye yarar- yüzlerimizi içimize değil birbirimize dönseydik böyle olmazdı.
sonsuza dek yaşayacağım çünkü ölümüm ben..
‘Şimdi bütün bu manevi acıların en büyüğü kay­bedilenlerin acısıdır, bu o kadar büyüktür ki tek başına bütün öteki acılardan büyüktür.’
Bir an sanki içimde unuttuğum biri büyüyor. Sanki hiç bit­meyen biriyim. Öldükçe yeniden doğacak biri.
Bir düşün yarı uyanık görülmesinden başka birşeymiş gibi yaşam.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Cehennemin, kişinin çırılçıplak yalnızlığı olduğunu yeni anlıyorum.
Ölüm yeni bir şey değildi ki, zor birşey değildi ki, insanlar kadar korkutucu değildi ki
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Hiç mutlu ol­dum mu, diye düşündüm. Sanki bir kez mutlu olmuş­sam daha kolay ölebilirdim.
İnsanlar ölünce ne olur anne?
Bir başka ülkeye giderler.
Orada gökyüzü var mıdır?
Vardır herhalde, neden soruyorsun?
Peki, çocuklar ölünce nereye giderler?
Çocuklar ölmez ki.
Ama sevmenin de sürüp giden birşey olmadığını bilmiyordum. Keşke bilmeseydim, bir yalanla yaşayabilseydim, bu yalan benim varoluşum olsaydı.
Yağmur neler çağrıştırmıyor ki; acılar, çocuk günleri, sön­müş bir sevinç an’ı, düş yıkımları
Çocukluk günleri uzaklarda kaldı, uzun zaman herşeyin bir düş olduğuna, yeniden baş­layabileceğimize, işte şu unutulan sesin, bir kez görü­lüp istenmiş bir yüzün, geri dönmeyecek olanın hep ye­niden başlayacağına, bir gün bu düşün biteceğine inanmıştım. Sonra ne oldu? Bir gün aynaya bakınca ne gördüm ben?
ama deniz insanlar kadar ürkütmüyordu.
Ço­cukluk saklanabilir mi?
Zaman -neresinde olduğumu hiç belirleyemediğim zaman -çok hızlı, çok hızlı, çok hızlı geçecek, şu rüzgar gibi ve biz onu hep aynı sanacak, hep tutunduğumuz yerde kalmak isteyeceğiz.
Zaman içinde kendime bir yer arıyorum sanki. Zamanın neresinde oldu­ğumu bilemiyorum hiç.
Ansızın başlayan, bir bakışla, bir gülümsemeyle, küçük bir sözle ve hız­la gelişen bir dostluğun ilk günlerini, böyle bir sevgi­nin ne zaman çoğalmaya başladığını kim bilebilir?
İnsan kendini bir başkasına anlatırsa arınabilir mi?
Sahi, gökyüzünde ne vardır?
zamanın ağır ağır geçişi, kayan bir yıldız, adalar, yağmurlar, çocuk sesleri, ölü çocuklar, darmadağınık bir ay gökyüzünden bile büyük – hem gökyüzü mavi değildir ki.
Zaman geçiyor böylece, kı­sa, belirsiz anların birbiri üstüne yığılmasıyla pek ça­buk, sonra, sonra, sonra diyerek.
Neredeyim ben bu görünmeyen zamanın içinde, neden bekliyorum hiç bir şey yapmadan, belirleniyorum? Dışımdaki bir şeyler belirliyor beni, böyle kıpırtısız durdukça biçimleniyorum. Birbirimize çarpan sözcüklerin oluşturduğu şu müzik çok eski, öyle değil mi?
Ben yine sessiz, çok sonra ayıklanacak anmalıklar mı topluyordum?
Ama yaşam romanın yalancı kurgusuna hiç benzemiyor
Biliyorum, önemli değil, kimsesizlik yaşamla ilgili bir şey, ölümün ötesi yok, o halkoyunundaki gibi sımsıkı kenetlenmiş ellere çarpıp geçememek yok ama yapamıyorum işte, şu imge: bedenimin orasına burasına sıkıştırılacak pamukların çirkinliği ne zamandır başucumda duran şişeler dolusu uyku ilacını almamı engelliyor
anlam, hastalanmış bilincimizin yarattığı bir aldanışın ismidir
Sessizlik büyüyor. Gün boyu bir resmin, bir ezginin, bir şiirin karşı konulmaz güzelliğiyle, kendine dargın bir sukuşu gibi yalnızım
Çocuklar ölünce nereye giderler? Boşluğa karışırlar. Sönük yıldızların olduğu yerde, tabii biz göremeyiz, küçük kuşlar gibi kolları açık uçuyorlar. Öyleyse hep ölsün çocuklar, hiç büyümesinler
Çocuklar ölür anne. Beyaz bir ay vardır gökyüzünde, soğuk, sessiz bir ay geceleri, onu bir çuvala saklamak isteyen iki çocuğun masalını hatırlıyor musun? Sen onu anlatırken bir örümceği öldürmüştüm, çocuk örümceği, çocukların öldüğünü ilk o zaman anladım ben
yaşam, kafamıza sokulan o saçma sapan düşünce tuğlalarından,
gözü kapalı yargılardan,
sürekli acı veren kısıtlamalardan çok daha öte,
çok daha güçlü anlamlar taşıyor
zaman -neresinde olduğumu hiç belirleyemediğim zaman- çok hızlı, çok hızlı, çok hızlı geçecek,
şu rüzgâr gibi ve biz onu hep aynı sanacak,
hep tutunduğumuz yerde kalmak isteyeceğiz, diyorum
“Şunu öğrendim: ‘yarın’ hiçbir zaman, hiçbir anlam taşımıyor, söylenildiğinin tam tersine.”
“Onla birlikteyken hiçbir şey beklemiyordum ve bu sonu bilinmez çaba, bizim anında yaratışımız, hiçbir şeyde, başka hiçbir yerde bulunmayan bir yoksama olup çıkıyordu.”
“Böylesi geç kalmasaydık, sönmekte olan ateşin korlarına birkaç odun daha atsaydık, içimizde yükselen o kıpırtı özgür kalabilseydi -artık neye yarar- yüzlerimizi içimize değil birbirimize dönseydik böyle olmazdı.”
..Yorgundum, insan yaşamında ancak birkaç kez olabilecek denli yorgun-
Sonsuza dek sürse de, seni aramak, bulmak zorundayım. Bir de büyüdüğümü bil.
Bu ne ilk ölümümdü, ne de ölümlerin en zorlusu. İçlerinden biriydi o kadar!
Defterimde sana bir sayfa ayırıyorum, böyle bir anda yazılabilecek hiçbir şey olmadığını bilerek.
Seni de sevmiyorum artık. Anlamsız bir ölümle ölmüş olmalısın, şimdiyse bir yerlerde çürüyorsun,artık sevemem seni,çirkin,soğuk bir cesetsin
Çok az kaldı diyorum kendi kendime. Çok az kaldı. Bir an sanki içimde unuttuğum biri büyüyor. Sanki hiç bitmeyen biriyim. Öldükçe yeniden doğacak biri. Akşam soğuyor sonra birden soğuyor. Gece, yumuşak yorganıma sarıldığımda kendime acıyorum -kendime sarıldığımda- o zaman gerçekten anlıyorum bu sonsuz cezayı.
Kar yağıyor.
Sanki sen hiç gelmeyeceksin.
Çocukluk saklanabilir mi? Belki fotoğraflarda,belki bir anı defterinde. Ama an’lar? Bir öğle vakti güneşin suda yarattığı ışık çemberleri,ince damarlı alanlar,suya yansıyan bir yüz, suda titreyen bir yüz korunabilir mi? Ama sen zamanın geçmesini isterdin. Zaman geçecek,özgür olacaktık, dilediğimiz gibi yaşayabilecektik. Şimdi istediğin kadar zaman geçti mi,keşke bunu sana sorabilseydim. Gerçekten özledim seni, herşeyiyle mükemmel olmayı isteyen,asla tanıyamadığım
Bazen kendimizi bir hayalin içinde sanırız ama aslında yaşadıklarımız gerçektir. Bazen de her şeyi gerçek sanırken aslında yalnızca hayal gördüğümüzün farkına varmayız.
Sarı bir gökyüzü boyamıştım ben, bulutlar kirliydi, öyle tostoparlak değillerdi, yıldızlar sönük, ay beyazdı, bir çocuk kollarını açmıştı gökyüzünde. “Ama gökyüzü mavidir,” demişti öğretmen.
Sahi, gökyüzünde ne vardır?
Pencerelerden dışarı bakmak kötülüktü.
Dışarda kötülük vardı.
Ama ben güldüm o haritayı görünce”, dedi Elfe.
(Hiçbir zaman gidemeyeceğiz uzaklara.)
Kanada sarı. Brezilya turuncu, Cezayir açık yeşil. Kırmızı, mavi, mor biçimsiz kara parçaları, mavi, hep soluk mavi denizler görünmez çemberlerle kuşatılmış- ama gökyüzü dünyamıza dahil değildir.” 
Zamanın neresinde olduğumu bilemiyorum hiç.
sessizlik büyüyor, sessizlik çok fazla büyüyor Nevit, eski yaz günlerindeki gibi içimizi ısıtan, serin akşamüstünün küçük sevincini beklediğimiz sessizliğe hiç benzemiyor ve ben yaşamayı beceremiyorum bir türlü, üşüyorum, yan yana getirdiğim şu sözcükler gibi kuramıyorum hayatı
Gökyüzünde ne vardır? diye sormuştu öğretmen. Bir resim çizmiştik. Mavi gökyüzleri çizmişlerdi, geceler, akşamüstleri, gün başlarken hep mavi, bulutlar vardı -bulutlar beyazdır- ay vardı, güneş -gece yarısı, sabaha karşı, öğleden sonra-yıldızlar Sarı bir gökyüzü boyamıştım ben, bulutlar kirliydi, öyle tostoparlak değillerdi, yıldızlar sönük, ay beyazdı, bir çocuk kollarını açmıştı gökyüzünde. “Ama gökyüzü mavidir,” demişti öğretmen.
Sahi, gökyüzünde ne vardır?
Pencerelerden dışarı bakmak kötülüktü. Dışarda kötülük vardı. 
Ellerimle çiçekleri karıştırırken zaman içinde kendime bir yer arıyorum sanki. Zamanın neresinde olduğumu bilemiyorum hiç. 
Dışarda Kötülük Vardı
İnsan kendini bir başkasına anlatırsa arınabilir mi? Burada, insan yüreğinden başka hiçbir yerde ıssızlığın olmadığı bu ışıklar kentinde, bana ait olan, beni tanıyan, benimle varolan ve böylece varolduğumu, hep varolacağımı, hiç yitmeyeceğimi imleyen şeylerden çok uzakta -anılar bile simgelerle varoluyor bir süre sonra – kaldırımlara dizilmiş ağaçların üzerindeki noel ışıklarına bakarken bunu düşünüyorum: Onun için -çok uzakta ve belki de beni artık hiç hatırlamayan- sana yazmak istiyorum ( o kentte, doğduğum, büyüdüğüm, bana ait olmayan bir ölümle ölerek uzaklara sürüldüğüm o lanetli yerde başka kimse yok ki tanıdığım) her şeyi, çünkü sessizlik büyüyor, sessizlik çok fazla büyüyor Nevit, eski yaz günlerindeki gibi içimizi ısıtan, serin akşamüstünün küçük sevincini beklediğimiz sessizliğe hiç benzemiyor ve ben yaşamayı beceremiyorum bir türlü, üşüyorum, yan yana getirdiğim şu sözcükler gibi kuramıyorum hayatı, dışarda her şey pırıltılı bir gecenin gürültüsüyle çoğalıyor belki ama ben bir camın ardından baktığımda, bir zamanlar gelmeyi o denli istediğim bu kentin evleri, sokakları, pırıl pırıl yanan ağaçlarıyla. Sonsuza dek dinleyebileceğim müziklerin çalındığı, güzel kadınların bedenlerini sergilediği gece kulüpleriyle yalnızca hüzünden oluştuğunu görüyorum. Soğuk ve hep ağlayarak geçen o ilk yatılı gecelerden sonra teyzem, “Sevdin mi okulunu?” diye sormuştu, o hafta sonu bir daha okula dönmeyeceğimi, hiç dönemeyeceğimi sanmıştım. “Denizi görüyor.” Sonra her hafta sonu iki gün geçince yine o gri demir parmaklıklardan içeri gireceğimi düşünerek çıktım okuldan. Bitmeyecek bir tutsaklıktı sanki. Teyzeme neden beni yatılı verdiğini hiç soramadım. Uzun uzun denizdeki bir kıpırtıya, annemin, çocukken beni götürmeye söz verdiği karşı kıyıdaki yalıya bakmakla geçirdiğim hafta sonları (annemi hatırlıyor musun?) bundan böyle tatillerde okulda kalmaya, böylece teyzemden öç almaya karar vermiştim. Bir şeylerin sürekli yanlış algılanmasıydı sanki bütün bunlar, hayatı oluşturan bütün o güzel şeylerin. Sonra Selin ve Elfe’ye rastladım.
Nerede başlamıştık? Birkaç yıl önce, temiz formaları, toplanmış, örülmüş saçları, çocuksu sesleriyle yüzlerce küçük kız, bir okul avlusunda toplandığımız o sonbahar günü mü, sınıflara ayrıldıktan ve öğretmenlerin katı yüzleriyle karşılaştıktan sonra mı, yoksa yatakhanede o ilk soyunmaların utanışında mı, şimdi bunu kestirmek zor. Çünkü ansızın başlayan, bir bakışla, bir gülümsemeyle, küçük bir sözle ve hızla gelişen bir dostluğun ilk günlerini, böyle bir sevginin ne zaman çoğalmaya başladığını kim bilebilir?
Pencerelerden dışarı bakmak kötülüktü. Dışarda kötülük vardı.
Ellerimle çiçekleri karıştırırken zaman içinde kendime bir yer arıyorum sanki. Zamanın neresinde olduğumu bilemiyorum hiç. Rüzgârın her şeyi savurduğu tepeye tırmanıyoruz, surlarla çevrili o eski zaman kentinden geriye kalan manastırın yanına. Saçlarımız rüzgârda karmakarışık oluyor. Denizin koyulaşmasına, çarpıntılarla kıyıyı dövmesine bakarken, “zaman -neresinde olduğumu hiç belirleyemediğim zaman -çok hızlı, çok hızlı, çok hızlı geçecek, şu rüzgâr gibi ve biz onu hep aynı sanacak, hep tutunduğumuz yerde kalmak isteyeceğiz”, diyorum. “Çok uzaklara gidebilsek keşke!” dedi Selin. (Yeni bir yer, başka bir zaman, güzel insanlar ) “İnsan uzaklara gidebilir mi? Bugün tahtadaki haritaya bakarken, atlaslarımızı açtığımızda -şimdi yağmur, şimdi uzak bir ülkedeyim- birbirine bu denli yakınken seçebilirim istediğimi diye düşündüm, kırmızıyı, maviyi, şu kuşa benzeyeni.”
“Ama ben güldüm o haritayı görünce”, dedi Elfe. (Hiçbir zaman gidemeyeceğiz uzaklara.) “Kanada sarı. Brezilya turuncu, Cezayir açık yeşil. Kırmızı, mavi, mor biçimsiz kara parçaları, mavi, hep soluk mavi denizler görünmez çemberlerle kuşatılmış- ama gökyüzü dünyamıza dahil değildir.” “Akşam oluyor artık”, dedim ben. Sular durgunlaştı, grimsi -ama gök böyle kirli pembeye, yıpranmış bir eflatuna parçalandıkça- titreyen pırıltılarla kamaşıyor deniz, gerginleşerek çatlıyor, irili ufaklı adalar oluşturuyor bulutlar denize yakın. Rüzgâr yavaşlıyor şimdi. Durgun su yavaşça gelip aşağıda eski bir iskelenin tahtalarına, kıyıya birikmiş molozlara -insanın fırtına artıklarını karıştırmaktan başka işi olmasa ne güzel olurdu!- daha geriye, kumlara uzanıyor, güzel bir yumuşaklık duygusu uyandırıyor. Kum koyuluyor, kahvemsi bir renk alıyor, sonra yine açılıyor, sonra yine koyuluyor. Zaman geçiyor böylece, kısa, belirsiz anların birbiri üstüne yığılmasıyla pek çabuk, sonra, sonra, sonra diyerek. Çocukken de böyle bakardım gökyüzüne uzun uzun. Gökyüzünde ne vardır? diye sormuştu öğretmen. Bir resim çizmiştik. Mavi gökyüzleri çizmişlerdi, geceler, akşamüstleri, gün başlarken hep mavi, bulutlar vardı -bulutlar beyazdır- ay vardı, güneş -gece yarısı, sabaha karşı, öğleden sonra-yıldızlar Sarı bir gökyüzü boyamıştım ben, bulutlar kirliydi, öyle tostoparlak değillerdi, yıldızlar sönük, ay beyazdı, bir çocuk kollarını açmıştı gökyüzünde. “Ama gökyüzü mavidir,” demişti öğretmen.
Sahi, gökyüzünde ne vardır?
Oysa zaman geçip gitti ellerimizin arasından, çocukluk günleri bitti, bu, özgürlüğün başladığı değil, korunağın yıkıldığı gün.
Ve bir şey anlıyorum o zaman yeni birşey: Hiçbiri tanımıyor beni aynaların. Onlar yalnızca kendilerini görüyorlar bana baktıkça.
Yaşamın bizim sandığımız, bulmaya çalıştığımız gibi bir anlamı yok, olması çok saçma olurdu, yalnızca elle tutmaya çalıştığımız bir rüzgar o ve şimdi artık uzundur bir tek ölümün seslerini taşıyor. Her şeyi tükettik artık, kişi gerçekliğin sarsıntısından kaçmaya başladı mı ölüm çok yakına geliyor birdenbire.
”Asla ulaşamayacağımız bir başka yaşam için sonsuzca çabalamaktan vazgeçtim.. ”
”Kimse kimseyi sevmiyor,kimse kimseyi istemiyor aslında.. ”
”Bütün ölümlerin anlamsızlığı ,çaresizliği,zavallılığımız , diye düşünmüştüm.. ”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir