İçeriğe geç

Ben Buradayım… Kitap Alıntıları – Yıldız Ecevit

Yıldız Ecevit kitaplarından Ben Buradayım… kitap alıntıları sizlerle…

Ben Buradayım… Kitap Alıntıları

Pakize’nin, Atay’ın ölümünden sonra Ondan kalan her şeyi- buna bir miktar para da dahil- Atay’ın bir önceki evliliğinden olan kızına devretmiş olması nasıl yüce gönülü bir insan olduğunu gösteriyor.
Okur bir tüketici değil, bir üreticidir.
Aklına geleni yazmış bu romancı!
Onun aydınları, taşıdıkları maskelerden kurtulup kendileri olmaya çalışırlar; toplumun dayattığı kimlikleri reddederler.
Bizleri yazıyorum
Düşünce sürek avlarıyla susturulurken, her gün televizyon aracılığıyla dağıtılan pembe gözlüklerle kendilerine sunulan sanal bir dünyada yaşayan, ama bu dünyanın bir yerlerinden sızan endişenin/yalnızlığın/yabancılaşmanın etkisiyle kendi iç dünyasına dönen aydının, Atay’ı ve onun tutunamamak imgesini kendine yakın bulduğu söylenebilir.
Oğuz Atay’ın iç dünyasında olup bitenleri anlayabilmek, duygularını, düşüncelerini kavrayabilmek için, onun kurmaca adamları selimler – Turgutlar – Hikmetler Coşkunlar’ın ardına düşmek, onları metinlerin içindeki davranışlarını, sözlerini mercek altına almak gerekir: Atay’ın en güvenilir iç dünya tanıklarıdir onlar.
Hayatta İki şeyi çok sevdim:
Birincisi düşünmek ve yazmak, İkincisi ise zevkli bir yemek yemek;Birincisinde kafamdaki ur, ikincisinde de ilaçların neden olduğu ülser engel.
Uyum sağlayamadığı ortamdan yine kitapların soyut dünyasına sığınıyor, orada yaşayabileceği yeni bir boyut oluşturuyordur kendine.
Biz harp çocuğuyuz hiçbir şeyi atamayız kolayca, Ona da bir müşteri çıkar.
Tek başıma yarattığım cehennemden çıktım:
kalabalık bir cehennemin içine düştüm.
Bana hep haksızlık yaptığın duygusu vardı içimde:
Bence her zaman bana haksız yere söylenirdin çalışkan bir öğrenci olduğum halde bu çocuk kitap yüzü açmıyor diye homurdanırdın; üstüme uyumayan kötü dikilmiş elbiseler giydirdin, istemediğim okullara gönderdin beni, sızlamalarımı daha hiç dinlemedin bana haksızlık edildiği düşüncesi içimde öylesine gelişti ki artık bütün dünyayı suçluyorum bu bakımından!
Oğuz Atay’ın, yaşamı süresince suskunlukla karşılanan yazar­lık serüveni, kitapçı raflarında eskiyen kitaplarıyla ölümün­den sonra da aynı biçimde sürüp gidiyor görünmektedir. He­nüz sağken yaşarken unutulup gitmek, (G.262) diye ta­nımlıyordur kendisine büyük acı verdiği anlaşılan bu duru­mu. Belki de bazı şeylerin anlaşılmasını sağlamak için de so­nunda ölmek gerekiyordur.
O gün saçını kestirdikten sonra Altay Gündüz’lerin Mecidi­yeköy’deki evine gider. Pakize ile birlikte çok sık gidiyorlar­dır Özcan ve Altay Gündüz’ün evine. Hele son dönemde onla­ra güçlü omuz veren bu ailenin evi ikinci evleri olmuştur. Her zaman konuğu bol olan bir evdir burası. O gün akşamüstü sa­atlerinde Oğuz Atay geldiğinde çay içiliyordur. Bir süre yanla­rında oturup sonra arka odaya giderek uzanmak gereği duyan Oğuz Atay’daki durumun olağandışılığını Pakize’den başka al­gılayan olmamıştır. Devinimleri yavaşlayan, sesi güçsüzleşen, tutması için kendisine sessizce elini uzatan Oğuz Atay’ın durumu, özellikle doktorların verdiği bir yıllık sürenin eriyip so­na dayandığı o günlerde kaygı ve kuşkuyu dorukta yaşayan Pa­kize’nin aklını başından alır. Telefonla arayıp kendisine duru­mu anlattığı İstanbul’daki doktoru Ayhan Songar ise, bir şey olmaz, diyordur, yatıştırmayı amaçlayan soğukkanlı sesiyle. Daha sonra, ilaçlarımı alıp banyoya kapanıyorum; ( ) du­rumumu kimse görmesin diye kapıyı kilitliyorum, (T.568) di­yen kurmaca ruh ikizi Selim Işık gibi o da banyoya girer ve -Pakize’nin kaygılı bakışları arasında- kapıyı kilitler. İçeride kalınan süre, dışarıdaki bekleyişin içerdiği kuşkuyu doğrular uzunluğa eriştiğinde, banyonun kilitli kapısı Altay Gündüz ta­rafından kırılır. Ölmüştür.

Soğuk bir günde ölürsem de kimse gelmeyecek. Bir­ kaç kişi bulunacak cenazede, (T.571) diyordur Selim Işık Tutunamayanlar da. Gerçekten, Selim lşık’ın yazarının cena­zesi de çok soğuk bir günde kaldırılır. Ama Selim lşık’ın dediği gibi, birkaç kişinin olduğu bir cenaze töreni değildir bu. Sultan Ahmet Camii avlusu belki de en kalabalık günlerinden birini yaşadı. (. . .) Üniversiteden çok kalabalık gruplar geldi. Öğrenci­leri, arkadaşları. Onun hakkında tek satır yazmayan eleştirmen­ler, edebiyat çevreleri Orada, aslında ona çok değer verdiklerini anladım ama yaşarken neden o sanki bir yazar olarak hiç yok­muş gibi davrandılar, bunu anlayamadım, diye anlatır Barlas Özarıkça. Cenaze töreni çok soğuk bir gündeydi. Orada herke­si üzgün gördüm. Oğuz Atay’ın sahici dostları vardı besbelli. Çün­kü yazarların, sanatçıların cenazeleri hemen her zaman kokteyl partisine dönüşür bizde. Ama Sultanahmet Camisi’ndeki insanla­rın ağzını bıçak açmıyordu. Neyi yitirdiğimizin bilincindeydik, diyordur Selim İleri de.

Londra’dan dönüşünde, mutlu bir Avrupa gezisinden gelen biri gibi herkese ayrıntılı armağanlar getirmiştir. Özen Ünel’in, hastalık öncesi dönemde bir sohbet sırasında sözünü ettiği, Türkiye’de olmayan bir mo­bilya cilasını bile unutmamıştır. Arkadaşları onun ölüm karşı­sındaki ana tutumunu ‘dervişane’ diye adlandırıyorlardır. O dö­nemde yirmili yaşlarında olan Pakize Barışta ise, daha gerçek­çi bir yaklaşımla, ‘üzgündü’ sadece, ama sakindi, demektedir. Kuşkusuz her ölüm yolculuğu gibi hüzün dolu, buruk bir dönemdir bu; ama bir o kadar da dingin, mütevekkil ve filozofça­dır. Hayat oyunlarını gereğinden fazla ciddiye alan (OY. 104) oyun kişisi Coşkun Ermiş gibi o da ölümü de aynı ciddiyetle karşılıyordur (OY.104). Belki de Tutunamayanlar ın Tur­gut Özben’inin dediği gibi ölümü bilerek yaşamak (T.314) ge­rekiyordur: Yaşamanın anlamını bilmek için, ölümün anlamı ( ) karanlıkta kalmamalıdır. (T.314) Ölmeden ölmek zor­muş: öyle söylüyor şair. O kadar zor değil, (T.609) diyordur Tutunamayanlar ın Selim lşık’ı da. Belki de yalnızca ölümü beklemektir zor (T.609) olan.
Oğuz Atay 1976 yılı aralık ayının ikinci yarısında, daha son­ra bir beyin ameliyatı geçireceği Londra’ya gider. Londra’ya gi­derken uçakta, ‘sonuç ne çıkarsa çıksın, bana doğruyu söyle,’ demişti, diye anlatıyordur Pakize Barışta: Ben de başka türlüsü­nü düşünemezdim zaten. Royal Marsden Hospital’de henüz tıb­bi analizler yapılmadan önce gözünü muayene eden genç bir doktorun, durumun ciddi olduğunu, Christmas tatilinin bit­mesi beklenmeden ameliyatın yapılması gerektiğini söylemesi üzerine, hemen 22 Aralık günü hastaneye yatar Atay. Ameliyat 24 Aralıkta Wimbledon’daki Atkinson Morley’s Hospital’de ger­çekleşir. Beynin iki yanında oluşmuş olan tümörlerden yalnız­ca bir tanesini çıkarabilirler, diğerine ise dokunmaları müm­kün olmaz. Daha sonra büyüyerek Atay’ın ölümüne neden ola­cak olan tümördür bu. Ameliyatı yapan Dr. Allen Richardson en fazla bir yıl ömrü olduğunu söyler Pakize’ye.
1976 yılı kasım ayı sonlarında grip olur, ateşi yükselir; anti­biyotik kullanmasına karşın durumunda tam bir düzelme sağ­lanamaz; baş ağrısı geçmiyordur. Hassas bir bünyesi vardı; üşü­tür, nezle olur, hep bir sorunu olurdu. Hiçbir zaman yanağından kan damlayan, sağlıklı bir yapısı yoktu, diyordur, uzun yıllar birlikte olduğu arkadaşı Uğur Ünel. Ansiklopedide çalıştığı dönem yakın bir dostluk kurduğu Nezihe Araz da doğruluyordur bunu: Bazen başı ağrır, yüzü sararırdı. Hastalığı ortaya çıkma­dan kısa bir süre önce bir toplantıda kendini iyi hissetmemiş. Son­ra bir ölüm lafı başladı. Bir kitap yazıyordu. Şu kitabı bitirsem de sonra ölsem, deyip duruyordu. Bedenin verdiği sinyaller dozu­nu artırarak sürmektedir. Bir gece, çok sık görüştükleri Özcan ve Altay Gündüz’ün evinde ani bir rahatsızlık geçirir. Güçlü bir baş ağrısı ve alışılmadık türde bir bulantı kendisini de çevresini de endişelendirir. Bu olayı izleyen günlerde Atay, Hayat Hasta­nesi’ne yatarak iki üç gün süren bir çekaptan geçer. Sonuç se­vindiricidir: ‘Fiziksel düzlemde hiçbir sorunu yoktur. Acaba son zamanlarda kendisini üzen bir olay mı yaşamıştır? Belki de beden,
yoğun yaşanmış bir stresi bu biçimde dışa vurmuştur. ‘ Evet, pek de yanlış değildir söylenilen. Son zamanlarda profesörlük baş­vurusu kapsamında yapmayı tasarladığı çalışma ile ilgili olarak bağlantı kurduğu İngiliz üniversitesinden beklenen yanıt bir türlü gelmiyor, çalışmalarını İngiltere’de tamamlama planları aksayacağa benziyordur. Belki de bu bekleyişin yol açtığı stres­tir tüm bunların nedeni.
Ancak, baş ağrısını gidermek için yapılan bir iki iğne işe ya­ramış görünmüyordur. Üstelik yürürken ayakta bir sekme de başlamıştır. Bir sabah çift görüyor olduğunu söylemesi, yaşa­nan olaylara eşlik eden ürkütücü kuşkuların doruğa tırmanmasına neden olur. Olayın kendisine iletildiği aile dostu Dr. Cez­mi Kazancıgil için ise artık kuşkuya yer yoktur: ‘derhal İngilte­reye gitmeleri gerekmektedir’. Her şey iki hafta içinde olup bit­miştir. ‘İngiltereye nasıl gidilecektir? Acaba Oğuz’la Uğur araba­larını satsalar, elde edecekleri para bu işi nereye kadar götürebile­cektir?’ Nörolog Dr. Kemal Sungurbey’in, bundan sonraki ‘tet­kikler ve tedavinin Türkiye’de yapılmasının mümkün olmadığını belirten raporu, olayın parasal yönüyle ilgili sorunu çözer: te­davi masraflarını devlet üstlenir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Atay’ın 1976 yılına ait günlük notları mutluluk pırıltıları içer­mekten çok uzaktır; yaşamdan bezmiş, kendine güvenini yi­tirmeye başlamış birinin elinden çıkmış izlenimi verir: Gün­lük sıkıntı ve öfkelerle geçiyor hayat. Otomobilin tamiri, para he­sabı, neden yazdıklarımı anlamıyorlar, neden çevrede kimse yok v.s. Belki de anlaşılacak, önemsenecek bir şey yazmadım, yap­madım. Sadece yazı hayatı denilen çamura bulaştım, yeni öfke­ler edindim, o kadar.
Atay’ın tüm metinlerinde yer alan yalnızlık yaşantısı, burada okurun ilgisizliği demektir, doğrudan ‘okunmamak’la özdeştir. Demiryolu hikayecileri , Oğuz Atay’ın okur düzlemin­den aldığı tepkinin -ya da tepkisizliğin- imge düzlemine taşınmış yansımalarıyla doludur. Yazdıklarımızın ( ) değeri bi­linmiyordu, (KB.177) diyordur ‘hikaye satıcısı’; [u]zun hika­yeleri ( ) [Belki de Atay’ın uzun romanları] hiç satmıyordu[r} (KB.181); gerçi hikayelerin de [Atay’ın metinleri gibi] açık ve se­çik olduğu söylenemezdi (KB.181); oysa o pek alıcı bulmamak­la birlikte, [giderek] daha iyi hikayeler yazdığı[n]ı sanıyordu[r] ( ) onların gittikçe ifade edilmesi güç bir açıdan gittikçe daha bü­yük değer taşıdığını seziyordu[r} (KB. 181). Kimi kez kızıyordur kendisini anlamayan bu okurlara, onları anlayışsız ve cahil ya da rahat ve kendini beğenmiş bir müşteri kalabalığı (KB. 1 79) ola­rak görüyordur. Artık trenin de geçmediği bu istasyonda öykü­lerini satacağı tek bir müşteri-okuru kalmamıştır. Öylesine yal­nızdır ki, bildiği tek bir adres bile olsa, gene de ona yazmak, hep onun için yazmak, ona durmadan anlatmak (KB. 182) istiyordur ama öyle bir adres yoktur. Ölesiye yalnızdır, iletişim özlemi ise doruktadır ve kimse bu duygulan Atay’m ‘hikaye satıcısı’ kadar yalın ve içten anlatamazdır: Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba? (KB. 182)
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Atay’ın 1972 yılında Soyut dergisinde yayımlanan ikin­ci öyküsü Unutulan , yine onun ilk öykülerine egemen olan kafkaesk atmosferin içinde soluk alıyordur. Ama bu öykü­nün, Atay öyküleri içinde farklı bir konumu vardır: Unutu­lan , onun tüm yapıtları içinde, akıldışı ögeyi en uçta kullan­dığı metnidir.
Beyaz Mantolu Adam -öyküsünün yaşamdaki esin kaynağı­nın, Çiçek Pasajı’nda kemer satan bir adam olduğunu söylüyor­dur yakın çevresi. Saçı sakalı birbirine karışmış yarı meczup ga­rip bir adamdır bu. Çiçek Pasajı’na her gelişlerinde, meyhanele­rin kalabalık/gürültülü dünyasının ortasında, koluna astığı ke­merlerle hiçbir canlılık belirtisi göstermeksizin bir portmanto askılığı gibi orada öyle dikilip duran bu adam Atay’ın çok ilgisini çekiyordur. Beyaz Mantolu Adam öyküsünün ana kurgu planı olan: ‘arı kovanı gibi kaynayarak birlikte hareket eden bir dünya ve onun tümüyle dışındaki aykırı insan’ karşıtlığıyla olu­şan imgenin yaşamdaki fotoğrafında, Çiçek Pasajı ve bu kemer­cinin yer alıyor olması büyük bir olasılıktır.
Atay’ın, zamansız sona eren yaşamı yüzünden gerçekleştire­mediği projelerinin en kapsamlısı, gücünü kaybetmiş bu ‘soy­lu topluluğun’ kolektif bilinçaltı nı (G.240) ortaya çıkarmayı amaçladığı Türkiye’nin Ruhu başlıklı roman üçlemesidir. Beni ilgilendiren Türk insanının yabancı etkilerle en az bozulmuş birimlerini inceleyebilmek, (G.256) diyordur günlüğünde. [K]işilerin yok olmasıyla ya da toplulukların dağılmasıyla onların ru­hu kaybolmaz, bir bayrak yarışı gibi düşünceler ve duyarlılıklar kuşaktan kuşağa geçirilir, (G.240) diye düşünmektedir. Amacı, tarihsel-sosyolojik verilerin ışığında bir dedektif’ (G.216) gi­bi iz sürerek, Türk insanının ruhunu oluşturduğunu düşündü­ğü, kolektif bilinçaltından kopup gelen ve bayrak yarışında elden ele aktarılan o en gizil birime inmek ve bu birimin çevre­sinde adım adım romanını dokumaktır. İlk kez 25.3.1974 tari­hinde yeni roman dizisi diye günlüğünde söz ettiği ve üzerinde düşünmeye başladığı yeni kitap projesinin adını 15.8.1975 tarihli notunda koyar: Türkiye’nin Ruhu . Romanı bir üçleme olarak düşünmüştür, [ü}çlü bir roman olursa, insan-devlet-top­lum temalarına göre ayarlabilir, (G.104) diyordur.
Oyunlarla Yaşayanlar ı kaleme aldığı günlerde günlüğü­ ne şöyle yazıyordur Atay: [H]alka örnek olabilmek için aydının kendisiyle hesaplaşma vakti gelmiştir. (G. 142) Oyun metnin­ de de, halkına yabancılaşmış aydının kendisiyle hesaplaşma­sını, yaptıklarından pişmanlık duyup ‘doğru yola girişini’ kur­maca düzleme taşır Atay: [M]illetime hesap vermek istiyorum, kendimle hesaplaşmak istiyorum. Yazmaya çalıştığım yarım ya­malak oyunlarda değil, gerçekten hesaplaşmak istiyorum kendim­le, (OY. 5 1 ) diyordur Atay’ın oyun kişisi: Aşktan da üstün şeyler var artık benim için. Milletim için çalışacağım artık. ( ) Ona gerçek oyunlar yazacağım artık. (OY.70) [Eskiden] şu zaval­lı milletime yabancı gelen oyunlarla uğraşıyordum, (OY.55) de­mektedir; bundan böyle halka dönük, yerli oyunlarla uğraşa­caktır. Atay’ın oyun kişisi, gençlik yıllarının toplumsal hizmet görevlisi Oğuz Atay’ım anımsatan bir dille konuşmaktadır. Ye­şermekte olan bu yeni bilinci, yaşamındaki en büyük kazanım olarak gördüğünü söyletiyordur metninin ana kişisi Coşkun’a ölümünden önce: [B]azı şeylerin, mesela zavallı milletimin far­kına varmaya başlıyordum.
(OY. 103)
Tutunamayanlar , Atay’ın ilk metni olması nedeniyle, onun tüm yapıtlarına yayılmış olan motiflerin tümünü aynı yoğunlukta içerir. Tehlikeli Oyunlar ın yazımı sırasında Sevin Seydi’den ayrılmış olan Atay, bu metninde roman kişisi­ne karşı cinsle ilişkisini sorgulatır, onu yalnızlığın burgacında kendisiyle amansız bir hesaplaşmaya iter. Üçlemenin son aya­ğı olan Oyunlarla Yaşayanlar daki ana motiflerin belirlenme­sinde ise, o sırada çok yakın bir ilişkiye girdiği Halit Refiğ’le birlikte oluşturdukları entelektüel gündem rol oynamıştır: Ay­dın-toplum ilişkisi ve Doğu-Batı sorunsalı. Üçlemenin bu son metninde, bireysel sorunsallar, daha güçlü toplumsal renkler­le çevrelenmiş olarak verilir.
Mustafa İnan romanını bitirdiği günlerde, Oğuz Atay yeni bir kitap projesinin ortasında bulur kendini. Son beş yıl içinde art arda üç roman yazmış, birkaç öyküsü de edebiyat dergilerinde yayımlanmıştır. O güne değin verdiği ürünlerin hepsi düzya­zı-anlatı alanındadır, epik metinlerdir. 9.12.1974 tarihinde, İs­tanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi’ndeki göre­vinin gereği olarak rotasyonla ders vermek üzere gittiği Konya’da şöyle yazıyordur günlüğüne: Biyografik romanı yeniden yazdım, kafamda duran üç hikayeyi bitirdim. Şimdi bir oyun yaz­mak durumundayım. (G.106) Günlüğünde sanki bir zorunlu­luktan söz eder gibi bir ifade kullanarak değindiği bu oyun, bir önceki romanı gibi sipariş bir metin değildir. Bir tiyatro oyun­cusu arkadaşının, eğer bir oyun yazarsa seve seve oynayaca­ğı yolunda kendisine verdiği sözden kaynaklanan güçlü moti­vasyon, Atay’ı bir oyun yazmaya yönlendirmiş; bu metin, yaşa­mının o dönemindeki ana amacı durumuna gelmiştir. O gün­lerde tiyatroda bir Türk yazannın oyununu izlemişti. Tiyatrodan çıktıktan sonra ‘bu oyun kötü bir oyun,’ demişti. Rahmetli Alpay İzer de vardı, birlikte içiyorduk. Ben de yaz daha iyisini, ben oynayacağım, sana söz veriyorum,’ demiştim, ” diye anlatıyordur Ali Poyrazoğlu.
Tehlikeli Oyunlar ın 15. bölümü En Büyük Hazinemiz Aklı­mızdır başlığını taşır. Büyük oyun -ya da yaşam oyunu- biz­lere bugüne kadar hiç yararı dokunmamış olan aklın -daha doğ­rusu, akıl olduğunu sandığımız akıl taklidinin- zincirlerinden kurtu[lu]narak (TO.351) oynanacaktır. Kartezyen akıl katego­risi ya da matematiksel akıl, bu bölümde eski akıl (TO.417) olarak adlandırılır; kurtulunması gereken bir insan özelliği­dir. Hikmet’in gerçekleştirmeye çalıştığı soyut içsel devrimin en değerli amaçlarından biridir bu. Eski aklı yıkıp yeni ak­lı egemen kılmak, Hikmet ve Albay’ın en önem verdikleri düş­leridir (TO.416). Devrim sonunda kurulacak bu yeni Akıl Cumhuriyeti nin (T0.417) bir milli marşı bile vardır metinde: Kurtulduk, başka akıllar bize yük/Aklımızdır hazinemiz en bü­yük, (T0.417) diyordur marş. Egemen akıl kategorisini de­virmek için Hikmet’e devrim yaptırmaya çalışan Atay, Ey ruh proletaryası (T0.352) diye başlayan devrim atmosferine uy­gun bir de konuşma ekler metnine: Bu uğurda gerekiyorsa bü­tün gerçekleri çiğneyiniz! Bir oyunda bile gerçekleri dile getirmek gerektiği yalanına inanmayınız. Sizleri uyarıyorum? Gerçekler sizden yana değildir! ( ) Onlarla, onların hükmünde olan akıl alanında boy ölçüşmeyiniz. Biraz da kendi sahanızda oynayın ca­nım. Başka alan olmadığını söyleyenlere inanmayınız. Sizleri, so­nunda aklınızı kaybetmek tehlikesiyle korkutanlara aldırmayınız. Geleceğin yaratıcısı bizleriz! (T0.352)

Tehlikeli Oyunlar romanı; ‘düşmek’ ve ‘düşünmek’ sözcük­leriyle yapılmış bir sözcük oyunu çerçevesinde, yukarıdaki konu ile sıkı sıkıya bağlantılı çok sayıda yoruma açık bir son­la noktalanır. Düşüş, roman kişisi Hikmet’in -belirsiz- ölümü­nün anlatıldığı bölümün başlığıdır. Bu bölümde Hikmet’in – balkondan- düşmeden önce söylediği son söz düşünüyorum (T0.462), ölümcül bir olaya eşlik eden felaket haykırışı gi­bi yankılanır metinde. Salt akılcılığın edimi olan düşünmenin, hep uzak durmak istediği katıksız bilinçliliğin içine düşmek­ tedir roman kişisi belki de. Bir sanatçı için ise; sezgi boyutu­nun, duygusal aklın -EQ’nun-, giderek ilhamın dışında, yal­nızca katıksız bilincin egemen olduğu bir boyutta varolmak olanaksızdır; ölmekle eşdeğerlidir. Bu aynı zamanda oyun­ların da sonu anlamına gelmektedir. Çünkü homo ludens ya­ni oynayan insan, duygusal akılla davranan insandır. Oyunların sona ermesi ise, yalnızca Hikmet’in değil, adı Tehlikeli Oyunlar olan romanın da sonudur.

27 Nisan 1970’de, henüz Tutunamayanlar ın son düzeltile­ri ve yeniden daktilolanma işlemleri sürerken, günlüğüne bir sonraki romanıyla ilgili ilk düşünce tohumlarını ekmeye başla­mıştır Atay: ikinci kitabımda, herkesin saldırdığı ve saldırmakta haklı olduğu bir adamla (. . .) herkesin hor gördüğü bir kadının macerasını yazacağım. (G. 10) Gerçi roman bu düşüncenin iz­lerini taşıyan bir bölüm içeriyordur ama daha sonra Tehlikeli Oyunlar adını alacak olan ikinci romanının ana motifi bu ol­mayacaktır. 1970 yılının nisan ve kasım ayları arasında tuttuğu günlük notlarında, romanının motif ve kurgu örgüsünü oluş­turmaya çalışırken birkaç kez vurguladığı bir noktayı ise hiç­ bir zaman aklından çıkarmayacaktır Atay: Tutunamayanlar gibi sayfa bir diye başlamak olmaz.Çok dağılıyorum. (G.16) Bu sefer, formu daha esaslı düşünmeli ve yoğun, sıkışık bir şey olma­lı bu hikaye. Çok uzun olmayabilir. Özellikle dağınık olmamalı. Onun için ne yapacağımı iyi bilmeliyim başından. (G.12) Gün­lüğüne bu satırları yazdığı sırada Tutunamayanlar da dizgin­siz gelişerek kurgunun sarkmasına neden olan kimi bölümleri ayıklama uğraşı içinde bulunan Oğuz Atay, bir sonraki roma­nında aynı yanlışı yinelemek istemiyordur.

Yitirdiği en iyi dinleyicisi Sevin Seydi’nin ardından, ilk sayfaya yazdığı ‘ kimseye söylemeden, içimde kaldı, kaybol­du’ dediğim düşüncelerin, duyguların aynası olsun, sözle­riyle tutmaya başladığı günlük sayfaları, daha üçüncü gü­nünden, onun yeni romanının oluşum tutanağına dönüşme­ye başlar. Gerçi Sevin Seydi’ye de toplumla, sistemle ve günlüğün ilk paragrafında ironik bir biçimde yöneldiği Canım insanlar la (G.6) ilgili, yakınmayla harmanlanmış düşüncele­rini aktarıyordur ama onunla tartıştığı konuların başında yi­ne de kurgu sorunları gelmektedir. Yeni romanla ilgili düşün­celerini ilk kez 27 Nisan l970’de günlüğüne yazmaya başlar.

Tutunamayanlar ın rötuş çalışmaları nedeniyle günlüğüne üç ay ara verdikten sonra kaleme aldığı ilk satırlar, onun bu süre içinde yeni romanı düşünmeyi hep sürdürdüğünü gös­teriyor. Yapmak istediklerini daha ayrıntılı anlatıyordur ar­tık. Adamın adı: Hikmet, kadının adı: Sevgi (sonradan değişe­bilir, şimdilik kolaylık sağlasın da.) Aynı günlük sayfasında, düşüncelerinin büyüsüne kapılıp romanın ilk satırlarını ora­cıkta kaleme almaya başladığını, birkaç sayfa yazdığını, sonra da endişeyle kalemi elinden bıraktığını görüyoruz: Bilmiyo­rum, gene bu şekilde mi yazmalıyım, yoksa bir ‘uzun plan’, se­naryo mu yapmalıyım önce, (G.22) diye soruyordur kendine. Bu roman farklı olmalıdır.
Aynı yılın kasım ayının başında, Tutunamayanlar ile ilgi­li redaksiyon çalışmaları sona ermiştir: Eski kitap bitti ve ya­rışmaya gönderildi. ( ) Ben de belli belirsiz yeni kitabı düşünü­yorum. (. . .) Biraz gerginim, pek iyi düşünemiyorum, düşünmeye çalışıyorum. ( ) Biraz okumalıyım gibi geliyor bana. (G.24) Tutunamayanlar ın yükü gerçi omuzlarından kalkmıştır ama şimdi de TRT yarışmasının sonucuna kilitlenmiştir tüm benliğiyle. Ayrıca, bu yeni romanın bir önceki roman gibi başı­nı alıp gitmesini engellemek için yazım aşamalarını ön çalış­malarla disipline etme düşüncesi ve amaçladığı ön okumalar, romana başlamasını geciktirmektedir: Bu deftere her ‘Chap­ter’ için bir cümle veya bir iki cümle şeklinde bir synopsis yaza bilsem iyi olacak, (G.34) diyordur. Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar romanına başlaması 1971 yılının ilk aylarını bulur. Bu arada Tutunamayanlar ın TRT ödülünü alan romanlar arasına girmiş olması, henüz çiçeği burnunda bir yazar olan Atay’a kuşkusuz moral ve güç verir. 16.3.1971 tarihinde ken­disiyle yapılan söyleşide, yeni bir romana başladığını ve 30-40 sayfa kadar yazdığını söylüyordur: Sanıyorum bu romanın kahramanı da tutunamıyor. Bu konudaki yakınmalannı pek cid­diye almıyorum. Selim kadar haklı değil galiba. Hikmet de (ye­ni romanın kahramanı) bunun farkında olacak ki tatsız sıkıntılarını dindirmek için oyunlara başvuruyor. Kitabın adı ‘Tehlike­li Oyunlar’ olacak.

Oğuz Atay Tutunamayanlar ı 1970 yılı başında bitirir. Onun, kendisini tümüyle adadığı bu yazarlık serüveninden ai­lesinin de yakın çevresinin de haberi olmaz: büyük bir gizlilik içinde yazar romanını. Bir tek, Beyoğlu/Yeniçarşı Caddesi çevresini mekan tutmuş olan klanın sınırları içinde söz ediyor­dur yazma uğraşından. Oğuz Atay’ın, yazmakta olduğu roma­nın kurgusal çatısının adım adım oluşumunu ve motifsel düzlemde atılan her ilmeği, aynı evde birlikte yaşadığı Sevin Seydi ile anında paylaştığından, girdiği kurgu darboğazlarından onun moral desteği altında çıktığından hiç kuşku yoktur.

Romanı ilk olarak, Cevat Çapan ve Vüs’at Bener okur. Vüs’at Bener, onun roman yazdığından haberi olmamasına karşın hiç şaşırmadığını söyler: Onun zekasını biliyordum, içinde taşıdı­ğı yaratıcı gücü seziyordum. Müteahhitlikle falan olacak iş de­ğildi bu. Bir gün Kızılay’da, Kızılırmak Sokağı civanndaki evi­me, elinde metinle geldi. Benim ilk tepkim, ‘bu nasıl bir şey böy­le,’ demek oldu. Metin çok kalındı çünkü. ‘Bir roman,’ dedi, bu kitaba ben bütün birikimimi koydum, bundan bir kelime bile çı­karmam. Böyle anlatır Vüs’at Bener, Oğuz Atay’ın 1970 yılın­da Tutunamayanlar ı kendisine getirişini.

Oğuz Atay’ın romanı bir kez elden geçirdiğini arkadaşı Uğur Ünel de doğrular: ‘Tutunamayanlar’ vahşi bir tarla gibiydi; el­den geçirildi, ayıklandı, kısaltıldı. Romanı her okuyan, bu alı­şılmadık metin karşısında önce şaşkınlığa düşüyor, sonra da başını alıp gittiğini düşündüğü kimi bölümlerin dizginlenme­si yolunda çeşitli öneriler getiriyordur. Atay, yakın çevresinin önerilerini göz önüne alarak metni kısaltır, kimi yerleri yeni baştan yazar. 6.8.1970 tarihli günlük notunda, Bu arada kita­bı bitirdim, yani üç yüz sayfa yazdım; onun telaşı vardı, (G. 14) diye sözünü eder bu çalışmasından.

Tutunamamak etik bir kategori değildir. Tutunamayan olmak iyi midir, kötü müdür diye bir soru sorulamaz. Çünkü tutunamayanlar başka türlü olamadıkları için öyle olmuşlardır. ( ) [B]ir tek bu açıdan birbirle­rine benzerler.
Oğuz Atay, Tutunamayanlar ın içinden, ro­manın hem güldürücü hem trajik özelliklerine, karşıt yapıda iki yazarın adını birlikte anarak göndermede bulunur: Dos­toyevski ve Mark Twain oturuyorlar: hem acıklı hem gülünç bir roman yazıyorlar. ( ) Ender rastlanan bir edebiyat olayı. (T.358) Roman kişisi de kendi kişilik özelliğini, yazarının ve içinde yer aldığı metnin ana eğilimiyle koşutlamak istiyor gi­bidir: Ben en acıklı anda bile güldürücü sözler bulabilen bir insanım. (T.45)
Tutunamayanlar romanının bir başka önemli özelliği de onun anlatımındaki ana renklerden biri olan ironidir. Motifsel düzlemde içinde son derece ciddi bir varoluş sorunsalının yer almasına, konusal düzlemde ise bir intihar öyküsünün odakta olmasına karşın bu roman, ironinin ve gülmecenin, dokunun önemli bir parçası olduğu bir metindir. Edebiyat bilimci Gür­sel Aytaç’a göre, romanın anlatım tutumu çoğunlukla eleşti­rici, hicivci ve alaycıdır .Romanda yer alan kültürel, tarih­sel ya da otobiyografik kökenli tüm ögeler, yazarın kişilik ya­pısının da bir parçası olan ironinin merceğinden geçer, alayın prizmasında biçim değiştirir. Atay’ın ironisi, kimi yerde can acıtıcı dikenleri olsa da, kimi yerde groteskleşse de çoğunluk­la yumuşak tonlar içeren bir ironidir. Oğuz Atay’ın alayı kız­gınlık ya da öfkeden beslenmiş bir alay değil. Ondaki alay, nesnesinden bir türlü kopamayan, onun doğrudaki payını bir türlü unutamayan, haksızlığı ve aczi bir türlü kendi dışına atamayan, karşısındakini haksız kendini haklı göremeyen, çoğu kez onun­la özdeşleşen, onu içselleştirmeye çalışan bir alay, diyordur eleştirmen Nurdan Gürbilek. Atay’ın hiçbir zaman yıkıcı/sar­ kastik özellikler taşımayan mizah tonu göz önüne alındığın­ da Gürbilek haklıdır. Ancak Oğuz Atay, ondaki mizah boyutunun -ki çoğu ironiyle bütünleşir- öfkeden beslendiği konu­sunda ısrarlıdır: Bence buradaki mizah, alışılmış bilinmiş mi­zah değil, roman kahramanlarının taşıdıklan öfkenin mizaha dönüşmüş şeklidir.
Tutunamayanlar romanını fazla ses çıkarmadan uzaktan izle­mesinin ana nedenlerinden biri de kuşkusuz Atay’ın bu tabu ta­nımaz ironik anlatım tutumudur.
Metinlerarası düzlem Tutunamayanlar ın çok işlek, çok verimli bir katmanıdır, yazarının yaşamı boyunca metinlerin dünyasına yaptığı sayısız yolculuktan yoğun izler taşır; dört bir yana yayılmış yazar ve kitap isimleriyle romanın içinde kendi doğasını oluşturur. Dostoyevski’nin başı çektiği ve Gorki, Wil­de, Kafka, Nietzsche, Spengler diye uzayıp giden bir liste dolusu yazar ismi metin dokusunun içinde dal budak sarar. İçin­ de insanların yaşayarak değil, okuyarak büyüdüğü bir roman­dır Tutunamayanlar .
Tutunamayanlar ın bu metinlerarası dünyasında, isimle­ri mitleşmiş üç roman kişisi renkli bir konuma sahiptir: Don Kişot, Hamlet ve Oblomov. Bu üç aydın arke tipini Atay, kur­maca kişilerinin kimi karakter özelliklerini vurgulamak ama­cıyla kullanır metninde. Hamlet, onun ikinci romanı ve tiyat­ro oyununda da yer alır. Shakespeare’in bu en ünlü kahrama­nı, okuyan, düşünen, içinde yaşadığı düzenle uyuşamayan bi­ridir, modern edebiyatın ilk bilinçli aydını, ilk birey-insanıdır.
Ben herhalde Hamlet’e yakınım, (T.255) diyordur roman ki­şisi Turgut. Gerçekten de yer yer patetik kişiliği, düzendeki çarpık ilişkilere karşı -tıpkı onun gibi geç de olsa- tavır alışıy­la Turgut’u Hamlet anıştırması içinde kurgulamıştır Atay: Ro­manın -Atay’ın kendi deyişiyle- Climax ı olan genelev sah­nesinde Ben, Turgut Özben, Danimarka kralının oğlu, (T.236) diyordur roman kişisi.
Cervantes’in zararsız deli, toplum dışı pikarosu Don Kişot da çıkar gözetmez, dürüst ve yürekli kimliğiyle bir ‘tutunama­yan’ aydın arketipidir; 16. yüzyılın, emperyalizme açılmaya başlayan ve hızlı bir toplumsal değişme süreci içine giren İspanya’sında öz değerlerini koruma savaşı veren, topluma ya­bancılaşmış birey-insandır Don Kişot. Atay, romanında Tur­gut’u da Selim’i de Don Kişot imgesiyle çevrelemekten hoşla­nır. Don Kişot aynı zamanda Tutunamayanlar daki serüvenci ruhun da bir simgesidir. Düzeni terk edip iç dünya yolculuğu­na çıkmakta olan Turgut, Don Kişot’u da almalıyız, çok iyi ni­ yetli bir ihtiyardır. Aklın macerası önemli Olric, (T.532) diyor­dur. Çıktığı iç dünya yolculuğunda -tıpkı o sırada Tutunamayanlar romanını yazmakta olan yazarı Oğuz Atay gibi- düzen değiştirip yazmaya başlamayı düşleyen Turgut’un, dünya edebiyatının bu ilk modem roman örneğini yanına alması simge­ sel bir anlam taşır.
Gonçarov’un Oblomov’u da Atay’ın, Selim’in çevresinde yaratmaya çalıştığı imge ağının metinlerarası düzlemde yer alan düğümlerinden biridir. Gonçarov’un, [y]üksek düşünce erin zevkine varmıştı; insanlığın dertlerine ortak olmuştu. Za­man zaman yüreği derinden derine sızlayarak insanlığın çektik­lerini düşünür, üzülürdü. (. . .) Başka bir gün insanların ahlak­ sızlıklarına, sahteliklerine, iftiralarına, dünyayı saran kötülüğe karşı bir isyan duyar, insanlara çürük yanlarını göstermek di­leğiyle yanardı, diye anlattığı Oblomov’un incelikli ruhun­dan birçok özelliğin, Selim’i oluştururken Atay’a ufuk açtığı su götürmez.
Tutunamayanlar nasıl yer yer Oğuz Atay­ Sevin Seydi aşkının ışıltılı yansımalarıyla doluysa, Tehlike­li Oyunlar a da ayrılıklarının hüznü sinmiştir: Bilge gitti al­bayım. Biliyorum, bir daha geri dönmez. Her şey benim yüzüm­den albayım. ( )
Oğuz Atay’ın -Bir Bilim Adamının Romanı dışında yer alan­ tüm metinleri, üzerindeki yoğun Dostoyevski etkisinden izler taşır. Özellikle 20. yüzyılın ilk yarısındaki edebiyatın odağına oturan varoluş sorunsalını, Dostoyevski motifleri ve kaynağı­nı sinik bir mazoşizmden alan yine Dostoyevski türü bir coşku eşliğinde kurmaca düzleme taşır Atay. Türk edebiyatındaki en yoğun Dostoyevski etkisidir bu. Onun kurmaca kişilerinin ne­redeyse tümü, Mişkin’in içtenlikli/saf dürüstlüğünden, Raskol­nikofun coşkulu başkaldırısından ve çıldırmak üzere olan ye­raltı insanının kendisiyle hesaplaşmalarından esintiler taşır. En fazla otobiyografik özellikle donattığı roman kişisi Selim lşık’a, Dostoyevski’nin roman başlıklarından türettiği niteliklerle ses­lenir Atay; ona yeraltında yaşayanların ve ecinni tayfasının kap­tanı sensin, (T.432) der.
Oğuz Atay’ın Dostoyevski ile olan yakınlığı, yıl­lar içinde, bir romancı ile okuru arasındaki ilişkinin sınırları­nın ötesine taşar, gerçek anlamda bir ruh dostluğuna dönüşür. Dostoyevski ve onun iç dünyalarındaki çelişkiler ortamında diplerde bunalımlar yaşayan, kendilerini acımasızca sorgula­yan kahramanları; genç Oğuz Atay’ın ruhsal çalkantıları, er­gen Oğuz Atay’ın varoluşsal iç hesaplaşmaları ve yazar Oğuz Atay’ın kurmaca dünyadaki arayışları sırasında en güçlü tuta­mak olurlar.
Oğuz Atay’ın, kendisini bu Rus yazarına böylesine yakın hissetmesinin bir nedeni de, ikisinin yaşam yollarının ve kimi kişilik özelliklerinin benzer çizgiler ve renkler taşımasıdır. Her şeyden önce ikisi de, yaşamı salt sanatçı konumundan izleyerek ve dünyadaki duruşlarının doğal sonucu olarak yazar olmuş değillerdir; teknik dalda eğitilmişler, dünyayı matema­tik ve fizik bilimlerinin süzgecinden geçirerek farklı bir disiplinin verileriyle tanımayı öğrenmişler, yaşama mühendis ola­rak başlamışlardır. Bu durum, iki yazarda da varolan çeliş­kili/kutuplu/parçalı kişilik yapısının temel taşlarından biri­ni oluşturur.
‘Yarım bırakılmışlık’ Atay’ın bu ikinci roma­nının en önemli motiflerinden birini oluşturur. Hikmet fakül­teyi bitirmemiştir, üç dersten takıntılıdır; yazdığı oyunları da yarım bırakıyordur; ölümü bile yarım kalmıştır, ölüp ölmediği belli değildir; onun yaşamında rüyalar da yarım bırakılmışlık­tan payını almaktadır: {b]elki de hiçbir şeyin sonuna katlana­madığım gibi bu rüyanın da sonuna katlanamadım ve seyretme­dim sonunu, (T0.264) diyordur Hikmet. Yarım kalmışlık gi­derek, ‘yarım’ bir futbol karşılaşmasının betimlendiği bölüm­ de ete kemiğe bürünür; soyut kavram somut dünyada cisim kazanır: Yarım kalmış hayaller gibi, yarım kalmış insanlar, te­kerlekli kutularının içinde sahaya çıkıyorlardı. Bellerinden aşa­ğısı olmayan bu işkence insanları, tahta sandıklarının küçük de­mir tekerleklerini elleriyle çevirerek yeşil çimenlerin üstünde ge­ziniyorlardı. (. . .) Tekerlekli iskemleler üstünde onlar gibi yarım idareciler, yardımcılar, gazeteciler ve fotoğrafçılar da sahayı dol­durmuştu. Yarım futbolcular yarım kalelerin önünde çalışıyordu. ( ) Bir gol yarım gol sayılıyordu. Sonuçlar hep kesirli çıkıyordu. (T0.159)
Yarım kalmışlık Atay’ın tüm metinlerinin dokusuna sin­miştir. Jale Parla Tutunamayanlar kasten yarım bırakılmış bir metindir, dedikten sonra, romanın kendisinin içindeki eksik kalmış metinleri de satırlar boyunca art arda sıralar. Gerçekten de Tutunamayanlar yarım bırakılmış metinler cümbüşüdür. Turgut da içinde bulunduğu metnin genel eğiliminin bir par­çasıdır. İç dünya yolculuğuna çıkmadan önce, {h]ayatımda ilk defa, bir işi sonuna kadar götürmeliyim, (T.523) diyordur, yaşa­mı boyunca her işi yarım bırakmıştır. Turgut’un yarım bıraktığı yaşantı çeşitleri yazarınınkilerle koşutluk içerir: Meyhane arkadaşlarını da meyhanelerde bıraktım, ülkü arkadaşlarını da ülküle­riyle başbaşa. Bir yerde durmasını bilemedim. (T.611)
Atay’ın ruh dostu Dostoyevski’nin yeraltı adamı ise yarım kalmışlık olgusuna Schopenhauer tonlaması içeren bir açıkla­ma getirir: Evet, insan ömrünü iki kere ikinin peşinde geçirir, bu uğurda denizler aşar, yaşamını harcar, ama aradığını eline geçir­mekten inanın ki korkar. Çünkü onu bulur bulmaz, artık araya­cak başka bir şeyinin kalmayacağını bilir. Bu da ölüm benzeri bir sondur. Atay ise bir işi bitirmenin ölümle eş değerli olduğu düşüncesini Korkuyu Beklerken öyküsünün sayfalarında da sürdürüyordur: Belki de ölmemek için, hiçbir işin sonuna kadar gidemiyordun. Böyle küçük çalışmalarının üst üste eklenmesiyle do­luyordu zaman. (KB.59) Metinleri içinde ayrıksı bir konumu olan Bir Bilim Adamının Romanı nda, kişiliğinin yarım bırak­ma edimiyle pek bağdaşmadığını düşündüğümüz Prof. Mustafa İnan’ın makaleleştirilmemiş kimi notları için bile, yarım kal­mışlığın güzelliğini taşıyor, (BR. 162) demekten hoşlanır Atay.
Yarım bırakmak, varoluşsal bir içeriğe de sahiptir. Heiddeg­ger’in varoluş felsefesinde insanın varoluşu, kişinin yaşamın­daki olasılıkların gerçekleşmesiyle oluşur. Olasılıkların bit­mesi ise ölüm demektir. İnsan, içerdiği olasılıklardan yalnız­ca birinin yaşama geçirilmesiyle kimliğine kavuşmaz. Varo­luş, kişinin bünyesinde gizli durumda barınan olasılıklar ço­ğulluğunun yaşama dönüşmesiyle pekişir. Bu açıdan ele alın­dığında; kimlik parçacıklarıyla oyunlar kurgulayan Hikmet, her şeyi yarım bırakıp içindeki bir olasılıktan diğerine atlayan Tutunamayanlar ın roman kişileri bir yandan ölümden kaça­rak yaşama tutunmaya çalışırlarken, öte yandan içlerindeki çoğul çelişkiler dünyasıyla yüzleşip kendilerini tanıma yoluna gi­rerler.
“Oğuz Atay hiçbir zaman Oblomov türü bir tutunamamayı savunmadı, diyordur Barlas Özarıkça; yeter­i çabayı göstermedikleri için kaybeden insanların değil, kazanmayı hak ettikleri halde çarpık düzenin kurbanı olmuş insanla­rın tutunamamasıydı onun anlatmak istediği .
Atay’ın, soyut dünyanın insanı olan, maddeye/yaşama yaban­cı kurmaca kişileri her şeyi beyinlerinde yaşarlar. Bir öykü ki­şisi, bir ağacı, kuşu filan seyrederken değil, düşünürken sevmiştim, (KB.62) diyordur. Hikmet, anlamdan da arınmış salt bir soyutlaşma içindedir: Yalnız sesleri dinliyorum, anlamlarla il­gili değilim. (T0.387) Somut acıları da beyninin içinde yaşa­maktadır, düşüncelerimin acısına bazen ( ) dayanamıyorum, (T0.340) diyordur. Dış dünyanın/doğanın betimlenmediği, ağaçların/kuşların/sokakların/koşuşan çocukların olmadığı so­yut bir coğrafyada tüm yaşam beyinde/düşüncede yaşanmakta­dır: Ne acıklı bir maceraydı bu. Belki de değildi; belki de, bunun acıklı bir macera olduğunu da bir yerden öğrenmiştim, bir yerde okumuştum. (KB.58)
Ölümünden iki ay on gün önce günlüğüne yazdığı şu not, onun ölüm kar­şısında bile yaşama tutunmaya çalıştığının, en büyük tutamağı olan yazma edimine sarıldığını anlatıyor: Geleceğini kaybet­mek, yaşanan zamanı da boşlaştırıyor. Ne yapalım, henüz biraz daha ayakta duracak gücüm var; deneyelim, sonuç almaya çalı­şalım. (G.280)
Oğuz Atay’ın gerçek yaşamında ol­duğu gibi, kahramanının yaşamını evrelere ayıran basamaklı bir şema kullanır.
Karşıt yaşam evreleri arasında ise dorukta bunalımlar ya­şar Oğuz Atay. Ancak ikinci evre diye adlandırdığımız evlilik döneminin sonuna doğru yaşadığı bunalım, en yüksek dozda olanıdır. Yakın çevresi evliliğinin son yıllarında onda bir kişilik değişimi olduğundan söz eder. Genellikle suskundur. Yal­nızca belirli insanlarla konuşuyor ve yaşamının daha önce­ ki yıllarında, iç dünyasının yalıtılmış uzanımda kimseye duyurmadığı yakınmalarının dizginlerini artık boşaltıyor ve on­ları dış dünyaya akıtıyordur. 1967 sonrasının Oğuz Atay’ı, ne yaşamının ilk evresinde olduğu gibi ülkücü coşkularla dolu­dur ne de evlilik dönemindeki gibi büyük ve uzun bir suskun­luğun içine gömülmüştür. Yeni Oğuz Atay, yaşama karamsar yaklaşan ve içinde bulunduğu koşullardan sürekli yakınan bi­ridir artık.
Yaşamının yazma edimiyle bütünleşen üçüncü ve son ev­resi, kendini yoğun bir karamsarlık olarak dışa vuran bir bu­nalım yaşantısının burgacında geçer. [B]in dokuz yüz alt­mış beşten sonra kafamın düzgün gitmediğini, bin dokuz yüz • altmış sekizden sonra da iyice çileden çıktığımı, on yedi ocakta karımdan ayrılarak sayın hastanenize düştüğümü belirterek, benden korkmanızı yazdım, (T0.344-345) diye anlatıyordur Oğuz Atay’ın romanında çoğullaştırdığı Hikmetler’den çıldır­mış olanı.
Çetin geçen bir iş görüşmesinden sonra roman kişisi Selim Işık’a şöyle dedirtir Oğuz Atay: Hayata atılmak gibi bir çılgın­lığı nasıl yaptım? insanların dünyasına atılmayı nasıl göze al­dım? Ben insan değildim ki. Yaşamadığım bir hayatın içine na­sıl atıldım? (T.557) Tutunamayanlar sonrası yakın çevresin­den Barlas Özarıkça, Oğuz Atay için şöyle diyordur: Yaşama acemisiydi o. Böyle bir insanın bu iklimde yaşaması zor: Yalan söyleyemez, yırtık değil, yağ çekemez Selim Işık ise kurma­ca düzlemden açıklık getiriyordur konuya: Her zaman oldu­ğu gibi dışında kalıyorum düzenin. Bu benim kaderim. (T.615) Sonra, yine başka bir sayfada yakınmasını sürdürüyordur Selim Işık: Ne yapabilirim? Kitap okumakla, manavın beni aldat­masına engel olamıyorum bir türlü. Manava inanmadığım hal­de beni aldatıyor namussuz. Ya inandığım dostlarımın beni aldatmasını önlemek: büsbütün imkansız bu. (T.334) Oğuz Atay ya­şamının bundan sonraki on yılında, somut yaşam cangılının kanlı canlı dünyasının daha yan bölgelerinde barınmaya çalışacak, öğretim üyesi olarak hayatını kazanacak, çoğunlukla da yazının evreninde kendisine soluklanabileceği bir dünya oluşturacaktır.
Tehlikeli Oyunlar ın hoşgörülü bir disiplin içinde roman ki­şisi Hikmet’e güven veren albayı Hüsamettin Tambay’ın kur­maca aurasında da, kaynağını Vüs’at Bener’den aldığını düşündüğümüz olumlu bir elektrik dolaşır. Hüsamettin Tambay’ın da Vüs’at Bener gibi asker kökenli olması, Tambay soyadının taşıdığı ‘gerçek kişi/gerçek insan’ içerikli çağrışım yükü ve için­de bulundukları kesintisiz edebiyat tartışması ortamı, bu ko­şutluğu destekleyen özellikler arasındadır.
Dostoyevski, kendisiyle ilk tanıştığı lise yıllarından başla­mak üzere, yaşamının her döneminde Oğuz Atay’ın en sadık kaldığı yazardır. O günlerde edebiyat çevrelerinde, ‘Dosto­yevski mi yoksa Tolstoy mu daha güçlü yazar?’ tartışması gündemdedir. Yaşar Kemal Tolstoy’u, Kemal Tahir ise Dosto­yevski’yi savunmaktadır. Arkadaşı Cevat Çapan Oğuz Atay’ın bu tartışmalarda ateşli bir Dostoyevski savunucusu olduğu­nu anımsıyordur.
Oğuz Atay, Tutunamayanlar romanında Selim’in soluk so­luğa içini döktüğü, noktalama imi kullanılmadan kaleme alın­mış 76 sayfalık metin kesitinin bir bölümünde, oğul Oğuz ve baba Cemil Bey ilişkisini olanca çıplaklığıyla sergiler: kornolar birinci temayı verirken viyolonsellerde babasının karakterine uygun bas sesler duyulur ince bir flüt kahramanımızın şikayet­lerini fagotlar refaketinde gittikçe hızlanan bir tempo içinde duyurur (. . .) baba ben artık bu evde yaşamak istemiyorum yıllar­dır ruhumuzu öldürdün bu evde hayatında bir roman okumadın bir sinemaya gidip heyecanlanmadın beni ve annemi bu çirkin eş­ yanın içine hapsettin yemekten ve uyumaktan başka bir şey dü­şünmedin bende bütün duygular senin bu inatçı duygusuzluğuna karşı gelişti kuru mantığınla içimizi kuruttun sana benzeyen taraflarımdan ellerimden ayaklarımdan utanıyorum ihtiyarlayınca sana benzemekten korkuyorum kötülük edemeyecek kadar kısır kafanda yalnız bizim için yaptıklannın defterini tuttun bana al­dığın ilk elbiseden verdiğin son harçlığa kadar hastalığımda uy­kusuz kaldığın gecelerin hesabına kadar kaydettin bu ağır havalı evin içini güzel bir müzik sesiyle bir kitapla süslememe izin ver­medin ( ) yaptığım resimler için ağzından çaktığın çivilere dik­kat et duvarları berbat ediyorsun sözünden başka bir söz çık­tı mı (.. .) radyoyu kapatın başım ağrıyor roman okuyup gözleri­ nizi yormayın boşuna elektrik yanıyor okuduklarınızın hepsi ya­lan. (T.457-458)
Şiir sevmeyen, roman okumayı zaman kaybı olarak gö­ren, müzik başını ağrıtan, resmi yok sayan bir baba imgesi çizer Oğuz Atay Tutunamayanlar ve Babama Mektup ta. Oy­sa edebiyat da müzik de resim de genç Oğuz’un gelişme süre­ci içinde tinsel dünyasının ana belirleyicileri olurlar her zaman. Baba figürü, Oğuz Atay’ın kişiliğinin oluşmasında çok önem­li bir rol oynar. Yaşamı boyunca babasının değer ölçütlerine karşı dış ya da iç dünyasında savaşını verir. Gelişme çağında­ ki Oğuz’un kimi özellikleri, babanın yarattığı aykırı evrenle gi­rişilen çatışma içinde ortaya çıkar: Birlikte yaşadığımız günler­ de, bütün beğenilerim sana karşı duyduğum tepkilerle oluştu. Sen klasik Türk müziğini ‘goygoyculuk’ olarak niteledin; batı müziği­ne tepkini de sadece ‘kapat şunu’ biçiminde gösterdiğin için ben, her ikisini de sevmeyi görev saydım kendime. (KB . 1 64) Olgun­luk çağının ürünü olan Babama Mektup ta, görünürdeki tüm aykırılıklara karşın, özde yatan değerlerde yine de onunla öz­deş olduğunu kavrar Atay.
20.1.1974 tarih­li günlük notu, Babama mektup için diye başlar. Daha sonra, Babama Mektup başlığıyla Korkuyu Beklerken adlı öykü kitabının içinde yayımlanan bu metin, onun, babası Ce­mil Atay’la hesaplaşmasını içerir. Franz Kafka’nın 1918 yılın­ da babasına yazdığı mektupla hem biçim hem de içerik düz­leminde koşutluk gösteren bu metnin, öykü kitabının için­ de yayımlanmış olmasına karşılık, kurmacadan çok otobi­yografik yönü ağır basar. Son derece içtenlikli bir tonda ön­ce babasıyla sonra da kendisiyle hesaplaşır Oğuz Atay Baba­ma Mektup ta. Kafka’nın, tümüyle babasına yönelik suçlama­lardan oluşan metnine karşılık; Atay’ın kırk yaşındayken yaz­dığı bu metninde, gençlik döneminin coşkulu yakınmaları ile olgunluk döneminin, babayı kimi yerde haklı çıkaran, onun değerinin ayırdına varmış bilinci birlikte yer alır. Bana hep haksızlık yaptığın duygusu vardı içimde: Bence her zaman ba­na haksız yere söylenirdin; çalışkan bir öğrenci olduğum halde, ‘Bu çocuk kitap yüzü açmıyor,’ diye homurdanırdın, üstüme uy­mayan kötü dikilmiş elbiseler giydirirdin, istemediğim okullara gönderirdin beni, sızlanmalarımı da hiç dinlemezdin ( ) bana haksızlık edildiği düşüncesi içimde öylesine gelişti ki artık bütün dünyayı suçluyorum bu bakımdan. (KB.167)
Üniversite yılları baba-oğul çatışmasının dorukta yaşandı­ğı bir dönemdir. Tutunamayanlar da bana hep isyan ettin, kü­çümsedin beni, (T.130) diye tepinen Selim’in babası, büyük bir olasılıkla Cemil Bey örneğinden yola çıkılarak kurgu düzlemi­ne taşınmıştır. Yine aynı romanda Turgut akşam eve dönün­ce babasıyla çatışıyor ve yemek yemeden sokağa fırlıyordu[r] (T.362). Aynı sahne Babama Mektup ta da yinelenir: Biliyorsun seninle de çok çatışırdım, kapıları filan vurup giderdim, (KB.167) der metnin anlatıcısı babasına. Cemil Bey’le genç Oğuz Atay arasındaki kuşak çatışmasının yan bölgelerinde ise kişilik savaşımı yapılmaktadır.
Oğuz Atay’ın Ankara yılları, 1940 ile 1951 arasında, onun ilk, orta ve lise öğrenimini yaptığı ilk gençlik dönemini kapsa­mına alır. Büyük bir olasılıkla, baskıcı okul yıllarıyla özdeşle­şen Ankara, onun yaşamında özlemle anılan bir mekan olma­mıştır.
Resim öğretmeni Eşref Üren’in de yüreklendirmesiyle ge­lecekte yapacağı işi bulduğunu düşünmektedir lise öğrencisi Oğuz: ressam olacaktır. Bir gün Eşref Üren, ailene söyle, çok yeteneklisin, seni Güzel Sanatlar Akademisi’ne göndersinler, de­diğinde, coşkuyla eve gider, en yetkili ağızdan kanıtlanan yeteneğinin doğrultusunda eğitim görmek istediğini söyler an­ne ve babasına. Babasının yanıtı kararlıdır: Güzel Sanatlar’ı bitirenler aç kalmaktadır. Onun için düş dünyasını bir yana bırakıp gerçekleri görmelidir Oğuz, kendisine para kazanabile­ceği bir meslek seçmelidir: doktorluk, mühendislik gibi. Eşref Üren bunu duyduğunda şöyle der: Babana söyle, sana köşe ba­şında, işlek bir yerde bir bakkal dükkanı açsın o zaman. lyi para kazanırsın.

Ressam olmaz; yaşamdaki du­ruşunu sağlamlaştıracağı düşünülen, para kazanmaya yöne­lik bir meslek seçer. Yıllar sonra Tutunamayanlar ın Selim’ine şöyle dedirtecektir Oğuz Atay: Üç çeşit meslek varmış: mühendislik, doktorluk, bir de hukukçuluk. Ben ressam olmak istiyor­dum. Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi. (T.326)
Tehlike­li Oyunlar romanı üzerine çalıştığı dönemde günlüğüne şöy­le not alır Oğuz Atay: Bir kadın daha olmalı kitapta: Asuman. Hikmet’in gelişiminde payı var bir bakıma (.. .) Hikmet’e kitaplar veriyor ( ) Bu kitapta aile içi ilişkilere çok yer vermeli. (G.36) Gerçi Asuman romanda, başlangıçta planlanmış olduğu gibi önemli bir yere sahip olmaz ama Oğuz Atay’ın, Asuman’ı, Furuzan ismiyle olan ses uyumu da dikkate alındığında, yaşamı­nın sonuna kadar dostluk ilişkisini sürdürmüş olduğu söz ko­nusu kuzeninden esinlenerek oluşturmak istediğini düşünebi­liriz.
Oğuz Atay’ın çocukluk dönemini anımsayan aile üyeleri, onun okumayı öğrendikten sonra sürekli odasına kapanıp ço­cuk kitapları, çocuk dergileri ve gazete okuduğunu, hoşuna gi­den bölümleri ezberlediğini; bu durumun ondaki zeka potansiyelinin gücüyle ilgili olarak çevrede yorumlara yol açtığını; onun -olumlu bir anlam taşıyor olsa da- normal dışı bir çocuk­luk geçirdiği yolunda konuşmalara neden olduğunu anımsıyorlardır. Normal, anormal. Bu kelimeleri çocukluğumdan beri sevmem. Daha o zamanlar, bazı akrabalarım bana anormal der­lerdi. Bu sözler insanın yüzüne söylenmez. Gene de duyar insan. Anormal. Bu çocuk anormal. Bu çocuk normal değil. Onlara göre, durmadan kitap okuduğum ( ) ve misafirlerin yanına çıkmadı­ğım ( ) ve gereken yerde gereken kelimeyi bulamadığım için ( ) anormaldim. (T.560)
Diğer çocuklar gibi davranmayan küçük Oğuz’un, aile için­de bir tür harika çocuk olarak görülmesinin ve parlak bir ge­leceğinin olduğunun düşünülmesinin, Tutunamayanlar daki kimi metin kesitleri göz önüne alındığında, onu huzursuz etmiş, manevi baskı altına almış olduğu düşünülebilir: Genel­likle, bu çocuk büyük adam olacak gibi sözler dolaşıyordu orta­da. Ne olacağını kimse söylemiyordu; fakat büyük olacağı husu­sunda herkes birleşiyordu. (T.648) Bu büyük adam olma mesele­si ve bunu başaramama korkusu, Tutunamayanlar romanının birçok yerinde çelişkili duygu ve düşünce çemberleri içinde kendini gösterir: Selim büyük adam olamayacağını hissediyor­du. Belki Türkiye savaşa girerse, Selim’in büyük adam olma me­selesi unutulur ve Selim de bu kadar insana karşı mahcup olmaz­dı. (T.649) Bir başka yerde ise Selim’in endişesinin iyice arttı­ğı görülür: Bütün mahalle dedikodusunu yapıyorlardı. Selim’in bu korkaklıkla hayatta başarıya ulaşmasının zor olacağını söy­lüyorlardı. (T.647) Ama yine de çevrenin beklentisini doyur­mak zorunda olduğunu düşünmektedir Selim: Onu harika ço­cuk bulmalarından şikayetçiydi: ‘Şımarıyorum, sonra öyle aptalca bir söz ediyorum ki hepimiz pişman oluyoruz. Oysa ben hiç yanlışlık yapmak istemiyorum. Yüzdeyüz saf bir harika çocuk olmak istiyorum. (T.325)
Oğuz Atay’ın ilk romanı Tutunamayanlar ın, kimi yerde ya­zarın yaşamıyla neredeyse bire-bir ölçüde çakışan otobiyog­rafik ögelerin kullanımıyla oluşturulmuş olduğunu biliyoruz. Bu romanda özellikle Selim’in çocukluk ve gençlik dönemlerinin anlatıldığı metin kesitleri, yazarın yaşamıyla en çok örtüşen kurmaca bölümler arasındadır: Selim’in çocukluğunda ya­şadığı bu korunmalı dönemi, [b]ünyesinin zayıf olduğu ileri sü­rülerek,ortaokulu bitirinceye kadar annesi tarafından yün fani­la giydirildi ve muska takıldı, (T.645) diye anlatır Atay. Sağlı­ğına böylesine titizleniliyor olunmasının nedeni zatürre has­talığından ise Tutunamayanlar ın Selim’i de zor kurtulmuştur: Zatürre. Geceyi atlatırsa ümit var./Kışın olsa giderdi. (T.98) Metnin kimi yerinde zatürre Selim’in iki yaşında geçirdiği sıtma ya (T.645) dönüşür.
Tutunamayanlar da kendi­ sini öldürmüş olan arkadaşı Selim’i böyle bir eyleme yönlendi­ ren içsel nedenleri bulup çıkarmaya çalışan roman kişisi Tur­ gut gibi soruyordum ben de kendime: Sen olmadan seni nasıl öğrenmeliyim? (T. 72) Selim’in çevresiyle konuşmalar yapmak­ ta olan Turgut gibi yakınıyordum: Seni nereye kadar tanıdıkla­ nnı bilmiyorum. Belki de seni olduğundan çok başka türlü tanıtı­ yorlar bana. (. . .) Bu insanlan ne kadar sevmiş olduğunu bile bil­ miyorum. Hepsi de (. . .) belirli bir yönüyle tanıyorlar seni. Birçok Selim [birçok Oğuz Atay] var ortada. Bunları nasıl birleştirsem? (T.342)
İnsanın somut yaşamı: biyografisi, onun içinde banndırdı­ ğı çok sayıdaki olasılıktan, yaşama dönüşmüş olan yalnızca bir tanesiydi. lç dünyanın dehlizlerinde, çok sayıda farklı yaşamı oluşturmaya yetecek ölçüde bastırılmış gizil yetenek, uç ver­ memiş duyarlık, kavuşulmamış özlem, bir o kadar da bunlarda­ ki soluksuz bırakılmışlığın neden olduğu, acı ile kotanlmış bir ruhsal karmaşa bannıyordu. Yaşam bunlann tümüydü. Bu gizil güçlerin iç dünyadaki devinimlerini hesaba katmadan, insanın salt dış dünyada bıraktığı ‘biyografik’ ayak izlerinin kalıbını çı­ kartarak bir yaşam anlatılabilir miydi?
Belleğin güvenilir bir yapısı olmadığını, aramakta olduğum ‘geçmişteki gerçek’in ise bu güvenilmez kaynağın koridorların dan bize biçim değiştirerek ulaştığını kendi deneyimlerimden de biliyordum. Üstelik ruhbilim de, son yıllarda büyük aşama yapmış olan beyin araştırmacılığı da belleğin güvenilmez bir yapısı olduğu gerçeğini doğruluyordu. Insanların yaşadıkları olayları, birçok ayrıntıya dikkat etmeksizin, kendi ilgi alanla rının süzgecinden geçirerek belleklerine kaydettikleri; zaman la ise bu kayıtların, insanın kendi içinde geçirdiği dönüşüme uygun olarak yeniden biçimlendiği, başka belleklerin aktardığı öznel ek bilgilerle sürekli renk değiştirdiği doğruydu. Anıları mızın: ‘gerçeğimiz’ olduğunu düşündüğümüz bu bellek kayıtla rının büyük bir bölümü kurmacaydı.
Demokrasi geleneğinin hiç­ bir zaman tümüyle yerleşmediği bu toplumdaki belge eksikli­ ğinin en önemli nedenlerinden birinin, -Oğuz Atay’m deyişiy­le- ‘kapalı sistem yaratıklan’nın ardında iz bırakma korkusu ol­ duğunu söyleyebiliriz. Kendisi de biyografik bir kitap yazmış olan Atay, Bir Bi­ lim Adamının Romanı nda şöyle diyordur: Biz biyografik bir iş yapmaya çalışıyoruz kendi özel durumumuzda; ama çok bel­ ge yok elimizde. Daha insanlanmız arkalanndan belge bırakma­ ya alışmamışlar. (. .. ) Kalıcı bir şey bırakmaya korkar gibi bir ha­ limiz var. (BR.259) Kendisiyle yapılan bir söyleşide de insanla­ rın, yakınlan ile ilgili olarak, ‘ çok iyi ve üstün bir insandı, herkes onu çok severdi’nin ötesinde fazla düşünmediği için ‘ (Yeni Ortam, 31.10.1975) yaptığı araştırmada çok zorlandığını söylüyordur.
Bir yaşam öyküsü yazmak isteyen biri, her şeyden önce kendi­ ne şunu sormak zorundadır: Yaşam nedir?
Oğuz Atay’ın yaşamına giren bütün kadınlarda, alıştığı bu anne sıcaklığını aradığı ve ilk evlilik birlikteliğini kurarken de çevresinin karşı çıkışlarını dikkate almaksızın kendisinden daha büyük, mazbut görünümlü bir kadını bu nedenle kendisine eş olarak seçtiği düşünülebilir. ( ) zorlu yaşam yürüyüşünde kendisine destek olacak güçlü bir omuz arayışı olduğunu görürüz.
Çevresine ve oluşturdukları birlikteliğe olan inancı ne ölçüde güçlüyse, yaşadığı olaylar sonucunda dibe vuruşu da diyalektik olarak o ölçüde güçlü olur Atay’ın: ülkesinin aydınına olan güvenini yitirir.
“Belgelere dayanan, gerçeklere dayanan bir roman olduğu için klasik bir roman türünün ağır basmasını ben tabii buluyorum. Bununla birlikte, benim çalışmalarım ilerledikçe, yani Mustafa İnan’ı ben daha yakından tanıdıkça, onun ruhuna, yani onun iç dünyasına, düşündüklerine, hissettiklerine de nüfuz etmeye çalıştım. Bu bakımdan bilinç akımı dediğimiz, yani insanların bilincinin akışını bütün tabiiliğiyle veren yöntemi uyguladım. Bunu yaparken de Mustafa İnan gibi hissetmeye ve Mustafa İnan gibi düşünmeye çalıştım.”
Yazmak Atay için ontolojik bir edimdir; varolmak demektir; bedeninin her hücresiyle hissederek yazar o. Bu nedenle, yabancılaştırma estetiğinin de, her söze mesafe koyan ironinin de işlemediği bir aura ile çevrilidir onun metinleri: insan Oğuz Atay’ın okuruyla buluştuğu yerdir orası.
Türk edebiyatında, arkaik bir estetiğin geleneksel/gerçekçi anlayışıyla kotarılmış toplumcu içerikli köy romanlarının baş tacı edildiği o günlerde, Oğuz Atay bu anlayışın tümüyle dışında yer alan yeni bir roman estetiğinin dünyasında yol almaya başlamıştır. Bu, Atay için, anlaşılamamaktan kaynaklanan bir yalnızlığın da dünyası olacaktır.
Tek başıma yarattığım cehennemden çıktım:
kalabalık bir cehennemin içine düştüm.
MEB/Fransız Klasikleri Dizisi’nden, Halit Fahri Ozansoy’un çevirisiyle 1952 yılında yayımlanan Henri Lenormand’ın romanının Türkçe adı Atay’ınkiyle aynıdır: Tutunamayanlar .
İnsanlar tarafın­dan anlaşılmadığını düşünen kişinin, insanların yer almadı­ğı bir dünyada kendisini daha mutlu duyumsaması doğaldır.
Çoğunlukla buyurgan, otoriter bir öğretmenin gü­dümünde aktarılan ezber bilgilere dayalı ilk, orta ve lise eği­timi ile bunun bir parçası olan, çocuğu ezmeye yönelik eti se­nin kemiği benim mantığının; sevimsiz, zorla izlenen, giderek karabasana dönüşen bir sistem yarattığı ve bu sistemin öğren­ciye mutluluk vermekten uzak olduğu gerçeğini ülkedeki eği­tim tezgahından geçmiş herkes gibi Oğuz Atay’ın da yaşamış ve acısını çekmiş olduğu su götürmez. Böyle bir eğitim siste­mi içinde mutluluk ancak, öngörü ve empati yeteneğine sahip az sayıdaki öğretmenin kendi çabalarıyla yarattıkları vahalar­da tadılabilmektedir.
Oğuz Atay üniversite yıllarında bir kızdan hoşlanıyor. Bu kız keman virtüözü Suna Kan’dır. Oğuz Atay, Suna’nın konserini dinlediğini görünce pijamalı oluşundan utanıp, dördüncü gece lacivert takım giyerek uyur.
“Deha aşırılıktır; özellikle sanatsal dehaya yoğun bir duyarlılığın da eşlik ettiği su götürmez.”
“O, filozof bir adamdı.”
“Hayata müthiş kırgındı.Gittikçe yalnızlığa itilen, kendinin değerli olmadığını söyleyen insanlarla birlikte olmaktan vazgeçmiş bir adamdı.”
“Senin oyuncu arkadaşların var, şu oyunu oynasınlar artık.”
“Onu bir tutunamayan olarak görme eğiliminde olan ve ‘Tutunamayanlar’ın yazarı olarak tanıyan ve öyle tanımayı sürdürmek isteyen okura,ondaki bu farklı yazar kimliği kuşkusuz aykırı gelmiştir.”
“Eleştirmenlerimizin kafasında belirlenmiş sınırları çizilmiş bir roman tanımı var sanıyorum. Bu yüzden bir kitabı, bu ölçülere uyup uymamasına göre değerlendiriyorlar. Belki de benim yazdığım, bir bakma karmaşık ve alışılmadık sayfalar için henüz bir kalıp bulamadılar.”
“ Ben kahramanlarının iplerini istediği gibi oynatarak insanlardan kuklalar yaratan büyük romancıların yeteneklerinden yoksunum. Roman kahramanlarına uygulayacak büyük nazariyelerim onları peşinden koşturacağım büyük ülkülerim yok.”
“Yaşam karşısında dayanmak güçtür.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir