İçeriğe geç

Bir At Bara Girmiş Kitap Alıntıları – David Grossman

David Grossman kitaplarından Bir At Bara Girmiş kitap alıntıları sizlerle…

Bir At Bara Girmiş Kitap Alıntıları

Kırk küsür yıl sürmüş bir ayrılıktan sonra hala birbirimizi anında, derinden anlayabileceğimize dair o çocuksu, masumane umudunun giderek söndüğünü hissedebiliyordum.
Söylediklerini dinlemek bazen kitap okumak gibiydi.
Benden söylemesi, bir yerde takdir edilmenin en sağlam yolu orada bulunmamaktır, bilmem anlatabiliyor muyum?
Kendi kendisini incitmekte bu kadar başarılıyken başkasına neden gerek duyduğunu merak ediyorum.
“Yüzlerimizin bizlere sunduğu ifadeler ne kadar da yetersiz.”
“Babam söz konusu olunca, bir sonraki darbenin nereden geleceğini asla kestiremez insan.”
“ bazen şöyle bir hisse kapılıyorum, mesela İsrailli bir bilimadamı kanserin tedavisini buldu diyelim, tamam mı? Kanser denen o illetin defterini sonsuza dek dürecek bir ilaç olsun bu. Hemen ertesi gün dünyanın dört bir yanında insanlar ileri geri konuşmaya başlamazlarsa, protesto gösterileriyle, eylemlerle, BM oylamalarıyla, Avrupa gazetelerinin tekmilinde birden çıkacak başyazılarla ortalığı ayağa kaldırmazlarsa ben de adam değilim. Ve hep bir ağızdan ne diyecekler biliyor musunuz? ‘Durun bir dakika, neden kansere illa zarar vermemiz gerekiyor? ”
“Benim için her şeyin en iyisini istediğini iddia eden bir kadın bu ve tutup beni dünyaya getirmiş! Yani cinayet eylemi yüzünden koparılan onca yaygarayı bir düşünün, o duruşmalar, hapishaneler, soruşturmalar, bitmek bilmez suç dizileri, oysa bugüne dek doğurma eyleminin suç sayıldığı tek bir vakaya rastlamış değilim! Taammüden adam doğurmak, ihmalkarlık sonucu doğum yapmak, kazara doğuma sebebiyet vermek hakkında tek kelime eden yok, kişiyi doğuma azmettirmeyi bile suç saymıyorlar!”
sevgili Fernando Pessoa’mızdan alıntı yaparak şöyle fısıldadığını duyabiliyorum kulağıma: ‘Bü­tün olmak için, var olmak yeter de artar.’
Düşünmekten ne çıkardı ki, hem hiç kimse düşüncelerini dizginleyemez, insan beynini durduramaz ki, ya da bunu değil yalnızca şunu düşün diye ayar çekemez ki beynine. Yalan mı?
Adalet gözle görülür olmalıdır.
Söylediklerini dinlemek bazen kitap okumak gibiydi.
Alın size sokağa çıkma yasağı! İsterseniz günler­ce, aylarca hapsedin onları evlerine, keyfiniz ne kadar isterse o kadar
Hak­lı mıyım yoksa haklı mıyım?
Tanrı aşkına be salaklar, tavrınızın biraz gıcık olduğunun farkında de­ğil misiniz? Çünkü bazen şöyle bir hisse kapılıyorum, mesela İs­railli bir bilimadamı kanserin tedavisini buldu diyelim, tamam mı? Kanser denen o illetin defterini sonsuza dek sürecek bir ilaç olsun bu. Hemen ertesi gün dünyanın dört bir yanında insan­lar ileri geri konuşmaya başlamazlarsa, protesto gösterileriyle eylemlerle, BM oylamalarıyla, Avrupa gazetelerinin tekmilinde birden çıkacak başyazılarla ortalığı ayağa kaldırmazlarsa ben de adam değilim. Ve hep bir ağızdan ne diyecekler biliyormusu­nuz? Durun bir dakika, neden kansere illa zarar vermemiz ge­rekiyor? Gerekiyorsa bile, onu böyle apar topar bütünüyle imha etmemiz doğru mu? Önce oturup onunla bir uzlaşma sağlamayı deneyemez miyiz? Neden hemencecik kabakuvvete başvuruyo­ruz ki? Kendimizi bir de onun yerine koyup kanserin hastalığı kendi açısından nasıl deneyimlediğini anlamaya çalışmamız gerekmez mi? Hem unutmayalım, kanserin de bazı olumlu yan­ları var. Gerçek şu ki, birçok hasta kanserle savaşmanın onları daha iyi insanlara dönüştürdüğünü söyleyecektir. Ayrıca kanser araştırmalarının başka hastalıklara deva olan ilaçların gelişti­rilmesine yol açtığını da unutmayalım. Bütün bu kazanımları, bu kadar yıkıcı bir tavırla bir kalemde silip atacak mıyız yani?
Tarihten hiç mi ders almadık? Daha karanlık çağları ne çabuk unuttuk. En önemlisi de,’ -yüzüne düşünceli bir ifade konduru­yor- ‘insanın ne özelliği var ki kanserden üstün olduğuna ina­nıp kendisinde onu yok etme hakkını buluyor? ‘
Neden bahsettiğimi anlıyormuş gibi yapın bir zah­met, tamam mı?
Akıl almaz bir olay, öyle değil mi? Benim için her şeyin en iyisini istediğini iddia eden bir kadın bu ve tutup beni dünyaya getirmiş!
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Öfke dolusun, dedi bana. Hayır, hasret doluyum, diye geçirdim içimden.
Herkesin içinde artık yalnız ikimiz kaldık, böyle bir felaket nasıl oldu da gelip bizi buldu, bunu hak etmek için ne yaptık biz, karıncayı bile incitmedik diye Yiddiş dilinde ağıtlar yakarken birdenbire yaşlanmış göründü gözüme.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Önce kendini yakıyor sonra ateşiyle onları da tutuşturuyor.
Benim için her şeyin en iyisini istediğini iddia eden bir kadın bu ve tutup beni dünyaya getirmiş! Yani cinayet eylemi yüzünden koparılan onca yaygarayı bir düşünün, o duruşmalar, hapishaneler, soruşturmalar, bitmek bilmez suç dizileri, oysa bugüne dek doğurma eyleminin suç sayıldığı tek bir vakaya rastlamış değilim!
İnsan planlar yapar, Tanrı ise ona kelek atar.
‘Bütün olmak için, Var olmak yeter de artar’.
kafam bin türlü düşünceyle alev alev yanıyor, herşey unufak oluyor, eziliyor, beynimin içi çarşamba pazarı gibi karman çorman, aynı anda o kadar çok düşünce fink atıyor ki, kendi aklımın yolunu bulamıyorum bir türlü. İnsanın düşüncelerinin tam bir keşmekeş halinde havada uçuştuğu zamanlar olur ya hani, mesela yatağa girmeden önce? Uykuya dalmadan hemen önce bildiniz mi? Ocağı söndürmüş müydüm, yoksa söndürmemiş miydim? Üst azı dişimde ki o çürüğe er ya da geç dolgu yaptırmam lazım. Sağır bir kedi, dilsiz bir kuşu yakalayabilir mi? Çocuklarımın hiçbirinin bana benzememesi belki iyi birşey? Ağaçları hangi akla hizmet anestezi vermeden kesiyor o vicdansızlar? Cenaze ilanımda Dovaleh ile hayat sıfır-sıfır berabere yazabilir mi?
İşte böyle sayın seyirciler! Bu hayatın gelip dayandığı yer budur. İnsan planlar yapar, Tanrı ise ona kelek atar.
İşte mizahın en güzel yanı da bu: bazen bir şeylere gülüp geçebilirsin!
Onunla birlikteyken kendimi tanıyamıyordum. İçimden çıkan o coşkulu, hayat dolu çocuğa yabancıydım. Düşüncelerle ve imgelerle tutuşan şakaklarımdaki o ateşe yabancıydım.
Benden söylemesi, bir yerde takdir edilmenin en sağlam yolu orada bulunmamaktır, bilmem anlatabiliyor muyum?
Akıl almaz bir olay, öyle değil mi? Benim için her şeyin en iyisini istediğini iddia eden bir kadın bu ve tutup beni dünyaya getirmiş!
Vergiler sadece ve sadece, devlet nezdinde, mutlu olduklarına dair sağlam temellere dayalı şüphe uyandıran insanlardan alınmalı. Kendi kendilerine gülümseyenlerden, genç, sağlıklı, iyimser kişilerden, güpegündüz ıslık çalanlardan, geceleyin mercimeği fırına verenlerden. Vergi ödemesi gereken dangalaklar asıl bunlar, bunlar soyulup soğana çevrilmeli, sahip oldukları her şeyden mahrum bırakılmalı.
Ben bir dâhiyim, vallahi bakın, ağzımdan benim bile anlamadığım laflar çıkıyor bazen.
İnsan çocukken zaman da farklı akıyor.
Müthiş acı veren tek bir anıyı hatırlamaya duyulan tiksintinin geçmişi nasıl yavaş yavaş köreltip koca koca kısımlarını silebildiğini nihayet ona anlatabilirdim.
Ona kulak kesiliyorum, sevgili Fernando Pessoa’mızdan alıntı yaparak şöyle fısıldadığını duyabiliyorum kulağıma: ‘Bütün olmak için, var olmak yeter de artar.’
Çocuklar için Kafka okurdu bana, sonra Odysseus’u, Raskolnikov’u okurdu Yatma zamanım geldiğinde Hans Castorp’un, Michael Kohlhaas’ın ve Alyoşa’nın hikayelerini anlatırdı. Bütün o hazineleri paylaşırdı benimle.
“Ne düşünüyorum, biliyor musunuz? İnsan beynini Dur durak bilmiyor beyin, hep çalışıyor. Hafta sonlarında, bayramlarda, hatta uykuda bile. Harbiden berbat bir iş sözleşmesine imza atmış enayi – imzayı basarken aklı neredeydi acaba?”
Bir at bara girmiş ve barmenden fıçı bira istemiş. Barmen ata büyük bir bardak bira doldurmuş, at da birayı saniyesinde yuvarlayıp ardından bir viski söylemiş. Viskiyi içip bir tekila söylemiş. Onu da götürmüş. Derken bir kadeh votka ısmarlamış, üstüne de yeniden birayla cila yapmış.
İnsanların dünyadaki günleri sayılıdır, unutma, sen sen ol, o sayılı günleri onlar için hoş kıl.
Kafam bin türlü düşünceyle alev alev yanıyor, her şey unufak oluyor, eziliyor, beynimin içi çarşamba pazarı gibi karman çorman, aynı anda o kadar çok düşünce fink atıyor ki, kendi aklımın yolunu bulamıyorum bir türlü. İnsanın düşüncelerinin tam bir keşmekeş halinde havada uçuştuğu zamanlar olur ya hani, mesela yatağa girmeden önce? Uykuya dalmadan hemen önce, bildiniz mi?
Bu arada, bir ailede cenazeler ve düğünler dışında hiç karşılaşmayan akrabalar olabileceği, yalnızca bu iki ortamda bir araya geldiklerinden işbu akrabaların birbirlerini ister istemez manik-depresif olarak mimleyeceği ihtimali sizin de aklınızdan geçmiş miydi?
Yüzlerimizin bizlere sunduğu ifadeler ne kadar da yetersiz.
Doğumumun ardından her ikimizin birden doğum sonrası depresyon illetinin pençesine düşmüş olması ilginç aslında, gerçi benimki hala sürüyor.
Aramızda kalsın da, poposundan memnun olan bir kadın gördünüz mü hiç? Dünya üstünde var mı böyle bir kasın?
“İnsanlar ilk bakışta bende ne görüyor acaba?” diye düşündüm. Çok değil, kısa bir süre önce nasıl biri olduğumu hala görebiliyorlar mı? Tattığım aşktan bir iz var mı üzerimde?
Öylece var olmanın nasıl baş döndürücü bir olay olduğunu tahayyül edebiliyor musunuz acaba? Ne kadar yıkıcı olduğunu, ha?
Yemin ederim hayatımda hiçbir sorunumun olmadığı yegâne zaman sünnet derimin yerli yerinde olduğu günlerdi.
Üstelik giriş seviyesinde bir ruhtan bahsediyorum, Shakespeare, Çehov veya Kafka ayarında olanından değil- bu arada bunlar çok baba yazarlar, öyle duydum, şahsen okuduğumdan demiyorum yoksa.
Benim için her şeyin en iyisini istediğini iddia eden bir kadın bu ve beni tutup dünyaya getirmiş! Yani cinayet eylemi yüzünden koparılan onca yaygarayı bir düşünün, o duruşmalar, hapishaneler, soruşturmalar, bitmek bilmez suç dizileri, oysa bugüne dek doğurma eyleminin suç sayıldığı tek bir vakaya rastlamış değilim! Taammüden adam doğurmak, ihmalkârlık sonucu doğum yapmak, kazara doğuma sebebiyet vermek hakkında tek kelime eden yok, kişiyi doğuma azmettirmeyi bile suç saymıyorlar! Üstelik unutmayın ki kurbanın reşit olmadığı bir suçtan söz ediyoruz burada!
Vergiler sadece ve sadece, devlet nezdinde, mutlu olduklarına dair sağlam temellere dayalı şüphe uyandıran insanlardan alınmalı. Kendi kendine gülümseyenlerden, genç, sağlıklı, iyimser kişilerden, güpegündüz ıslık çalanlardan, geceleyin mercimeği fırına verenlerden.
“Üç adam!” diye bağırıyor avaz avaz, üç parmağını havaya kaldırarak, “Bir İtalyan, bir Fransız ve bir Yahudi barda oturmuş, kadınlarını nasıl tatmin ettiklerini konuşuyorlarmış. Fransız demiş ki: ‘Ben matmazelimi tepeden tırnağa halis muhlis Normandiya tereyağına buluyorum ve çığlıkları, orgazm olduktan sonra beş dakika daha sürüyor.’ İtalyan demiş ki: ‘Ben sinyoramı bafilemeden önce bütün vücudunu Sicilya’daki bir köyden aldığım zeytinyağıyla baştan aşağı kaplıyorum ve çığlıkları, orgazm olduktan ancak on dakika sonra diniyor.’ Bu arada Yahudi çıt çıkarmıyor, tek kelime dahi etmiyormuş. Fransız ile İtalyan ona dönmüşler: ‘Ya sen?’ ‘Ben mi?’ demiş Yahudi. ‘Ben Golda’mı kaz yağına buluyorum, geldikten sonra bir saat boyunca bağırıyor.’ ‘Bir saat mi?’ Fransız ile İtalyan kulaklarına inanamamış: ‘Peki tam olarak ne yapıyorsun ona, söylesene?’ ‘Ne mi yapıyorum,’ demiş Yahudi, ‘işim bitince ellerimi perdeye siliyorum.’”
Aile böyle bir şeydir. Bir bakarsın seni kucaklayıp bağrına
basar, derken iki saniye sonra kemerle eşek sudan gelinceye kadar döver, hepsi de sevgidendir bunların.
Doğum günü bir vicdan muhasebesi günüdür, insanın kendi ruhunun derinliklerine eğildiği bir gün.
Ve uykusuzluk başımı döndürüyordu.
Bana sorduğu sorular nadir bir hazineye sahip olduğumu idrâk etmemi sağladı.
güldürmek sahiden az buz şey değil. Büyük bir şey.
kendi evimden çekip çıkaran ve büyülü bağlarla ona doğru çeken şey de onun o gamsız, iyimser sıcaklığıydı.
beynimin içi çarşamba pazarı gibi karman çorman, aynı anda o kadar çok düşünce fink atıyor ki, kendi aklımın yolunu bulamıyorum bir türlü.
Çünkü ruh denen şerefsiz bizi sürekli ters köşeye yatırır.
Bugünlerde ayaklarımın üstünde zor bela yürüyorum, diye mırıldanıyor adam.
Beni görmeni, gerçek anlamda görmeni, sonra da bana
anlatmanı istiyorum.
Ne anlatacağım ki sana?
Gördüğünü.
Babası olmayan öksüzle, annesi olmayan öksüz arasında bir fark var mıdır?
Öfke dolusun! dedi bana.
Hayır hasret doluyum. diye geçirdim içimden.
Kim bilir şimdi ne kaybediyorum?
Karşınızdakinin hurdalığı boylamaya mahkûm bir adam vakası olduğunu söylemek için âlim olmaya gerek yok, öyle değil mi?
İnsanları da benimle satranç oynuyorlarmış gibi görüyordum. Tabii onların bundan hiç haberi yoktu, nasıl olsun? Ama her bi­rinin bir rolü vardı, bütün bir sokak, teneffüste bütün okul bah­çesi benim satranç tahtamdı.
Bana sorduğu sorular nadir bir hazineye sahip olduğumu idrâk etmemi sağladı.
-Hayat tecrübesiydi bu!
Adalet gözle görülür olmalıdır.
Kendi kendisini incitmekte bu kadar başarılıyken başkasına neden gerek duyduğunu merak ediyorum.
Mesela ben: Kendi gülüşümün sesini zor bela hatırlıyorum.
Hayattaki en büyük başarım geniş ve birlik olmuş bir aile. En azından bana karşı.
Şaka bir yana, kemer sıkma politikasının anamızı ağlattığı bu günlerde
O şey vardır ya, dedi usulca, hani insanın içinden elinde olmaksızın fışkıran şey? Dünyada belki yalnızca o biricik kişinin sahip olduğu şey?

Kişiliğin ışıltısı, diye geçirdim içimden. İçimizdeki kor. Ya da içimizdeki karanlık. O muamma. Eşsizliğin o titreşimi. Kişiyi tanımlayan sözcüklerin ötesinde yatanlar; kişinin başına gelen, hayatında ters giden ve ruhunda zaman içinde çarpıklaşan şeylerin ötesinde. 

İşte böyle sayın seyirciler! Bu hayatın gelip dayandığı yer budur. İnsan plan yapar, Tanrı ise ona kelek atar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir