İçeriğe geç

Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1 Kitap Alıntıları – Berna Moran

Berna Moran kitaplarından Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1 kitap alıntıları sizlerle…

Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1 Kitap Alıntıları

Gençliğinde Fecr-i Ati topluluğuna katılmış ve «sanat için sanat» ilkesini benimsemiş olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Balkan Savaşı ve Birinci Dünya Savaşının etkisiyle bu anlayışını değiştirmiş, sanatın toplum için olması gerektiğine inanmış ve doğal olarak, birçok başka yazar gibi o da romanlarında, Türk ulusunun içine düştüğü durumla ilgili sorunlara eğilmiştir.
Cevdet Kudrete göre:
Batı’nın sanatı ve mistiği akla, Doğunun sanatı ve mistiği ise kalbe dayanır. Şu halde, birbirinden ayrı gibi görünen Doğu ile Batı ancak sanat ve mistikle birbirine yaklaşabilir; yani, Batının aklı Doğunun kalbi ile birleştiği zaman insanlar arasındaki anlaşma gerçekleşecektir. Eserde İtalyalı musiki Öğretmeni Peregrini Batının «akıl»a dayanan sanatını; güzel sesli mevlutçu kız Rabia da Doğunun «kalb»e dayanan sanat ve mistiğini temsil eder. Peregrini Rabia’ya âşık olup din değiştirerek onunla evlenir; böylece Batı ile Doğu birleşmiş olur.
Adıvar’a göre amaç iyi de olsa, zorbalığı yıkmak da olsa, şiddete başvurmak yanlıştı. Devrime değil evrime inanır
Adıvar’ın ilk yapıtlarında Türk okuruna sunduğu bir yenilik, yarattığı bu kadın imgesidir. Bu imge toplumda birbirine karşıt olarak algılanan bazı değerleri uzlaştırdığı için önemliydi. İslam-Osmanlı geleneklerine göre ev kadını olarak yetiştirilmiş, kapalı, basit ve cahil kadın, aydın kesimin gözünde geri kalmış bir uygarlığın simgesi gibiydi. Beri yandan, Batılılaşmış «asrî» kadın da köklerinden kopmuş, değerlerini şaşırmış, serbest davranışları kuşku uyandıran bir kadındı. Adıvar’ın kahramanları işte bu çelişkiyi kendilerinde uzlaştırmakla bir özleme cevap veriyorlardı. Çünkü bunlar hem Batılılaşmış hem de ulusal değerlerine bağlı kalmış, hem okumuş ve serbest hem de namus konusunda çok titiz, ahlakı sağlam kadınlardı. Gerektiğinde bir erkek gibi spor yapan, ata binen bu kadınlar dişiliklerini de korumayı başarmışlardı üstelik.
Adıvar tragedya öğesini aşk ile ahlak ilkeleri arasındaki çatışmaya dayandırmak isterse de ‘acıklı’dan öteye gittiği söylenemez. Denebilir ki romanlarındaki iç çatışma da mutsuz sonuç da kadının üstün özelliklerini, gücünü ve yüksek ahlak anlayışının gerektirdiği soylu davranışını kanıtlamak amacına yöneliktir.
Halk için yazayım derken, romanın sanat yönüne, tekniğine hiç özen göstermemesi Gürpınar’ın usta bir yazar olmasını engellemiş, tek kelimeyle onu basitliğe sürüklemiştir. Bu yüzden bazı eleştirmenlerce küçümsenmiş ve hor görülmüştür. Ama bütün kusurlarına karşın, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi «Türk romanında hakiki konuşma Hüseyin Rahmi ile başlar ( ) Edebiyatımıza sokak onunla girmiştir.» Gerçekten de Türk romanına İstanbul’daki günlük yaşamın canlılığını ve sıcaklığını ilk getiren odur.
Firdevs Hanım’ın şöhretinden ötürü Bihter’in iyi bir evlilik yapabilme olanağı az. Unutmayalım ki, Adnan Bey’in teklifini kabul ederken, Bihter bu evliliğin-pekâlâ da yürüyeceğine inanıyor.
Çocuklara analık edecek, Adnan Bey’e iyi bir eş olacaktır. Bihter’in hatası, böyle zengin, bir evliliğin kendisini mutlu yapmaya yetmeyeceğini kestirememesi.
Aşk-ı Memnu topluma değil, bireye ve bireyler arası ilişkiye dönük romanlardandır. Uşaklıgil, somut ve tek olan bir evliliğin belli koşullar altında nasıl işlediğini, belli insanların arasındaki ilişkiler örgüsünün niteliğini ve gelişimini anlamaya ve anlatmaya çalışır.
Tanzimat romancıları ülke davalarında söz sahibi olmak isteyen, imparatorluğun derdine çare bulmaya ve göstermeye çalışan, siyasal faaliyetleri olan aydınlardı. Sanata eğitici bir araç olarak bakıyor ve yapıtlarında toplumsal sorunlara da el atıyorlardı. Abdülhamit’in karanlık istibdat döneminde yazan Edebiyat-ı Cedide’çiler ise içine düştükleri karamsarlıkla hayata küsmüş, siyasete sırtlarını dönmüş, kendi toplumlarından da, sorunlarından da hayli kopmuş insanlardı. Romanlarının kahramanları da hayata yenik düşmüş, hayal kırıklığına uğramış duygusal kişilerdir. Edebiyat-ı Cedide’ciler sanatı, halkı eğitmek ya da bilinçlendirmek yolunda bir araç saymadıkları için halka seslenen romanlar vermek şöyle dursun, aydınlara seslenen yapıtlarında da yararlı olmak amacını gütmüyorlardı. Kendi çevrelerini çirkin bulan, Batı’ya ve onun edebiyatına hayran bu yazarlar teselliyi «güzel»de, onu da Batı modeli sanatta arayan bireycilerdi diyebiliriz.
İç konuşma ile bilinç akımının birbirinden nasıl ayrılacağı tartışma konusudur, ama incelikleri bir yana bırakırsak bir iki ana özellik üzerinde anlaşma olduğunu söyleyebiliriz. Bilinç akımı da roman kişisinin kafasının içini okura doğrudan doğruya seyrettiren bir teknik. Şu farkla ki iç konuşma gramer bakımından düzgün, sentaks kurallarına uygun cümlelerle yapılan sessiz bir konuşmadır. Ve düşünceler arasında mantıksal bir bağ vardır. Bilinç akımında ise karakterin zihninden akıp giden düşüncelerde mantıksal bir bağ yoktur. Daha çok çağrışım ilkesine göre akarlar. Ayrıca gramer kuralları da gözetilmez. Bilinç akımında yalnız düşünceler değil duyumlar, imgeler de yer alabilir ve tam bir bilinç akımı tekniği ile okura bir sahne gibi sunulan, bilincin en karanlık, bilincin altına en yakın kesimidir.
İstibdada karşı savaşan ve meşrutiyete inanmış olan Namık Kemal özgürlük, eşitlik ve vatan gibi siyasal rengi olan fikirleri aşılamaya çalışır. Başta Yeni Osmanlılarla birlikte hareket ettiği sanısını uyandırmış olan Ahmet Mithat ise romancılığını ve gazeteciliğini eğitim yolunda kullanırken, halkı, Namık Kemal gibi siyasal amaçlarla etkilemeyi düşünmemiş, onlara ansiklopedik bilgi vererek kültürlerini arttırmak istemiştir. Çünkü Namık Kemal gibi devrimci değildi ve ilerleme için genel kültür düzeyinin yükselmesinin şart olduğuna inanıyordu. Halka özellikle aşılamak istediği ve övdüğü şey ticarette çalışkanlık ve başarılı iş hayatıydı.
İbrahim Şinasi, Namık Kemal, Ahmet Mithat, Şemsettin Sami ve Samipaşazade Sezai’nin yapıtlarına bakacak olursak görürüz ki yalnız roman türünde değil, şiir ve tiyatro türlerinde de, uygarlaşmamız için gerekli görülen yeni birtakım anlayışların, kavramların, değerlerin, Batı’dan alınarak kendi toplumumuza mal edilmeleri amaçlanmaktadır. Bundan ötürü evlenme usulü, kadına karşı tutum, cariyelik kurumu, ticaret anlayışı gibi toplumsal sorunlar romanlarımızda eleştirilecek konular olarak seçilir.
Namık Kemal’in gazete ile hikâyenin aynı işlevi paylaştıklarına inanması ilginç ama doğaldır. Unutmayalım ki o dönemde gazeteler, bilim, edebiyat, tarih, coğrafya ve benzeri konularda yayımladıkları yazılarla, okurlar için bir çeşit açık okul görevi görüyorlardı.
Batılılaşmadan yararlanan Batı devletleri oldu; bir de azınlıklar ve güçlenen yüksek bürokrasi.
Edebiyat tarihlerinde, divan edebiyatı ve halk edebiyatı ikiliğinden söz edilir hep, ama gerçekte bu ikilik yalnızca edebiyat alanına özgü bir ikilik midir? Üst tabakanın halktan ayrılığı olgusu çok daha kapsamlı bir yabancılaşmayı ifade eder.
Türkiye’de roman, Avrupa’da olduğu gibi toplumsal koşullar sonucu doğmuş bir anlatı türü değildir, ama Batı’dan ithal ettiğimiz romanın bizde aldığı şekli ve yüklendiği işlevi anlamak için hem geleneksel hikâye türümüze hem de tarihsel ve toplumsal koşullara bakmamız gerekir. Unutmayalım ki Ahmet Mithat, Namık Kemal ve Mizancı Murat gibi ilk romancılarımızın kendileri o dönemin siyasal ve toplumsal sorunlarıyla uğraşan kişilerdi.
Yaratmak yaşamanın ya kendisidir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Anlamak bağışlamaktır.
“ -Biliyorum beyim sen de onlardansın emme.

– Onlar kim?

– Aha, Kemal Paşa’dan yana olanlar

– İnsan Türk olur da, nasıl Kemal Paşa’dan yana olmaz?

– Biz Türk değiliz ki, beyim.

– Ya nesiniz?

– Biz İslâmız, Elhamdülillah O senin dediklerin Haymana’da yaşarlar. (s. 200-201)”

“Her kadında, yırtıcı ve avcı hayvanattan bir şey vardır. Kuşu yakalayan kedide nasıl nihayetsiz bir hazzın raşeleri ve dişlerini bir ceylanın etine geçiren arslanda ne kadar derin bir şehvetin emareleri görülürse kadınlar da lâlettayin herhangi bir erkeği kendilerine râm etmekte o kadar büyük bir haz ve neşat [keyif] duyarlar.”
Bihter’in sonu da, nedenleri değişik de olsa, Madam Bovary’nin, Anna Karenina’nın sonudur.
İsa, Yahudileri gerçek imana getirmeye, onları kurtarmaya çalışır ve bir direnme ile karşılaşır. Kurtuluş Savaşı sırasında Türkiye’de de İsa gibi kurtarıcılık görevini üstlenmiş bir Mustafa Kemal ve yandaşları vardır, ama onların görevi tabii dinsel değil ulusaldır.
Romanın en önemli kişisi Bihter, genellikle yanlış anlaşılmış ve gereğinden fazla suçlanmış bir kadındır. Oysa yazar, Bihter’in nereden başlayıp nereye geldiğini, düşüşünün psikolojik nedenlerini iyi açıklamak için çaba gösterir.

[…]

Bihter başta namuslu bir kadındır ve namuslu kalmak için çırpınır; ne var ki içinde bulunduğu koşullar ve yaratılışındaki bir eğilim, onu önüne geçilmez bir zorunlulukla, kocasını aldatan bir kadın yapar. Bu gelişim hep, neden-sonuç ilkesine göre yürütülür ve Uşaklıgil özellikle psikolojik nedenler üzerinde durarak bu kaçınılmazlığı belirtmeye çalışır. Üç aşamadan geçer Bihter: 1) Genç kızlık emellerine kavuşacağı umuduyla zengin Adnan Bey ile evlenen ve görevini yapmaya çalışan Bihter. 2) Hayal kırıklığına uğradığı için mutluluğu yasak bir sevgide bulan Bihter. 3) Bıkıldığını ve terkedildiğini anlayarak kıskançlıkla boğulan ve intikam için her şeyi yıkıp intihar eden Bihter.

Cemil Yener’e sorarsanız yapıtın tezi şudur: Servet, genç bir kadına aşk ihtiyacını unutturamaz kendinden çok küçük yaştaki bir kızla evlenen erkek aldatılmayı göze almalıdır.²
zorba devlet halkı zincire vurabilir ama manevi kuvvetlere derunî teslimiyet gösteren bireyin ruhunu zincirleyemez, onu ezemez.
Nihayet Firdevs Hanım’ın kızı olmuştu; evet, yalnız onun için gitmiş, bu adamın kollarında mülevves [kirli] bir kadın olmuştu. Başka bir sebep bulamıyordu. Demek onun kanında, kanının zerrelerinde bir şey vardı ki, onu böyle sürüklemiş, sebepsiz, özürsüz Firdevs Hanım’ın kızı yapmıştı. Bütün bu günahın, bu levsin (pisliğin] mesuliyetini annesine atfediyordu. Bu kadına bir düşman idi, ondan nefret ediyordu, kendisini bu kadının kızı yapan kadere küsüyordu. (s. 124)
Zaten benim dünyada hissiyatımdan [duygularımdan] başka bildiğim hiçbir şey yoktur. ( ) Âlemde başından aşk geçmemiş kaç kişi bulabilirsiniz? Hele benden beş on kadarı geldi geçti ( ) İnsan ( ) sevmek ister, sevilmek ister. Bu muaşakayı [sevişmeyi] unutmak mutasevver değildir [düşünülemez]. Bin yıl sonra hatıra gelse yüreğinin cızladığını duyar. Lakin bir kere kendisini bir âfetin pençesine kaptırmış olan insan ilaherel ömür [ömrünün sonuna dek] o pençenin mağlubu ola gitmez. Bunun gibi nice pençeler insanın yüreğini tiftik tiftik eder. Hangisi daha galib gelirse yürek onun zebunu [esiri] olur.
İnsan doğuştan bencil bir hayvandır ve yaşam bu bencil insanlar arasında sonu gelmeyen korkunç ve iğrenç bir didişmedir.
Biliyoruz ki bizde roman, Batı’da olduğu gibi feodaliteden kapitalizme geçiş döneminde burjuva sınıfının doğuşu ve bireyciliğin gelişimi sırasında tarihsel, toplumsal ve ekonomik koşulların etkisi altında yavaş yavaş gelişen bir anlatı türü olarak çıkmadı ortaya. Batı romanından çeviriler ve taklitlerle başladı; yani Batılılaşmanın bir parçası olarak, Şemsettin Sami, Namık Kemal, Ahmet Mithat gibi, romanı ilk deneyen yazarlarımızın edebiyat ve roman ile ilgili yazılarını okuyacak olursak görürüz ki Avrupa edebiyatını ve romanını ileri bir uygarlığın işareti, kendi edebiyatımızı ve özellikle anlatı türündeki yapıtlarımızı da geriliğin bir işareti sayarlar.
insanlar, yaşamakta oldukları zamandan daha iyi, geçmiş bir zamanın düşünü kurmuşlardır hep.
Namık Kemal Mukaddime-i Celâl’de son on beş yıl içinde okur sayısının yüz misli arttığını söyleyerek, «İstanbul’da dükkâncılar, uşaklar gazete okuyor. Hiç olmazsa dinliyor,» dedikten sonra, bu sayede pek çok konuda bilgilerini arttırdıklarını, vatan sevgisi, milletin bağımsızlığı gibi şeyleri öğrendiklerini ekliyor ve bu gerçekler meydanda iken bazı kimselerin «Bizi gazeteler, hikâyeler mi terbiye edecek?» gibi laflar etmelerini üzüntü ile karşılıyor.
Her şeyden önce halkı eğitmek ve bunun için de dili sadeleştirmek gereğini duyan Şinasi, 1862’de çıkarmaya başladığı Tasvir-i Efkâr ile hem gazeteyi bir okul olarak kullanma yolunu açmış hem de yeni bir edebiyat anlayışını ortaya atarken edebiyatın da halkı eğitmek amacı ile kullanılması gerektiği düşüncesini savunmuştu
yazarlarımız yapıtlarına kahraman olarak kızları seçiyorlardı, çünkü toplumda asıl aşağılayıcı durumda olan ve fikri sorulmadan evlendirilen onlardı.
Bu genç kızlar ana baba sözünden çıkmayan, erdemli, masum, edilgen ve yumuşak başlı bakirelerdir. Otoriteye baş kaldırmaktansa, sevgililerine sadakatlerini kanıtlamak için ölümü tercih ederler.
Biliriz ki romanda bir karakterle içli dışlı olur, onu belli davranışlara iten nedenleri iyice bilir, iç dünyasını yakından tanırsak onu yargılamakta güçlük çekeriz.
“Şurası muhakkak ki, bir insanın hayatı bazen bir sanat eseri kadar güzel olabiliyor”

AHMET HAMDİ TANPINAR

Recaizade Ekrem Araba Sevdası’nda sözünü ettiğimiz iki yöntemi [iç çözümleme ve iç konuşma] de kullanır, ama iç konuşmaya verdiği önem ve bilinç akımının da Türkiye’de ilk kez kullanılması, romanın, üzerinde durulması gereken bir özelliğidir (sf. 80). Recaizade [bu yöntemleri kullanarak] bize kahramanın iç dünyasını açmaya çalıştığı için Bihruz birçok yönleriyle içini dışını en iyi tanıdığımız züppe tipi olur (sf. 84)
Biliyoruz ki bizde roman, Batı’da olduğu gibi feodaliteden kapitalizme geçiş döneminde burjuva sınıfının doğuşu ve bireye Hurin gelişimi sırasında tarihsel, toplumsal ve ekonomik koşulların etkisi altında yavaş yavaş gelişen bir anlatı türü olarak çıkmadı ortaya.
Peyami Safa’ya göre kadın, aklı ile değil, içgüdüleri ile
davranan bir yaratık olduğu için «memleket sallandıkça
kadın kalbi bu zikzaktan kurtulamaz»
İnsan Türk olur da, nasıl Kemal Paşa’dan yana
olmaz?
– Biz Türk değiliz ki, beyim.
– Ya nesiniz?
– Biz İslamız, Elhamdülillah O senin dediklerin
Haymana’da yaşarlar.
Kadının ebediyeti zekâsında değil, rahmindedir. Yeni
kadın yaratıcılığın merkezini şaşırmıştır. Pirandelli
mütercimi olarak değil, bir çocuk anası olarak
ebedileşebilirsin.
Çürütmeye çalıştığı inançlar, dinde kölelik ruhu
aşılayan, tevekkül, alınyazısı, kısmet ve rızk gibi,
insanları haksızlıklar karşısında boyun bükmeye iten miskinleştirici inançlardır. Halk bunlara inandığı sürece
sömürülmekten kurtulamayacaktır.
Gürpınar’a göre insanoğlu bencil ve çıkarcı olduğu için, sınıf değiştirerek
üste çıkanlar da alttakilerin tepesine binmeye bakar her
zaman. Böylece, bu romanlardaki sosyalizm sorunu da
bir ahlak sorununa dönüşür.
Türk edebiyatında, bir iki sayfayla da olsa, ekonomik
adaletsizliğe, emek ve sermaye sorununa, sömüru düzenine değinen ilk roman da şıpsevdi olur.
Her şeyden
once halkı eğitmek ve bunun için de dili sadeleştirmek
gereğini duyan Şinasi, 1862’de çıkarmaya başladığı
Tasvir-i Efkâr ile hem gazeteyi bir okul olarak kullanma
yolunu açmış hem de yeni bir edebiyat anlayışını ortaya
atarken edebiyatın da halkı eğitmek amacı ile
kullanılması gerektiği düşüncesini savunmuştu.
istibdada karşı savaşan ve meşrutiyete
inanmış olan Namık Kemal özgürlük, eşitlik ve vatan
gibi siyasal rengi olan fikirleri aşılamaya çalışır.
Anlamak bağışlamaktır.
Hayatımı düşündükçe daima kendimde seyirci haleti ruhiyesinin hakim olduğunu gördüm.
Türk romanına eleştirel bir bakış kendi türünde şimdiye değin yapılmış incelemelerin en yetkini Edebiyatla yakından ilgili olan herkesin mutlaka okuması gereken bir başyapıt
(Hilmi Yavuz)
“İnsan çeşitli alanlardaki güzeli kavrayarak yoğun bir duygu hayatı yaşamalı”
Böylece, toplumsal gerçeklik yerine bireylerin psikolojik mekanizmasına eğilen Aşk-ı Memnu, Batılılaşmış bir aileyi konu edinmekle beraber, Batılılaşma sorununu işleyen romanlardan farklı bir türe girer ve Mehmet Rauf’un Eylül’ü, Halide Edip Adıvar’ın ilk romanlarıyla birlikte, Türk romanında ayrı bir çizgi oluşturur.
Bireysel ilişkilerin ve sorunların işlendiği romanlar, başta da söylediğim gibi, toplumla ve yaşamla genel bağlar kuran bir anlam taşımadığı için, yazar, bu eksikliği biçimsel güzelliklerle gidermeye çalışır.
Bazı kusurlarına rağmen Aşk-ı Memnu en başarılı Türk romanlarından biri olduğuna göre meziyetleri ağır demektir. Aşk-ı Memnu gerçekten de zengin bir roman. Bihter’in trajik öyküsü, Nihal’in iç yolculuğu ve cennet bahçesi mitosunun dışında, biçimsel yönden bir özelliği de var.
Bir romana yan olayların sokulması, hatta ikinci bir olay örgüsünün yerleştirilmesi doğaldır. Yeter ki bunlar, ana temayı aydınlatan, ona katkıda bulunan, onu güçlendiren ya da asıl kahramanın kişiliğini belirtmeye yarayan şeyler olsun.
Nihal’in öyküsünü kendi başına ele alırsak Aşk-ı Memnu’nun, yalnızlaşma tema’sını da içeren bir bildungsroman (büyüme romanı) olduğunu görürüz.
Anlamak bağışlamaktır.
Gerçi evlenmeye karar vermesinde Adnan Bey’in serveti rol oynar, ama bundan ötürü Bihter’i suçlamamamız lazım, çünkü yazar, onu bu evliliğe iten başka nedenleri de belirtir. Bir kere, evlilik Bihter için kızlarını çekemeyen anasından kurtulmanın tek çaresi. Ayrıca, Firdevs Hanım’ın şöhretinden ötürü Bihter’in iyi bir evlilik yapabilme olanağı az. Unutmayalım ki, Adnan Bey’in teklifini kabul ederken, Bihter bu evliliğin pekâlâ da yürüyeceğine inanıyor. Çocuklara analık edecek, Adnan Bey’e iyi bir eş olacaktır. Bihter’in hayatı, böyle zengin bir evliliğin kendisini mutlu yapmaya yetmeyeceğini kestirememesi.
Aşk-ı Memnu topluma değil, bireye ve bireyler arası ilişkiye dönük romanlardandır.
Kısacası Araba Sevdası’nın konuşulan Türkçeye çevrilmiş baskısı Recaizade’nin romanı olmaktan çıkmış.
İç konuşma ile bilinç akımının birbirinden nasıl ayrılacağı tartışma konusudur; ama incelikleri bir yana bırakırsak bir iki ana özellik üzerinde anlaşma olduğunu söyleyebiliriz. Bilinç akımı da roman kişisinin kafasının içini okura doğrudan doğruya seyrettiren bir teknik. Şu farkla ki iç konuşma gramer bakımından düzgün, sentaks kurallarına uygun cümlelerle yapılan sessiz bir konuşmadır. Ve düşünceler arasında mantıksal bir bağ vardır. Bilinç akımında ise karakterin zihninden akıp giden düşüncelerde mantıksal bir bağ yoktur. Daha çok çağrışım ilkesine göre akarlar. Ayrıca gramer kuralları da gözetilmez. Bilinç akımında yalnız düşünceler değil duyumlar; imgeler de yer alabilir ve tam bir bilinç akımı tekniği ile okura bir sahne gibi sunulan, bilincin en karanlık, bilincin altına en yakın kesimidir.
İç konuşmaya gelince, bu yöntemde yazar aradan çekilir, aktarma görevini bırakır; okura roman kişisinin zihnini bir sinema gibi seyrettirir.
Batı’da kullanılagelen iki ana yöntem vardı: İç çözümleme ya da ruhsal çözümleme (internal analysis) ve iç konuşma (interior monologue). Batı’dan romanı alan yazarlarımız da roman kişilerinin duygularını ve düşüncelerini okura sergileyebilmek için daha çok iç çözümleme yöntemini, çok seyrek olarak da iç konuşma yöntemini kullanmışlardır. İç çözümleme ile anlatıcı-yazarın araya girerek kahramanın duygularını, düşüncelerini okura aktarması yöntemini kastediyorum. Nabizade Nazım bu yöntemi çokça kullanmış.
yazar eğer gerçekliği yansıtacaksa yalnız kötüyü, çirkini değil iyiyi ve güzeli de anlatmalı.
Her yazar anlatıcı olarak az çok bir kişilik sergiler ve eleştirmenler bu kişiyi yazardan ayırmak için ona yazarın ikinci kişiliği ya da anlatıcı-yazar gibi adlar takmak gereğini duymuşlardır.
Felâtun Bey ile Rakım Efendi’de ise düzenleyici ilke tamamen başka: Yazarın, gerçek yaşamda doğru olduğuna inandığı bir görüş. Romanın öğeleri bu görüşü dile getirmek için araç olarak kullanılmış. Açıkça görülüyor ki, yazar doğru Batılılaşma ile yanlış Batılılaşmayı belirtmek üzere, iki kişinin tipik davranışlarını sergilemek amacıyla düzenliyor olay örgüsünü.
İnsan ( ) sevmek ister, sevilmek ister Bin yıl sonra hatıra gelse yüreğinin cızladığını duyar. Lâkin bir kere kendisini bir âfetin pençesine kaptırmış olan insan ilaherel ömür [ömrünün sonuna dek] o pençenin mağlubu ola gitmez. Bunun gibi nice pençeler insanın yüreğini tiftik tiftik eder. Hangisi daha galib gelirse yürek onun zebunu [esiri] olur.
-Ahmet Mithat
Âlemde başından aşk geçmemiş kaç kişi bulabilirsiniz?
-Ahmet Mithat
Batı ile Doğu’yu bir arada yaşama olgusu, yalnız devlet kurumlarında değil, diğer üstyapı kurumlarında da farklı değer sistemlerini yansıtan bir ikilik yaratmıştı.
Bu bakımdan Yeni Osmanlılarınki de toplumsal bir tabana oturtulmamış bir girişimdi. Ama beri yandan, Tanzimat Batıcılarının halktan kopma ve halka sırt çevirme yanlışına düşmediler. Düşmediler çünkü hem İslâm ideolojisinden vazgeçmeksizin Osmanlılıklarını sürdürerek Batı’dan yararlanmaktan yanaydılar, hem de Batı’dan ithal etmek istedikleri aydınlanma felsefesi gereği cehaletle savaşmak için halka yönelmek zorundaydılar.
Tanzimat’ta, ileride yararı görülecek işler yapılmadı değil, ama yanlış temellere dayanan bu hareket başarılı olamadı. Ne imparatorluğun dağılmasını önleyebildi ne de ekonomik bakımdan güçlenmesini sağlayabildi. Çünkü Tanzimatçılar Batı sanayiinin hangi ekonomik ve toplumsal koşullar sonucu doğduğunu bilmiyorlardı. Öngörülen girişimlerin başarıya ulaşması için alınması gereken önlemleri de.
Edebiyat tarihlerinde, divan edebiyatı ve halk edebiyatı ikiliğinden söz edilir hep, ama gerçekte bu ikilik yalnızca edebiyat alanına özgü bir ikilik midir? Üst tabakanın halktan ayrılığı olgusu çok daha kapsamlı bir yabancılaşmayı ifade eder. Nitekim Şerif Mardin, bu ikiliği, alanın genişliğini belirtmek için, büyük kültür ve küçük kültür gelenekleri olarak ortaya koyar.
Sahip olmadıkları birtakım meziyetleri ve özellikleri kendilerinde var sanan bu budalalar, kendilerini olduklarından ya daha akıllı ya daha güzel ya daha yetenekli sanırlar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir