İçeriğe geç

Çatışan Kültürler Kitap Alıntıları – Bernard Lewis

Bernard Lewis kitaplarından Çatışan Kültürler kitap alıntıları sizlerle…

Çatışan Kültürler Kitap Alıntıları

Cihada karşı çok gecikmiş bir Hristiyan tepkisi olan Haçlı Seferleri kutsal savaşla kaybedilenleri yine kutsal savaşla geri almaya yönelik bir girişimdi.
Ortaçağ Avrupa’sı yalnızca alan bakımından küçük değildi, bakış açısı da dardı. Öteki dinler bir yana, kendi dininin çeşitli biçimlerine karşı bile belirgin bir biçimde hoşgörüsüzdü. Oysa İslam dünyası bileşimiyle çeşitliliğe, karakteriyle çoğulculuğa sahipti.
Kıyamete, ahiretteki ceza ve ödüle ilişkin Hristiyan ve İslam düşünceleri tıpa tıp aynı olmamakla birlikte, temelde benzerdi. Cennetleri önemli ölçüde farklıydı, ama cehennemleri büyük ölçüde aynıydı.
İslamiyet’in ve Hristiyan aleminin birlikte sahip çıktığı büyük bir miras vardı ve bu miras da ortak kaynaklara dayanıyordu: Eski Yunan bilim ve felsefesi, Roma hukuku ve devlet yönetimi, Yehuda’nın etik tektanrıcılığı ve bütün bunların ötesinde derin kökler salmış olan antik Ortadoğu kültürleri.
Müslüman yazarların çoğuna göre, önce Bizans ve ardından Avrupa Hristiyan alemi başlıca darü’l harp bölgeseydi.
Avrupalıların İslamiyet’e ve karşılaştıkları Müslüman halklara, Mağribilere ve Serazenlere, Tatarlara ve Türklere ilişkin değerlendirmelerinde yaygın bir korku duygusu vardır.
Girişim, ortak insanlık yapılarının; başarı ise, Avrupa ile çocuklarının geliştirdiği uygarlığın özünde var olan, ama ötekilerde eksik ya da yetersiz olan bazı özel niteliklerin sonucuydu.
Müslümanlar ile heretikler arasında bağlantı kurmak alışılmadık bir şey değildi. Ortaçağ Batı dünyasında yaygın olan bir hikâye daha da ileri giderek, Muhammed’i, papalık seçiminde bir tarafa itilmesine çok içerleyerek Arabistan’a giden ve orada rakip bir dini başlatan dönme bir kardinal olarak gösteriyordu.
Müslümanlar ile heretikler arasında bağlantı kurmak alışılmadık bir şey değildi. Ortaçağ Batı dünyasında yaygın olan bir hikâye daha da ileri giderek, Muhammed’i, papalık seçiminde bir tarafa itilmesine çok içerleyerek Arabistan’a giden ve orada rakip bir dini başlatan dönme bir kardinal olarak gösteriyordu.
Kabaca bin yıl boyunca, yani Müslüman ordularının 7. yüzyıl başlarında Doğu Akdeniz’deki Hristiyan topraklarına yönelik ilk saldırısından Türk ordularının 1683’te ikinci ve son kez Viyana önünden geri çekilmesine değin geçen sürede Hristiyanlık âlemi İslamiyet’in sürekli ve yakın tehdidi altında yaşadı.
İslamiyet’in ilk zamanlarında Müslüman orduları her şeyi önlerine katarak Asya üzerinden Hindistan ve Çin’e, Afrika ve Fas üzerinden ta Avrupa içlerine ok gibi fırladılar.
Modern anlamıyla suçluluk -hukuki bir karar değil, zihinsel bir durum olarak- aşındırıcı ve yıkıcıdır; aynı zamanda bizim Batı uygarlığının en derin ve en karakteristik kusuru olan kendi kendimize büyük bir kibirle müsamaha göstermemizin aşırı bir biçimidir.
Girişim, ortak insanlık yapılarının; başarı ise, Avrupa ile çocuklarının geliştirdiği uygarlığın özünde var olan, ama ötekilerde eksik ya da yetersiz olan bazı özel niteliklerin sonucuydu.
Başarı modern çağda, pişmanlık ise yazılı tarihin tümünde benzersizdi.
Kul toplumuna sıkı sıkıya bağlı olan bir özellik, kadınların ayrımcılığa maruz kalmasını ve ikinci planda tutulmasını öngören bir toplumsal düzendi.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Ortaçağ Avrupa’sı yalnızca alan bakımından küçük değildi, bakış açısı da dardı. Öteki dinler bir yana, kendi dininin çeşitli biçimlerine karşı bile belirgin bir biçimde hoşgörüsüzdü. Oysa İslam dünyası bileşimiyle çeşitliliğe, karakteriyle çoğulculuğa sahipti. Müslümanlar kendi içlerinde ibadet ve hatta inanç bakımından önemli farklılıklara hoşgörüyle bakmaya yatkındı; onayladıkları öteki dinlere toplumda belirli bir yer vermeye de razıydı.
Batı kültürü günün birinde gerçekten yok olup gidebilir: Onun savu­nucusu, olması gerekenlerden birçoğunun inanç eksikliği ve onu suçlayan­ların ateşli keskinliği pekala Batı kültürünün yıkımına katılabilir. Ama eğer Batı kültürü yok olup giderse, bütün kıtalardaki erkekler ve kadınlar bunun sonucunda güçsüz düşecek ve tehlikeye girecektir.
Emperyalizm, cinsel ayrımcılık ve ırkçılık Batıda ortaya çıkmış sözcük­lerdir; bunun nedeni -ne yazık ki evrensel nitelikte olan- bu kötülükleri Batının türetmiş olması değil, Batının birer kötülük olduklarını fark et­mesi, onları böyle adlandırıp mahkum etmesi ve -bütünüyle boşa gitme­yen bir çabayla- etkilerini zayıflatmak ve mağdurlarına yardımcı olmak üzere güçlü bir mücadele vermesidir. Bir deyişi kullanarak belirtmek ge­rekirse, Batı kültürü gerçekten yok olup gidecek se, emperyalizm, cinsel ayrımcılık ve ırkçılık da onunla birlikte yok olup gitmeyecektir. Bu işin kurbanlarının, bunları suçlama özgürlüğü ve sona erdirme çabası olması çok daha muhtemeldir.
Her gün Kahrolsun Amerika diye bağıranlar bile, böyle bir istekleri olsa da, bu amaca ulaşma gücünden kesinlikle yoksun­dur. Onlar Amerika’yı yok edemezler, ama Amerikan toplumunda görü­lebilen belirli yönelimlerin bu noktaya varması halinde, bir intihara yar­dım edebilirler.
Elbette, uygarlığımızın bazıları ortak insan yapımız­dan bazıları özel olarak bizden kaynaklanan birçok köklü kusuru vardır.
Bize yöneltilen ithamların çoğu karşısında, insanlar olarak suçlu olduğu­muzu kabul etmekten başka seçimimiz yoktur. Batıya ait olan bizler el­bette küstahlık ve tahakkümden, saldırganlık ve sömürüden, boyun eğdirme ve köleleştirmeden, cinayet ve çapulculuktan dolayı suçluyuz; her ne kadar hafifletici bir neden olarak, bu şeyleri hoşgörülebilir kabul etme­mizin üzerinden uzun bir zaman ve hatta bunları Tann’yı memnun edici ve ilahi hukukun buyurduğu şeyler saymamızın üzerinden çok daha uzun bir zaman geçtiğini ileri sürebilsek de.
Başka kültürlerin idealize edilmiş ve bazen uydurulmuş bir versiyonu­nu ortaya koyup, bunları Batının şeytana benzetilmiş gülünç bir taklidiyle karşı karşıya getirdiği zaman, çokkültürlülük tüm kültürler için tehlikeli ve alçaltıcı hale gelir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Her ne olursa olsun, Avrupa uygarlığı hiçbir biçimde yalnız Avrupa’ya özgü değildir. Tarihte bilinen bütün öteki kültürler gibi, başta Mısır’da ve Bereketli Hilal ülkelerinde ortaya çıkanlar olmak üzere, kendisinden önce gelen kültürlerin katkı ve etkileriyle zenginleşmiştir. Günümüzde başka kültürlerin incelenmesini değerli ve önemli kılan birinci neden, onları kendi yaşam koşullarında tanımaksa, ikinci neden de kendi kültürümüzü daha derin ve daha gerçekçi bir biçimde anlamanın yolunun öteki kültürleri incelemekten geçmesidir.
Amerika’nın keşfi, başka birçok bakımdan olduğu gibi, bu bakımdan da iyi ve kötü yönleriyle insanlık tarihinde bir dönüm noktası oldu; Avru­pa’da başlayıp, Avrupalı kaşifler, fatihler, misyonerler, sömürgeciler ve -eklemek gerekirse- mülteciler aracılığıyla dünyanın her yanına taşınan modernliğe geçiş sürecinin temel unsurları arasında yer aldı. Aynı dönem­ de Gırnata’nın alınmasının çok ötesine giden bir kapsamla, uzun vadede Avrupa’nın düşmanlarına karşı zaferini sağladı. Yenidünya’nın madenleri Avrupa Hıristiyan alemine, dış ticaretini, savaşlarını ve buluşlarını finanse etmesi için gerekli altın ve gümüşü verdi. Amerika’nın tarla ve plantas­yonları yeni kaynaklar ve mallar getirdi ve böylece Avrupalıların Müslü­manlarla ve ötekilerle eşit ve sonunda daha üstün konumda ticaret yap­masına ilk kez olanak sağladı. Dahası, tarihin ve kutsal metinlerin aynı öl­çüde habersiz olduğu yabancı ülke ve halklarla karşılaşma başlı başına, düşünsel kalıpların kırılmasına, insan kafasının ve ruhunun özgürleşmesi­ne çok büyük katkıda bulundu
Avrupa’nın, başta İslamiyet olmak üzere, ra­kiplerine karşı zafere ulaşmasını ve buna bağlı olarak da Avrupa’ya özgü kavram ve kategorilerin evrensel kabul görmesini sağlayan şey, herşeyden önce Avrupa’nın dünyayı keşfetmesinin bir parçası olarak Amerika’nın keşfedilmesiydi. Başlangıçtaki belirli bir merak duygusunun ardından, Müslümanların Yenidünya dedikleri kıtaya ilgisi en alt düzeye indi.
(Dönemin Müslüman kaynaklarında Amerika adı nadiren geçmektedir.) Konu hakkındaki en dikkate değer belge, büyük Türk denizcisi ve haritacı Piri Reis’in 1513’te hazırladığı haritadır. Bu harita Kolomb’un kayıp ha­ritasından alınan ve anlaşıldığı kadarıyla, Osmanlı hizmetindeki bir İspan­ yol köleden sağlanan bilgileri içermektedir. Piri Reis’in 1517’de Kahire’de Mısır fatihi Yavuz Sultan Selim’e sunduğu harita Topkapı Sara­yı’nda saklandı ve 1929’da bir Alman bilim adamı fark edene değin unu­tulmuş olarak kaldı.
1478 gibi geç bir tarihe ait bir hane sicil defterinden kentte hiç Yahu­di olmadığı anlaşılmaktadır. Yaklaşık yarım yüzyıl sonra, Kanuni Sultan Süleyman dönemine ait tarihsiz bir defterde ise en az yirmi Yahudi cema­ati yer almaktadır. 17. yüzyıl başlarına gelindiğinde Yahudi cemaatlerinin sayısı yirmi beşe çıkmıştı. Bu dönemde Selanik’in toplam nüfusu içinde Yahudiler artık belirgin bir çoğunluğa ulaşmış durumdaydı. Selanik 20. yüzyıl başlarına kadar Yahudi ağırlıklı bir kent olarak kaldı.
Hoşgörülü bir kafir rejimi altında dinden çıkma tehlikesi çok daha büyüktü.
İn­sanlık tarihini araştırırken merhamet duygusunun belirlediği önemli dev­let politikaları bulmak zor ve belki de olanaksızdır.
Bütün halklar arasındaki dürüst insanların cennette bir payı vardır.
Ortaçağ Batı dünyasında yaygın olan bir hikaye daha da ileri gi­derek, Muhammed’i, papalık seçiminde bir tarafa itilmesine çok içerleye­rek Arabistan’a giden ve orada rakip bir dini başlatan dönme bir kardinal olarak gösteriyordu.
Türklerin 1453’te Konstantinopolis’i ele geçirmesi Doğu Hıristiyan alemine mahvedici bir darbe indirdi ve Batı için büyük bir tehdit yarattı. 1478’e gelindiğinde Yunan, Arnavut, Romen ve Güney Slav toprakları Türklerin yönetimin­deydi ve Türk akıncı güçleri Venedik’in dış mahallelerine kadar ulaşmıştı.
Türkler 1480’de Otranto’yu alarak İtalya’da bir dayanak noktası elde et­tiler. İspanyolların Gırnata’yı fethetmesi büyük bir zaferdi ve Avrupa’nın güneybatısının kurtarılmasında belirleyici bir rol oynadı. Ne var ki Hıristi­yan âlemi ile İslamiyet arasındaki daha geniş cepheleşmede kesin bir so­nuç getirmedi. Avrupa’nın güneydoğusunda Müslüman tehdidi sürdü ve hatta daha da büyüdü; ancak iki yüzyıl sonra, Türklerin Viyana önlerin­ den son geri çekilişiyle ortadan kalktı.
Ortaçağ sonlarında Müslüman devletlerde olağan hale gelmiş olan kul toplumunun değişime ayak uyduramaması. Kul toplumuna sıkı sıkıya bağlı olan bir özellik, ka­dınların ayrımcılığa maruz kalmasını ve ikinci planda tutulmasını öngören bir toplumsal düzendi. Bu konuda daha yakın bir kaynaktan aktarma ya­ pacağım. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Kemal Atatürk 1923’teki bir söylevinde şöyle diyordu: Bir heyet-i içtimaiye, cinsinden yalnız biri­ nin icabat-ı asriyeyi iktisap etmesiyle iktifa ederse o heyet-i içtimaiye yarıdan fazla zaaf içinde kalır. Hıristiyan Avrupa’nın kadınları herhangi türden bir eşitliği elde etmekten çok uzaktı, ama çokeşliliğin ya da yasalarla tanınmış cariyeliğin baskısı altında değildi. Onların yararlandığı sınırlı düzeydeki özgürlük ve katılım bile, Batı ülkelerini gezen -ve hepsi de erkek olan- bir dizi Müslüman ziyaretçiyi sarsıp uyandırmaya hiçbir zaman yetmedi.
Anado­lu’ya 1492’de vardıklarında beraberlerinde matbaayı da getiren İspanyol Yahudi sığınmacılara, padişah fermanı uyarınca Arap harfleriyle baskı yap­mama koşuluyla, başkentte ve başka şehirlerde kitap basma izni verildi.
Daha sonra Hıristiyan azınlıklar için de benzer fermanlar çıkarıldı. Os­manlı topraklarında 18. yüzyıla değin İbrani, Yunan, Ermeni, Süryani ve zaman zaman Latin harfleriyle kitaplar basılırken, Türklerin ve bütün Müslüman reayanın kullandığı harflerle hiç kitap basılmadı. Gerek Do­ğudan ilk gelişinde, gerekse Batıdan yeniden aktarılışında matbaanın bu şekilde iki kez ve kesin reddedilmesi, birkaç yüzyıl sonra kağıdın istekle ve etkili bir biçimde kabul görmesiyle karşılaştırıldığında büsbütün dikkat çekicidir. Topçuluk ve matbaa gittikçe arayı açan eşitsizliğin en çarpıcı yönlerin­den yalnızca ikisidir.
İslam dünyasının da Atlas Okyanusu’na kıyısı vardı. İnsan Faslıların neden açık denizlere çıkmadığına ve Amerika’yı’ keşfetmediğine şaşıyor. Bunun besbelli bir nedeni söz konusu kıyı şeridinde, Avrupa denizciliği­nin ve gemiciliğinin gelişmesini kolaylaştıran -hatta gerektiren- liman ve haliçlerin bulunmayışıydı. Bir başka cevap belki de Faslıların sahip olduk­ ları denizlerde büyük ölçüde kendi başlarına oluşlarıydı; bu durum onları birbirlerine karşı ardı arkası kesilmeyen savaşlarda denizcilik becerilerini bileme fırsatını bulan İspanyollar ve Portekizlilerden; Fransızlar, Hollan­dalılar ve İngilizlerden ayıran bir husustu. Başka bazı bakımlardan olduğu gibi, bu bakımdan da Avrupa’nın birlikten yoksunluğunun uzun vadede bir avantaj olduğu görülecekti.
Bazı Müslüman devletler ateşli silahları reddetme ya da bunlardan çok az yararlanma yoluna gittiler. Örneğin, Mısır’daki bir zamanların güçlü Memluk Sultanlığı yiğitliğe yakışmayan bu silahları hor gören bir tavırla karşıladı ve kullanım alanını toplumsal bakımdan düşük konumlu unsurların asker yazıldığı küçük birimlerle sınırladı. Memlukların hem güney­den gelen Portekizlilere hem de kuzeyden gelen Osmanlılara karşı koya­maması şaşırtıcı değildi. Osmanlıların Mısır’ı fethetmesinden sonraki dö­nemi yazan Mısırlı tarihçi İbn Zünbül, bu konudaki Memluk tavrını çok iyi dile getirir. Aktardığına göre, tutsak bir Memluk emiri karşı karşıya geldiği Osmanlı padişahı Selim’e şunları söyler:

Dünyanın her tarafından derme çatma bir ordu kurmuşsun: Hıristiyanlar, Rumlar ve ötekiler. Beraberinde de Avrupa Hıristiyanlannın savaş meydanında Müslüman ordularının karşısına çıkma gücünü bulamadıkları bir sırada ustaca geliştirdikleri şu icadı getirmişsin. Bir kadın bu tüfek denen şeyi ateşleyebilirse bir alay adamı durdurabilir. Eğer bu silahı kullanmayı seçmiş olsaydık, siz bu işte önümüze geçemezdiniz. Ama biz Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in sünnetini, Allah yolunda kılıç ve mızrakla cihada gitmeyi bir tarafa at­mayan insanlarız. ( ) Yazıklar olsun sana: Allah’ın birliğine ve Hz. Muham­med’in peygamberliğine şehadet edenleri ateşli silahlarla nasıl vurabiliyorsun??

Müslüman devletler arasında tüfek atışı ve topçuluktan tam ve etkili biçimde yararlanan yalnızca Osmanlılardı. Ama İbn Zünbül’ün işaret etti­ği gibi, onlar bile Batı teknolojisine bağımlıydı ve topçu birliklerinin do­natım ve yönetimini, gittikçe artan bir ölçüde, Batılı dönmelere ve paralı askerlere bırakmışlardı.

Batı’nın yükselişi geniş biçimde incelenirken, İslami gücün sönüşü bilim çevrelerinden çok az ciddi ilgi görmüştür.
Avrupa’ya yönelik bin yıllık Müslüman tehdidi, askeri ve dini olmak üzere iki yönlü, yani fethe ve din değiştirtmeye dönük bir tehditti.
Avrupa’ya yönelik Müslüman yayılmasının birinci dalgası 8. yüzyılın ilk yıllarında başladı ve bir süre için İspanya, Portekiz, Güney İtalya ve hatta Fransa’nın bazı kesimlerini girdabı içine aldı. Batı Avrupa topraklarındaki son Müslüman devletin yenilgiye uğratılıp yok edildiği 1492’ye değin de etkisi sürdü. İkinci dalga ise Rusya ve Doğu Avrupa’nın büyük bölümü üzerinde egemenlik kurmuş olan Altınordu Moğollarının İslam dinini kabul etmesi ve Moskova ile öteki Rus prensliklerini Müslüman bir efen­dinin hükümdarlığını tanımak zorunda bırakmasıyla Doğu Avrupa’yı vurdu. Bu durum Hıristiyanların bir yeniden fetih hareketine girişmesine ve Müslümanlaşmış Tatarların Rusya’dan çekilmesine yol açan uzun ve amansız bir mücadeleyle son buldu. Üçüncü dalganın başını çeken Sel­çuklu ve ardından Osmanlı Türkleri, Bizans İmparatorluğu’ndan Anadolu’yu aldıktan sonra Avrupa’ya geçtiler ve Balkan Yarımadasında kudretli bir imparatorluk kurdular. Bu ilerleme sürecinde Türk orduları Konstan­tinopolis’i ele geçirir ve Viyana’yı iki kez kuşatırken, Berberi korsanların gemileri denizdeki cihadı Britanya Adaları’na ve hatta bir keresinde İz­landa’ya kadar taşıdılar. İki din ve iki uygarlık arasındaki ilişkilerde gerçek dönüm noktası, İkinci Viyana kuşatması ve yenilgiye uğrayan Os­manlı kuvvetlerinin geri çekilmesi oldu.
İslamiyet ile Eskidünya’nın öteki iki uygarlığı arasında önemli, daha doğrusu can alıcı bir fark da vardır. Çin bir yer, Hindistan bir yer, İslamiyet ise bir dindir.
“Bazı Müslüman devletler ateşli silahları reddetme ya da bunlardan çok az yararlanma yoluna gittiler. Örneğin, Mısır’daki bir zamanların güçlü Memluk Sultanlığı yiğitliğe yakışmayan bu silahları hor gören bir tavırla karşıladı ve kullanım alanını toplumsal bakımından düşük konumlu unsurların asker yazıldığı küçük birimlere sınırladı. Memlukların hem güneyden gelen Portekizlilere hem de kuzeyden gelen Osmanlılara karşı koyamaması şaşırtıcı değildi ”
“Orta cağ Avrupa’sı yalnızca alan bakımından küçük değildi, bakış açısı da dardı. Öteki dinler bir yana, kendi dinin çeşitli biçimlerine karşı bile belirgin bir biçimde hoşgörüsüzdü. Oysa İslam dünyası bileşimiyle çeşitliliğe, karakteriyle çoğulculuğa sahipti. Müslümanlar kendi içlerinde ibadet ve hatta inanç bakımından önemli farklılıklara hoşgörüyle bakmaya yatkındı; onayladıkları öteki dinlere toplumda belirli bir yer vermeye de razıydı ”
“Hristiyan Avrupalı bilginler rakip dini anlamak için büyük çaba gösterdiler; bunun amacı rakip dini çürütmek ve böylece kendi cemaatlerini korumaktı. Büyük ölçüde Hristiyan cemaatlerin ve önderlerinin Müslüman yönetimi altında gördüğü hoşgörü sayesinde de bu çabalarında esas olarak başarılı oldular; bununla birlikte önemli sayıda insan kendi fatihlerinin inancını gerçekten benimsedi ”
Bütün kültürlerin kendi kazananları, kendi sanat ve müzikleri, felsefe ve bilimleri, edebiyat ve yaşam tarzları, insanlığın ilerlemesine başka katkıları vardır.
Memlük Emir’i karşı karşıya geldi Osmanlı Padişahı Selim’e şunları söyler:
Dünyanın her tarafından derme çatma bir ordu kurmuşsun Hristiyanlar, Rumlar ve ötekiler. Beraberinde de Avrupalıların savaş meydanında Müslüman ordularının karşısına çıkmak gücünü bulamadıkları bir sırada ustaca geliştirdikleri şu icadı getirmişsin. Bir kadın bu tüfek denen şeyi ateşleyebilirse bir alay adamı durdurabilir Eğer bu silahı kullanmayı seçmiş olsaydık biz; bu işte önümüze geçemezsiniz ama biz peygamber efendimiz Hz Muhammed’in sünnetini Allah yolunda kılıç ve mızrakla cihada gitmeyi bir tarafa atmayan insanlarız. Yazıklar olsun sana Allah’ın birliğine ve Hz Muhammed’in peygamberliğine şahadet edenleri ateşli silahlarla nasıl vurabiliyorsun
Hindistan ve Çin’in büyük dinleriyle karşılaştırıldığında, İslamiyet ve Hıristiyanlık ikiz evlatlardır ve aynı ataların soyundan gelmektedir.
Batı uygarlığı kadınların varlığından dolayı zengindi; Müslüman uygarlığı ise onların yokluğuyla daha yoksuldu.
İslamiyet’in ilk zamanlarında Müslüman orduları her şeyi önlerine katarak Asya üzerinden Hindistan ve Çin’e, Afrika ve Fas üzerinden ta Avrupa içlerine ok gibi fırladılar.
Her iki taraf da evrensel ve nihai doğrulara, Tanrı’nın son sözüne sahip olduğunu iddia ediyor ve bunları dünyanın öteki kesimlerine götürmeyi kendileri için bir ödev olarak görüyorlardı. İlahi takdirin öngördüğü bu iş yerine getirme karşılığında cennette kalıcı ve nihai ödüle ulaşmayı bekliyorlardı; bu arada dünyada da bazı geçici maddi karşılıklara layık görülebilirlerdi. Onlardan ayrı bir yola sapanlar benzer biçimde hem bu dünyada hem de öteki dünyada cezalarını çekeceklerdi. Kıyamete, ahiretteki ceza ve ödülü ilişkin Hristiyan ve İslam düşünceleri tıpatıp aynı olmamakla birlikte, temelde benzerdi. Cennetleri önemli ölçüde farklıydı ama cehennemleri büyük ölçüde aynıydı. Bütün bunlar bir Hindu, bir Budist yada bir Konfüçyüsçü açısından anlamsız görülecek şeylerdi.
İspanya’dan kovulmanın henüz belleklerde taze olduğu ve hâlâ kaygı uyandırdığı 1523’te, Eliyahu Kapsali adlı bir Yahudi tarihçi tuttuğu bir güncede şunları yazıyordu:

Osmanlı hükümdarı Sultan Bayezid, İspanya kralının Yahudilere yaptığı bütün kötülükleri duyup onların bir sığınak aradıklarını öğrenince, hallerine acıdı. Bunun üzerine ülkesinin her tarafına özel görevliler göndererek, kendisine bağlı kentlerdeki valilerin Yahudileri almama ya da sürme yoluna gitmemeleri, tersine onlara kucak açmaları gerektiğini duyurdu ve bu emrini yazılı hale getirdi. Ve böylece ülkesinin her tarafındaki bütün insanlar Yahudileri iyi karşılayıp gece ve gündüz korudu. Yahudilere kötü davranılmadı ve hiçbir zarar verilmedi. İspanya’dan kovulan binlerce ve onbinlerce kişi Osmanlı topraklarına vardı ve ülke onlarla doldu. Ardından Osmanlı topraklarındaki yahudi cemaatleri sayısız büyük hayır işleri yaptılar ve tutsakları fidye verip kurtarmak için su gibi para akıttılar.

Böylesine ıstırap verici seçeneklerle karşı karşıya kalınca, çok sayıda İspanyol ve Portekiz Yahudisi kendisine dayatılan inancı dışarıya kabul etme ve özel yaşamda reddetme tutumlarını birleştirerek, sorunlarına rahat olmayan ve tehlikeli bir çözüm buldu. Dönmeler resmî olarak conversos ya da nuevos cristianos (yeni Hristiyanlar) olarak anılıyordu; gayriresmî olarak ise çoğunlukla viejos cristianos (eski Hristiyanlar) tarafından marranos olarak nitelendiriliyordu. Asıl anlamı domuz olan ve mecazi bakımdan domuzca karaktere ve huylara sahip bir kişi yi ifade eden İspanyolca marrano sözcüğü, zaman içinde özellikle gizlice Yahudi ibadetini sürdürdüğünden kuşku duyulan yeni Hristiyanlar için kullanılır hale geldi. Bu anlamda marranizm, yani gizlice bir inanca bağlı kalırken görünüşte başka bir inancı kabul etme, hiçbir biçimde İber Yarımadası’yla sınırlı değildir; başka zaman ve mekânlarda birçok benzer örneği vardır. Ama önemli bir istisna dışında hiçbir yerde, derece ve etki bakımından İspanya ve Portekiz’deki gizli Yahudilerin düzeyine ulaşmamıştır.
Yahudilerin Ülkeden Çıkarılma Fermanı 31 Mart 1492’de Gırnata’da imzalanıp duyuruldu ve 29 Nisan’da yürürlüğe kondu. Bütün Yahudiler 31 Temmuz’a değin ya vaftiz olmayı kabul edecek ya da krallıktan ayrılacaktı.
( ) Anadolu’ya 1492’de vardıklarında beraberlerindeki matbaayı da getiren İspanyol Yahudi sığınmacılara, padişah fermanı uyarınca Arap harfleriyle baskı yapmama koşuluyla, başkentte ve başka kentlerde kitap basma izni verildi. Daha sonra Hristiyan azınlıklar için de benzer fermanlar çıkarıldı. Osmanlı topraklarında 18. yüzyıla değin İbrani, Yunan, Ermeni, Süryani ve zaman zaman Latin harfleriyle kitaplar basılırken, Türklerin ve bütün Müslüman reayanın kullandığı harflerle hiç kitap basılmadı. ( )
Bazı Müslüman devletler ateşli silahları reddetme ya da bunlardan çok az yararlanma yoluna gittiler. Örneğin, Mısır’daki bir zamanların güçlü Memlûk Sultanlığı yiğitliğe yakışmayan bu silahları hor gören bir tavırla karşıladı ve kullanım alanını toplumsal bakımdan düşük konumlu unsurların asker yazıldığı küçük birimlerle sınırladı. Memlûklerin hem güneyden gelen Portekizlilere hem de kuzeyden gelen Osmanlılara karşı koyamaması şaşırtıcı değildi. Osmanlıların Mısır’ı fethetmesinden sonraki dönemi yazan Mısırlı tarihçi İbn Zünbül, bu konudaki Memlûk tavrını çok iyi dile getirir. Aktardığına göre, tutsak bir Memlûk emiri karşı karşıya kaldığı Osmanlı padişahı Selim’e şunları söyler:

Dünyanın her tarafından derme çatma bir ordu kurmuşsun: Hristiyanlar, Rumlar ve ötekiker. Beraberinde de Avrupa Hristiyanlarının savaş meydanında Müslüman ordularının karşısına çıkma gücünü bulamadıkları bir sırada ustaca geliştirdikleri şu icadı getirmişsin. Bir kadın bu tüfek denen şeyi ateşleyebilirse bir alay adamı durdurabilir. Eğer bu silahı kullanmayı seçmiş olsaydık, siz bu işte önümüze geçemezdiniz. Ama biz Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in sünnetini, Allah yolunda kılıç ve mızrakla cihada gitmeyi bir tarafa atmayan insanlarız. ( ) Yazıklar olsun sana: Allah’ın birliğine ve Hz. Muhammed’in peygamberliğine şehadet edenleri ateşli silahlarla nasıl vurabiliyorsun?

Kuşku iyi bir şeydir ve aslında Batı uygarlığının ana kaynaklarından biridir. Öteki uygarlıklarda ve bizim uygarlığımızın ilk evrelerinde düşünceyi zincire vuran, hoşgörüyü zayıflatan ya da ortadan kaldıran ve demokrasi dediğimiz karşıtların işbirliğini önleyen kesinlikleri sarsar, insanları sorular sormaya ve böylece buluşlara, yeni başarılara ve başka uygarlıklarınkiler de dahil olmak üzere yeni bilgilere yöneltir.
Tarihin ve kutsal metinlerin aynı ölçüde habersiz olduğu yabancı ülke ve halklarla karşılaşma başlı başına, düşünsel kalıpların kırılmasına, insan kafasının ve ruhunun özgürleşmesine çok büyük katkıda bulundu.
Hristiyan aleminde ise Hristiyanların sonunda kimsenin kimseye karışmaması zamanının geldiği kanısına varmalarını sağlayan Din Savaşları’na değin bu hoşgörüye gerçekten denk düşecek bir anlayış yoktu.
Her iki taraf da evrensel ve nihai doğrulara, Tanrı’nın son sözüne sahip olduğunu iddia ediyor ve bunları dünyanın öteki kesimlerine götürmeyi kendileri için bir ödev olarak görüyorlardı.
Müslümanlar ile heretikler arasında bağlantı kurmak alışılmadık bir şey değildi. Ortaçağ Batı dünyasında yaygın olan bir hikaye daha da ileri giderek, Muhammed’i papalık seçiminde bir tarafa itilmesine çok içerleyerek Arabistan’a giden ve orada rakip bir dini başlatan dönme bir kardinal olarak gösteriyordu.
Anadolu’ya 1492’de vardıklarında beraberlerinde matbaayı da getiren İspanyol Yahudi sığınmacılara, padişah fermanı uyarınca Arap harfleriyle baskı yapmama koşuluyla, başkentte ve başka kentlerde kitap basma izni verildi. Daha sonra Hıristiyan azınlıklar için de benzer fermanlar çıkarıldı. Osmanlı topraklarında 18. yüzyıla değin İbrani, Yunan, Ermeni, Süryani ve zaman zaman Latin harfleriyle kitaplar basılırken, Türklerin ve bütün Müslüman reayanın kullandığı harflerle hiç kitap basılmadı.
İslamiyet’in ve Hıristiyan aleminin birlikte sahip çıktığı büyük bir miras vardı ve bu miras da ortak kaynaklara dayanıyordu: Eski Yunan bilim ve felsefesi, Roma hukuku ve devlet yönetimi, Yahuda’nın etik tektanrıcılığı ve bütün bunların ötesinde derin kökler salmış olan antik Ortadoğu kültürleri. Akdeniz çevresindeki Hıristiyanlar ve Müslümanlar hem mecazi hem de gerçek anlamda ortak bir dil bulabilirlerdi.
Batı Avrupa’ya ilişkin Ortaçağ Müslüman perspektifi, Müslümanların yazılarındaki nadir ve oldukça kibirli değinmelere bakarak bir yargıya varmak gerekirse, daha çok Orta Asya ve Afrika’nın Victoria döneminin İngilizlerine göründüğüne benzer bir konum taşımış olmalıdır.
Avrupalılar öteki yerlerde var olan uygarlıklarla karşılaşıp çatışmaya girdiler. Bunlardan ikisi Batı Yarıküre’de üçü Doğu Yarıküre’de olmak üzere, beşi büyük çapta ve önemdeydi. Doğu’dakiler elbette Çin, Hindistan ve İslamiyet’in oluşturduğu büyük uygarlıklardı. Batı’dakiler ise Aztek ve İnka uygarlıklarıydı.
Kolomb öncesi Amerika sakinlerinin Amerikalı olduklarının farkında olmamaları gibi, onlar da Asyalı ya da Afrikalı olduklarından habersizdi. Böyle bir sınıflandırmanın varlığından, Avrupalılar bunu onlara getirdiğinde -ve belirli zaman ve mekanlar içinde dayattığında- haberdar oldular.
çok büyük bir önem taşıyan bir başka teknolojik yenilik matbaaydı. Barut gibi bu da Doğu Asya kökenliydi ve İran’daki bir İlhanlı hükümdarının kısa süreli ve felaketle sonuçlanan bir kağıt para basma denemesi dışında, aynı şekilde Ortadoğu’yu atlayarak Avrupa’ya geçmişti.
Kolomb öncesi Amerika sakinlerinin Amerikalı olduklarının farkında olmadıkları gibi, onlar da Asyalı ve Afrikalı olduklarından habersizdi. Avrupalılar bunu onlara getirdiğinde- ve belirli zaman ve mekanlar içinde dayattığında- haberdar oldular.
Her ne olursa olsun, Avrupa uygarlığı hiçbir biçimde yalnız Avrupa’ya özgü değildir. Tarihte bilinen bütün öteki kültürler gibi, başta Mısır’da ve Bereketli Hilal ülkelerinde ortaya çıkanlar olmak üzere, kendisinden önce gelen kültürlerin katkı ve etkileriyle zenginleşmiştir.
Batı kültürü günün birinde gerçekten yok olup gidebilir:Onun savunucusu olması gerekenlerden birçoğunun inanç eksikliği ve onu suçlayanların ateşli keskinliği pekala Batı kültürünün yıkımına katılabilir. Ama eğer Batı kültürü yok olup giderse, bütün kıtalardaki erkekler ve kadınlar bunun sonucunda güçsüz düşecek ve tehlikeye girecektir.
Çok kültürlülük düşüncesi kendi başına mükemmeldir ve Avrupa ile Batının büyük geleneğine birçok bakımdan uymaktadır.Merak,ilgi ve saygı dolu bir yaklaşımla yabancı kültürleri incelemeye ilk kez yönelen ve uzun yıllar bu tutumu tek başına sürdüren, ayrıca tarihe gömülü uygarlıkları açığa çıkararak ve unutulmuş metinleri çözerek yabancı kültürlerin tanınmasına ve kendilerini anlamasına büyük bir katkıda bulunan, her şeye rağmen, Batı dünyasıydı.
İki dinin birbirini algılayış biçiminde garip bir koşutluk görülmektedir. Her ikisi de ötekini önemli bir rakip olarak görmekle birlikte, bunu itiraf etmeye yanaşmamaktaydı. Hristiyanlar düşmanlarından Müslümanlar olarak söz etmek yerine, etnik terimleri kullanmayı yeğ tutmakta ve onları Avrupa’nın farklı kesimlerinde Mağribi ya da Serazen, Türk ya da Tatar adlarıyla anmaktaydı. Aynı şekilde Müslümanlar da Avrupa’nın sakinlerinden ve hatta Avrupa’dan gelmiş olan Haçlı askerlerinden söz ederken, onları Rum, Frenk ya da Slav olarak adlandırmaktaydı. Bir tür dinsel nitelendirmenin gerekli olduğu durumlarda, her ikisi de aynı terimi, ”Kafir ” terimini kullanmaktaydı. Hem Hristiyanlar hem de Müslümanlar bu terimle aynı şeyi kastetmekteydi;aralarındaki tek fark terimin yönelik olduğu kesimdi.
1593’te yeni bir sefiri getiren bir İngiliz gemisinin varışıyla uyanan izlenimin canlı bir tablosunu çizmektedir:
İstanbul limanına şimdiye kadar bunun kadar garip bir gemi girmemişti.Denizde 3.700 fersahı aşıp gelmişti;diğer silahlardan başka 83 topu vardı. Ateşli silahlarının harici sureti bir domuz şeklindeydi. Eşi emsali ne görülmüş, ne de kaydedilmiş bir devran harikasıydı.
Emperyalizm, cinsel ayrımcılık ve ırkçılık Batıda ortaya çıkmış sözcük­ lerdir; bunun nedeni -ne yazık ki evrensel nitelikte olan- bu kötülükleri Batının türetmiş olması değil, Batının birer kötülük olduklarını fark et­mesi, onları böyle adlandırıp mahkum etmesi ve etkilerini zayıflatmak ve mağdurlarına yardımcı olmak üzere güçlü bir mücadele vermesidir Batı kültürü gerçekten yok olup gidecek se, emperyalizm, cinsel ayrımcılık ve ırkçılık da onunla birlikte yok olup gitmeyecektir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir