İçeriğe geç

Kendine İhanet Kitap Alıntıları – Arno Gruen

Arno Gruen kitaplarından Kendine İhanet kitap alıntıları sizlerle…

Kendine İhanet Kitap Alıntıları

Sadece başkaldırmak insan olmaya yetmez. Başkaldırı, özgürlük korkusunu aşmaya, kendiliğe ve insani bir kalbe sahip olmaya giden uzun, zorlu ve asla sonu gelmeyecek yolun sadece ilk adımıdır.
İnsanın içindeki yıkıcılık aslında ruhundaki bölünmedir.
Hayat özü itibariyle sürekli batan bir gemidir. Ama kazazede olmak, boğulacak olmak demek değildir Aynı zamanda hayatın gerçeği olan kazazedelik duygusunu tanımak, zaten kurtuluş demektir.
Bu yüzden ezilenler, başkalarını ezebilmek için kendilerini ezenlerin tarafına geçer: insanın insanlığını kaybettiği sonsuz bir süreç.
Sadece başkalarının ondan istediğini yapmaktaydı, kendisi bu eylemlerde yoktu! Asla kendi isteklerini açıklamadığı için kendini yaralanamaz ve özgür görmekteydi.
Hayat özü itibariyle sürekli batan bir gemidir.Ama kazazede olmak, boğulacak olmak demek değildir Aynı zamanda hayatın gerçeği olan kazazedelik duygusunu tanımak, zaten kurtuluş demektir.Bu yüzden sadece başarısız olanların fikirlerine güvenirim.
Hepimiz temelinde iktidar olan imaj sistemlerini korumaya yarayan çeşitli roller oyna­rız. Bu sistemlerin sağlamlaştırılmasına katkıda bulu­narak, farkında olmadan, iktidar ideolojisine ne kadar az itiraz edildiğini kanıtlarız. (İktidar, başkaldırıya ne­den olabilir, ama ideolojisi olmaz.) Bu, kendi devamlılı­ğını sağlayan bir döngüdür. Böylece gittikçe kendimize yabancılaşarak, kendimize ve başkalarına yaptıklarımı­zın farkına varmayız. Bu sahte gerçeğe en iyi uyum sağ­layanlar, toplumumuzda en başarılı kişiler olarak kabul edilmektedir. En iyi uyum sağlayanlar, aynı zamanda kendi duygularına en uzak olanlardır. Bu çelişkili yön­temle başarı, bastırılmış bir duygu dünyası saçmalığını örtbas etmektedir.
Çehov düşmanlığın, kötülüğün ve sadizmin, çare­sizlik ve kendini hor görmenin bir sonucu olduğunu anlamıştı; bunların aşırı eleştirel bir sosyal gerçekliğe uyum vasıtasıyla oluştuğunu ve doğuştan gelen bir sal­dırganlıkla ilgisi olmadığını idrak etmişti.
Sadece başkalarının ondan istediğini yap­ maktaydı, kendisi bu eylemlerde yoktu! Asla kendi is­teklerini açıklamadığı için kendini yaralanamaz ve öz­gür görmekteydi. Kendi isteklerini hiçbir zaman eyle­me dökmediğinden, tabii ki sadece potansiyel anlamda özgürdü, böylece özerkliği sadece hayalinde mevcuttu.
Burada, özerkliğin adeta yok olduğu bir vakayla karşı karşıyayız, hem de her şeyi içine alan bir hükmedilmeyi kabullenerek
Bir keresinde bir hastam bana şöyle demişti: İstedi­ğiniz gibi olursam, benimle yakınlaşamazsınız.
A.J. DeCasper ve W.P. Fifer (1980) yaptıkları bir araştır­mada üç günlük bebeklerin bile annelerinin sesini diğer seslerden ayırt etmekle kalmayarak, emzirme sırasında yaptıkları ağız hareketleriyle anneyi geri çağırmaya çalıştıklarını gösterdiler. Bu, kendi benliğimizden bir şey­ler üretme olanağının daha hayatımızın ilk günlerinde tamamlayıcı bir rol üstlendiğini anlatmaktadır. Peki ama anne buna uygun davranmazsa ne olur? Tepki göstermez, çocuğun sevgi çağrısına şefkatle cevap ver­mezse? Bunun anlamı sadece şu olabilir: Çocuğun ken­dine ait, bölünmez, bütünlüklü bir varoluş için yaptığı atılımlar boşa çıkar. Kendi varoluşu hakkında bir şeyler öğrenmesine olanak kalmaz.
Söz konusu olan kendi çocuğumuz bile olsa başkaları üzerinde iktidar, otorite ve hâkimiyet sa­hibi olmak benliğimizin anlamıdır.
İngiliz matematikçi J. Sullivan şunu belirtmiştir (1927): “Bilim, döngüsel tanımlamalarla daima yalnızca belirli alanları genişleterek olgunlaştıran bir düşünce seviyesinde kaldı. Dışında kalan her şey engellendi ve sonunda köreldi.”
Erkekler için bunun anlamı genelde şudur: Her kadın farklı bir derecede, irrasyonellik ve mantık noksanlığının egemen olduğu bir “isterikliğin pençesindedir. Nasıl bir basite indirgeme ve kendini kandırma! Fakat, kadınlara karşı sergiledikleri işte bu küçümseyici tavır sayesinde erkekler, güç ve iktidarın gerekli olduğuna dair delice iddialarını sorgulamaktan kaçarlar. Güç anlayışı , kadının samimiyeti, yardımseverliği, yaratma isteği, canlılığı ve şefkati ile taban tabana ters düşerken, onlardan parçalanmamalarını nasıl bekleyebiliriz? Genel-mantıksal beklentilere uymamanın, boyunduruk altına girmemenin bedeli tutarsızlıkla suçlanmak olabilir. Erkeklerin mantığı bu tür tutarsız çözümleri reddeder, kendini tutarlı görür.
Bir başka insanın çaresizliği bize kendi çaresizliği­mizi hatırlattığında, ama bunu zayıflık olarak algılayıp reddettiğimizde, kurban kendimizden nefret etmemize neden olur. Çaresizlikten doğan korku, ezilene karşı içi­mizde bir öfkeye dönüşür, çünkü kurban nefret ettiği­miz yanımızı yansıtmaktadır. Kurbanı kendi zayıflığı­ mızdan sorumlu tutarız. Bu mekanizma gelişimsel olarak şartlanmıştır; hep bastırdığımız kırık onurumu­zun intikamını alırız.
Gerçek gereksinimlerin­ den kopmuş insan, her şeyle savaşmak zorundadır.
Onunla diğer insanlar arasında bağ kurabilecek her şeyden korkar. Bu yüzden ardındaki gizli bağımlılığı fark etmeden, ona verebilecek hiçbir şeyi olmayan insanlardan isteklerde bulunur.
Gelenekleri kabul etmeyi ruhsal sağlığın ölçütü hali­ ne getirdiğimiz sürece, geleneklerin bazı şartlar altında yanılgı ve yalanın hükmü altına girmemizi isteyen eği­limlere hizmet ettiğini göz ardı etmiş oluruz.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Özerkliğimizi korumak için içimizde sürdürdüğümüz mücadelenin kendini bazen çaresiz bir uyum, boyun­ duruk altına girme ve kendiliği yıkıcı davranışlar şeklinde ifade edebilmesi bir çelişkidir. Bu yüzden özerkli­ğin kendini ifade etme şekli; varlığını, temel yaşama gücü olarak göstererek gözlemciden saklayabilir.
Özerkliğin bilinçli yaşanmadığı, kesin bir şekilde red­ dedildiği ve ona kayıtsız kalındığı her yerde bu olay gerçekleşmektedir. Sevginin bedeli olarak itaat, uzlaş­ma ve bağımlılık istenen toplumlarda özerkliğin, gelişi­min en temel bütünleşme faktörü olarak kabul edilme­mesi veya en azından bastırılması bizi şaşırtmamalıdır.
Sürekli kahramanlar aramaktayız. Kahramanımız haline getirdiğimiz erkek veya kadın gerçek bir insana dönüştüğünde onu terk ederiz. O andan itibaren onu küçümsemeye başlarız. Bunu yaparken de, bu mantık uyarınca kaybımızdan dolayı kendimizi ölecek kadar zayıf hissettiğinizi farkına bile varamayız. Görünüşte mükemmel olan toplumumuzda yaşanan depresyon ve çaresizlik, bunun su götürmez belirtileridir.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
ABD’li psikiyatr G.E. Vaillant’ın (1978) erkek ruh
sağlığı hakkında yaptığı bir araştırmada, yetişkinlik dönemine kadar anneleri tarafından yönetilen erkeklerde sıkça şizoit ve iç dünyasına kapanarak kendi fikirleriyle aşırı ilgilenme eğilimleri gözlemesi çok ilginçtir. Ama çocuk, çelişkilerle dolu ve anlayamadığı bir anneye sahip olduğunda olan budur. Böylece erkek üstünlüğünün tek kurbanı kadınlar değildir, erkek çocuklar da bu
durumdan etkilenir.
Temelinde özerklik yatan bir kendilik, yıkıcılıkla bir arada barınamaz. İnsanın içindeki yıkıcılık sonradan gelişmiştir, bu olgu doğuştan değildir; aksine özerkliğin bozulması etrafında dönen karmaşık bir gelişim süreci sonucu ortaya çıkar. İnsanın içindeki yıkıcılık aslında ruhundaki bölünmedir.
(..) ruhen öyle sağlıklı ha­le geliyoruz ki, delirmiş olduğumuzu bilmemize gerek kalmıyor.
Psikopatoloji olarak adlandırılan olaydaki çelişki şu­dur; insanlar hem karşı karşıya oldukları bölünmüş dünyanın gerçekliğiyle çelişen bir duyarlılığa sahip­tirler, hem de onları bunaltan dünyayla özdeşleşmiş durumdadırlar,
(..)
Şizofrenler doğruya daha yakın, ama gerçeğe uzaktırlar.
(..)
böyle bir dünya ta­rafından sevilemeyeceklerini kanıtlamanın sürekli ça­bası içindedirler.
Daha önce de söylediğim gibi, sevgilerine bağım­lı olduğumuz insanların isteklerine taviz vermeyi çok küçük yaşlarda öğrendik. Üzerinde fazla kafa dahi yormadan, özgürlüğü itaatsizlikle eş tutmayı öğrendik.
ezilenler, başkalarını ezebilmek için kendilerini ezenlerin tarafına geçer:
insanın insanlığını kaybettiği sonsuz bir süreç.
Söz konusu olan kendi çocuğumuz bile
olsa başkaları üzerinde iktidar, otorite ve hâkimiyet sahibi olmak benliğimizin anlamıdır.
kendimize ço­cuğun ilk öğrendiği şeyin ne olduğunu sorduğumuzda şu kaçınılmaz sonuca varıyoruz: Çocuk, öğrenilecek hiçbir şeyin olmadığını öğrenmektedir. Çocuk, kendi davranışlarını varlığının gelişmesi için ana çıkış nokta­sı yapmamayı öğrenmektedir. Bu öğrenilecek hiçbir şeyin olmadığını öğrenme tecrübesi, özerkliğin yanlış gelişi­mindeki belirleyici noktadır. Özerkliğin hasar görür ve kendi gereksinimlerimizi daha ziyade tehlikeli, hatta düşmanca şeyler olarak algıladığımız yanlış bir gelişim başlar. Özerklik ve bizi özerkliğe doğru götürme ihti­mali olan her şey zamanla içimizde korku uyandırır.
Annenin çocuğuna yakın olması, çocuğun bir uya­rım seli içinde boğulmasını engeller. Örneğin J. L. Ful­ler (1967) uyarımın azalmasıyla ilgili yaptığı çalışmada, bir canlının bir uyarımın önemli unsurlarını, ancak baş­ka öğeleri görmezden gelerek onlara yoğunlaşırsa öğre­nebileceğini anlatıyor. Burada söz konusu olan kişisel öğrenmenin özüdür. Gerçekleşebilmesi için bir ayrımın olması şarttır. İçimizdeki tepki isteği, uygun olan tetikleyici uyarımı bulamazsa, bu ayrım gerçekleşemez.
Çocuğunu içgüdüsel olarak uyarım selinden koru­yan bir anne, kendi benliğinden öğrenmesi için gerekli temeli atmış olur. Eğer bu gerçekleşmiyorsa, çocuğun bi­linci çaresizlik altında ezilecek ve bu onu başarısız biri haline getirecek veya teslimiyet duygusu bastırılarak ge­lişen benlik tarafından bölünecektir. Başvurduğu bu çö­züm arayışı çocuğu, çaresizliği yaşadığı durumu hatırla­tan her şeyi (örneğin empati tecrübe etmesi ve buna bağ­lı insancıllık) yadsımak zorunda bırakacaktır. Oluşmak­ta olan benliğinin büyük parçaları bilincinden ayrılır. Bu ayrılmayı sürdürebilmek için ise çaresizliği bir reddetme ve nefret nesnesi haline getirmek zorundadır ve bizi teh­dit eden çaresizliğin kendisidir, ona neden olan durum değil. Böylece kendi çaresizliğimizi ortaya çıkarabilecek her şeyden intikam alırız. Bu yüzden başkalarının çare­sizliğini hor görürüz. Bu hor görmenin altında kendi korkumuz yatar; kendimizi aşağılanmış hissederek, bu­nu telafi ettiğini düşündüğümüz gücün ve güç ideoloji­sinin gerekliliğini arttırırız. Bu yüzden ezilenler, başka­larını ezebilmek için kendilerini ezenlerin tarafına geçer: insanın insanlığını kaybettiği sonsuz bir süreç.
Eşsiz olduğumuzu kanıtlamak ve diğer erkeklere üstünlüğümüzü göstermek için bir kadına sahip olma hayaline ihtiyaç duyarız. Buna rağmen, onları nasıl kötüye kullandığımızı saklamak ve kendi aramızdaki rekabetin kazananı olmak için kadını gizliden gizliye hor görürüz. Ama yine de, şartlar ne olursa olsun, kadın tarafından kabul edilmek isteriz, hem de KUSURSUZ KAHRAMANLAR olarak. (-_-)
Sürekli kahramanlar aramaktayız. Kahramanımız haline getirdiğimiz erkek veya kadın gerçek insana dönüştüğünde onu terk ederiz. O andan itibaren onu küçümsemeye başlarız. Bunu yaparken de, bu mantık uyarınca “kaybımızdan” dolayı kendimizi ölecek kadar zayıf hissettiğimizin farkına bile varmayız.
Hiçbir zaman başkaldırma şansımız olmamışsa,asla kendiliğimize sahip olamamanın anlamsızlığını yaşamak kaderimizdir.
Şiddetin ayrı bir varlığı olmadığını asla unutmamalıyız…Şiddet daima riyakârlıkla iç içedir…Şiddetin tek sığınağı riyakârlık,riyakârlığın tek desteği de şiddettir.Şiddeti bir kez olsun yöntem olarak seçen bir adam,riyakârlığı da prensibi olarak seçmek zorundadır.
Şizofrenler doğruya daha yakın, ama gerçeğe uzaktırlar.
Bugünkü kadın hareketi,eşitliği en kötü erkek kadar kötü olma hakkı olarak gördüğü sürece,erkek iktidarı yeni şekillere girerek sağlamlaşmaya devam edecektir.Daha da kötüsü,bu kadınlar yaratıcı etkisi olan sevgilerini reddettikleri sürece,gerçek iç güçlerini bir kenara iterek,kayıtsız bir güç kullanımında karar kılan kadınlar ve erkekler yetiştireceklerdir.
Bilincimizi genel ideolojilerin kısıtlamalarından kurtaranlar daima sanatçılar ve münzeviler olmuştur..
Erkek,kendini ve kadınları,asıl gerçeklerine uygun olarak değil,fiziksel güç,iktidar ve otorite metafiziğinin gerekliliğine uyan soyutlamalar aracılığıyla görmektedir.Erkeğin bu davranışının nedeni toplumumuzdaki çaresizlik,zayıflık ve incinme korkusudur.Ama erkek bu duyguları kendine itiraf edemez,çünkü benliğinin metafiziği kahramanlığı hedeflemektedir.Kendisi bir kahraman olamayacağını bilse bile bu onun değer yargısı olarak kalmaya devam edecektir.Özsaygısı bu yüzden önem(yani gerçek veya sadece hayal edilen güç)imajı üzerine kuruludur.Bunların onayı için de kendisine hayranlık duyulmasına ihtiyacı vardır.Tam da bu noktada kadının sözde “daha aşağı” veya enazından “zayıf” olan soyutlaması devreye girer,erkeğin “gücünü” ve “üstünlüğünü” kabul ederek,ona imajını yapılandırma ve sağlamlaştırma olanağı tanır.
Bizim neslimizin asıl yarası da budur:Daha iyisini,daha insancıl olanını istiyoruz,ama bu hedefe engel olanın,kendi kırılgan insanlığımız olduğunu anlayamıyoruz.
Kültürümüzün düşünme tarzına göre birtakım nesnelere ve canlılara sahip olmak bize güvenlik getirmektedir.Ama bu düşünceden doğan sayısız yapay gereksinim,bizi gerçekte gitgide kendimizden uzaklaştırmaktadır.
“Sevgilerine” bağımlı olduğumuz insanların isteklerine taviz vermeyi çok küçük yaşlarda öğrendik.Üzerinde fazla kafa dahi yormadan,Özgürlüğü itaatsizlikle eş tutmayı öğrendik.
Acının,bize acıyı verenler tarafından dindirilmesi gerekliliği yalanı tarafından kışkırtılan bir sevginin var olduğu bir dünyada yaşama cesaretini nasıl gösteriyoruz?
Hepimiz özgürlük istediğimiz halde,saygısını ve övgüsünü beklediğimiz güce çeşitli şekillerde bağlıyız.Bu,bizi sonsuz bir tasvip edilme ihtiyacına mahkûm eder,hem de gerçek isteklerimizi reddedenlerin tasvibine
Gelenekleri kabul etmeyi ruhsal sağlığın ölçütü haline getirdiğimiz sürece,geleneklerin bazı şartlar altında yanılgı ve yalanın hükmü altına girmemizi isteyen eğilimlere hizmet ettiğini gözardı etmiş oluruz.
Söz konusu olan kendi çocuğumuz bile olsa başkaları üzerinde iktidar,otorite ve hakimiyet sahibi olmak benliğimizin anlamıdır.
Kendimizi ancak,bizi sürekli dış görünüşün önemine yönlendiren tepkiler vasıtasıyla canlı hissettiğimiz sürece,kendi kendimizi yok etme eğilimimiz artarak sürer.Bu şekilde ne kendimiz olabiliriz, ne de kendimizi gerçek anlamda canlı hissetmemiz için gereken yaratıcılığa sahip çıkabiliriz.
Eğer çocuğa kendisi olduğu için saygı gördüğü ve sevildiği hissettirilmezse, bütün gelişim evrelerinde karşılaştığı çaresizlik önüne geçilemez bir korku halini alır.
Ezilenler, başkalarını ezebilmek için kendilerini ezenlerin tarafına geçer: insanın insanlığını kaybettiği sonsuz bir süreç.
Çocuğun kendi iç dünyasından kaynaklanan gereksinimlerini anlayamayan ebeveynler, onu ileride dış dünyaya bağımlı hale getirmektedir.
Anne baba sevgisi,kendini kabul ettirmek için boyunduruk altına girmeyi ve bağımlı hale gelmeyi gerektirir şekilde ortaya çıkarsa,topluma uyum bir çeşit itaat sınavı haline gelir.Bunun sonucunda doğan istekler,gerçek duyguların kaybına yol açarak,insanı kendi kötülüğünün kaynağı haline getirmektedir.
Hayranlığın son derece karışık bir yönü daha vardır: Hayranlık duyan kişi, hayranlık duyulan kişi üstünde iktidarını kurabilir! Bu gücü ona, hayranlık duyulmak isteyen kişi verir. Bu bir çelişki gibi görünse de, değildir! Hayranlığı ve putlaştırmayı, kusursuz bulduğumuz kişileri alaşağı etmek için kullanırız. Bu ezilenin intikamıdır: Vaat ettiğin gibi değilsin . O ana kadar inandığımız, desteklediğimiz birini bir çırpıda devirip yok edebiliriz.
Erkekler için bunun anlamı genelde şudur: Her kadın farklı derecede, irrasyonellik ve mantık noksanlığının egemen olduğu bir ‘isterik’liğin pençesindedir. Nasıl bir basite indirme ve kendini kandırma! Fakat kadınlara karşı sergiledikleri işte bu küçümseyici tavır sayesinde erkekler, güç ve iktidarın gerekli olduğuna dair delice iddialarını sorgulamaktan kaçarlar.
Kendi yaralarımızı, kendi gereksinmelerimizi ve duygularımızı anlayamayacak durumdayız. Burada karşı karşıya olduğumuz şey, insan algısının ölümüdür!
Benimle aynı şeyi yapmak ve düşünmek zorundasın, yoksa düşmansın.
Düşmanımız onlar değil aslında, biziz; biz gönüllü olmasaydık onlar ruhlarımızı yok edemezdi.
Neden aşağılayışı ile bize kurtuluş vaat eden her liderin peşinden gitmekteyiz?
Neden biz erkekler ve bazı kadınlar tarih boyunca bizi en çok hor gören, ezen, yok eden ve bize hükmeden kişiler karşısında koyun gibi davrandık?
Özgüveni sadece elindeki güce dayanan ve son derece saygın bir imajı olan böyle bir erkek tanıdım. Sürekli güzel kadınların peşindeydi. Onlara kendi deyimiyle alçakça ve kötü davrandığı halde istediğini elde etmede oldukça başarılıydı. Bir keresinde bana şöyle demişti: Birini yeterince aşağıladığında, endişe etmene gerek kalmaz, çünkü kendi seviyene çekmişsin demektir. Bu tip bir erkek özgüveni hakkındaki gerçek budur!
Aradığımız sevgi değil, bize kendimizi güçlü hissettirecek bir erkek veya kadındır. ( ) Bu erkeği, daha çok çalışmaya, kalp krizine veya depresyona ve intihara sürüklemektedir. Kadın ise hırsını annelikten çıkararak, çocuklarını özgüvenini beslemenin bir aracı haline getirir ve buna da sevgi adını verir. Sonunda erkek, kadın, çocuk; kısaca herkes için, insan ilişkilerinde kabul gören tek gerçeklik sahip olma arzusu olur.
Başarılarımız ve kahramanlıklarımız için, ki bunların temelinde gerçekten zayıf olabileceğimiz korkusu yatar, sevilmek istediğimizde, aslında hem kendimizi hem de bizi bunlar için seven sevenleri aşağılamış oluruz.
Çocuk ağlaması, bize çocukken yaşadığımız aynı çaresizliği hatırlatarak içimizdeki öfkeyi harekete geçirir.
Annenin bilinci ve özsaygısı kendi kendilik gelişimimizde belirleyici bir unsurdur.
Karşımızdaki insanda zayıflık olarak algıladığımız şeyden intikam alırız, çünkü bu zayıflık kendi içimizde hor görmek ve nefret etmek zorunda olduğumuz yanımızdır!
Bitmek bilmeyen başarı ve verimliliğe duyulan şiddetli arzu özerkliğin yerini alır. Ama özerklik eğilimini reddetmemizin nedeni, bize yalnızca boyunduruk altında olduğumuzu hatırlatma ihtimali değildir. Gerçek özerklik, çaresizlikten kaçmak için ayak uydurduğumuz güç oyunlarının maskesini düşürmektir aslında.
Ama eşitliğin en erkeksi erkek kadar hırs ve güç peşinde koşma özgürlüğü olduğunu zanneden kadınları gördüğümde, kendi yöntemleriyle sağlıklı kalabilmiş kadınların, hemcinsleri tarafından tehdit edildiğini düşünüyor ve endişe ediyorum. Çünkü karşı koymaları gereken sadece erkekler değildir, tehlike listesine bir de özgürlüğün erkeksi zihniyetini kabul etmiş kadınlar da eklenmiştir. Korkuyu görmezden gelebilmek için gücün peşinden koşma özgürlüğü , onları kadın cinsini aşağı gören erkeklerle bir ittifak içine sokmaktadır. Çaresizlikten kaçan bir kendilik, içinde olup bitenleri çok az anlayabilir, kendi korkuları ve güvensizliğiyle ne yapacağını bilemez ve bu duyguları, aşağılama ve incinmezlik peşinde koşarak reddeder. ( ) Aşağılama ve incinmez olma yarışının sonucu da paranoya, savunma, kılıcını çekme ve silahlanma çılgınlığıdır.
Erkekler, yaşamın yaratıcılığı ellerinden gittiği ölçüde penislerine daha çok değer verme eğilimindedirler.
Yeniden başlamaktan, değişmekten korkmaktayız, çünkü kimsenin bizi biz olduğumuz için seveceğine inanmamaktayız.
itiraf edilemeyen öfke, kendisini baş ağrısı ve migren şeklinde gösterebilir.
Öyleyse biz erkekler gerçekte ne istiyoruz? Ne kadar bilinçli ve gerçeğiz? Kendimizi sadece kumanda, hakimiyet ve mülk bizde olduğu zaman mı eksiksiz hissederiz? Birinin geçimini sağladığımızda, bu bize sevildiğimize dair güven verir. Ama bunun anlamı, bir yandan da baktığımız kişiye hükmetmektir.
Belki birçoğumuzun bu karşılıklı hor görmeden garip bir şekilde zevk almasının nedeni, kendi benliğimize olan gerçek hislerimizi yansıtmasıdır.
Kendi iç dünyamızdan yabancılaştırıldığımız için, iç dünyamız bize anlamsız ve dağınık görünür, bu yüzden de onu bir tehdit olarak algılayarak, kendi kimliğimizin anla­mını devam ettirmek için görüntülere tutunuruz.
George Orwell, bir keresinde bir çocuğa umutsuzluk ve çaresizlik hissettiren bir olay anlatmıştı. O çocuk kendisiydi ve yatılı okulun müdüründen dayak yemiş­ti: Kesinlikle acıdığı için ağlamıyordum, ikinci dayak pek acıtmamıştı bile. Korku ve utanç beni uyuşturmuş­tu sanki. Ağlıyordum, biraz benden ağlamamı bekle­diklerini hissettiğim için, biraz da gerçekten pişmanlık duyduğum için, ama biraz da çocuklara mahsus ve ko­layca açıklanamayan daha derin bir kederden dolayı
Soljenitsin’in şu unutulmaz kelimelerle anlattığı gibi: Şidde­tin ayrı bir varlığı olmadığını asla unutmamalıyız
Şiddet daima riyakârlıkla iç içedir Şiddetin tek sığı­nağı riyakârlık, riyakârlığın tek desteği de şiddettir.
Şiddeti bir kez olsun yöntem olarak seçen bir adam, ri­yakârlığı da prensibi olarak seçmek zorundadır. (Sol- jenitsin, 1972)
Saldırganlığımızın ve yıkıcılığımızın kaynağı birey­ler değil kültürümüzdür.
İnsan kendi benliğini -duygularını ve onlara karşı sorumluluğunu- ne kadar kaybederse, o kadar kinci olur ve bunun farkına bile varmaz. Bu saldırganlık ken­di özerkliğimizi kısıtlamamızın bir sonucudur, hatta özerklik kaybına karşı koymak istediğimiz durumlarda bile.
Ama sadece başkaldırmak insan olmaya yetmez. Başkaldırı, özgür­lük korkusunu aşmaya, kendiliğe ve insani bir kalbe sa­hip olmaya giden uzun, zorlu ve asla sonu gelmeyecek yolun sadece ilk adımıdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir