İçeriğe geç

Şahbaba Kitap Alıntıları – Murat Bardakçı

Murat Bardakçı kitaplarından Şahbaba kitap alıntıları sizlerle…

Şahbaba Kitap Alıntıları

İslam dünyasının Türkiye lehindeki baskısının gittikçe genişleyerek önemini artırdığı bir sırada Fransa’da sertlik yanlısı Clemencau’nun siyasetten çekilmesi, Yunanistan’da Kral Alexander’in ölümü, Venizelos’un iktidardan düşmesi ve itilaf devletlerince pek de sevilmeyen Kral Konstantin’in dönüşü, bu devletleri Yunanlılara karşı her türlü taahhüdden kurtarmış olduğundan Türkiye hakkındaki siyasetleri de değişmişti. ( Dr. Metin Ayışığı, Toplumsal Tarih, Haziran Temmuz 1994)
Osmanlı Arşivlerinde yeni bulunup yayınlanan önemli bir belge şahısların yanısıra İstanbul yönetiminin de Anadolu’ya destek kararı aldığını ve Kuvâ-yı Milliye’nin iaşesini sağlama teşebbüslerinde bulunduğunu gösteriyor. (Süleyman Beyoğlu, Toplumsal Tarih, Mart 1995)
Sarayın yalnız adamı, tahta çıkışından önceki senelerde olduğu gibi hükümdarlığı boyunca da yapayalnız olmuştu ve ikbal merdivenlerinde bizzat yükselttiği en yakınları tarafından aldatılmıştı. Anadolu’ya geçme konusunu ayrıntılarıyla anlatırken bunu açık açık söyleyecek ve Aldatılmıştım! diye yazacaktır.
Mukaddesatı inkâr edip ahlâkiyatı hakir gördükçe medenileşeceğine iman eden bugünkü zihniyetin aksine inandırmak imkansız olduğuna göre, bütün tabii hakları gibi söz hakkı da kaldırılmış, kuvvetsiz bir hasım halinde sınır dışına atılarak müdafaa imkanı bırakılmamış bir aile erkânına bu devamlı ve haksız hücumların ne kadar nâmerd bir tariz, ne derece ayıp bir tecavüz olduğundan bahsetmek beyhudedir.

Şehzade Ömer Faruk’un Millici mahlaslı yazara hitaben yazdığı tekzib yazısı. YARIN, broşür numarası:6, 1933

Sabiha Sultan, Faruk Efendi’yle evlendiği sırada Mustafa Kemal Paşa Sivas’taydı. Haberi işittiğinde neler hissettiğini kimselere anlatmadı
Ama hadiseler başka türlü cereyan etse, Vahideddin veya Sabiha Sultan Genç Paşa’nın teklifine Evet!.. demiş olsalaydılar tarih nasıl yazılırdı, kim bilir?
Sarayın kapısında bekleyenler damâd-ı şehriyârî olma bahtiyarlığına erişmeleri halinde kavuşacakları binbirgece masallarından da zengin rüya gibi bir hayatın hayalindeyken, Sabiha Sultan elbiselerini ters-yüz ederek kullanmadaydı. Zira babası şehzadeliğinde de, hükümdarlığında da servet sahibi olamamıştı. Enver Paşayla evli olan kuzini Naciye Sultan harbin en acımasız günlerinde bile elbiselerini Viyana’dan getirtip mücevherler içinde yüzdüğü sırada veliahdın kızı Sabiha Sultan elbiselerini ters-yüz edip giymeye mecburdu ve babasının tahta geçmesinden sonra da hayatında hiçbir şey değişmedi.
.Efendiler, kuvvet herşeyde olduğu gibi belki ahlakiyat noktasında da gözönüne alınmalıdır. Arkadaşlıkta ve kardaşlıkta da kuvvet dengesini gözönüne almak lâzımdır. Zayıf olan, güçlü olanın mutlaka mahkumudur. İnsanlık, adalet, bütün prensipler, kaideler ikinci derecede kalır. Herşeyden evvel, kuvvettir.
Mustafa Kemal, TBMM Gizli Celse Zabıtları , l/139
1920 sonbaharında Meclis kürsüsünde artık başka Mustafa Kemal vardır ve bu Mustafa Kemal birkaç ay önce, 24 Nisan günü aynı kürsüde padişahtan bahsederken ecdad-ı kiramımızın bize en kıymetli yadigârı diyen, İstanbul’un aldığı kararların işgal baskısından kaynaklandığını anlatan ve .Ben, şahsen hiçbir şey düşünmem. Zat-ı Şahane’nin ağzından işitsem, bunun icbar ve tazyik altında olduğuna hukmederim ifadelerini kullanan Mustafa Kemal’den çok başkadır.
Peki, andlaşmaları onaylama yetkisi o dönemde kime aitti? Zamanın Kanun-i Esâsî’sine göre Andlaşmayı önce Meclis-i Mebusan onaylayacak, metin sonra Vahideddin’in imzasına sunulacak ve Sevres ancak bu tasdiklerin yapılmasıyla geçerlilik kazanacaktı.
Ama, bunların hiçbiri yapılmadı. Meclis yoktu, zira dört ay öncesinden, yani 11 Nisandan beri kapalıydı ve Vahideddin de metni zaten hiçbir zaman imzalamadı.
Sevres’in uygulanmamasının temelinde tabiiki onaylanmamış olmasından doğan hukuki geçersizlik değil, Anadolu hareketinin andlaşma metnini silah ve kanla yırtmış olması yatar.
Mustafa Kemal’in Samsun’a gidişi sırasında Damad Ferid Paşa Kabinesinde bulunan Rıza Tevfik’in yazdıkları ise kehaneti andırmaktadır:
Birgün Meclis’te hepimiz hazır bulunduğumuz sırada pek hararetli bir münakaşa oldu. Bu münakaşaya da ben sebep oldum. Sadrazama dedim ki:
-Ben bu mizaçta azim sahibi adamları pek iyi bilirim. Yunanlıları Anadolu’dan çıkaracağına da inanırım. Fakat zannetmeyin ki bu muvaffakiyeti sizin adınıza kaydedecektir. O bu işleri yaptıktan sonra sizin vücudunuza ne lüzum kalır? Bakınız, kendisi ne yapacaktır? Bunu da duvara yazıyorum, dostlarımız şahit olsun. En evvel ufak bir vesile ile güvenecek, istifasını verecek, sivil ve müstakil bir vatandaş olarak kendi hesabına çalışacaktır ve sırası gelince de isyanını olan edecektir, dedim.
Fes zahiren Türk’ün ve belki de Müslümanlığın bir alamet-i farikasıydı. Garbın medeniyetini, ilim ve irfanını almaya me’zun, hatta ilmi Çin’de bile bulsak tahsile memuruz. Fakat ne Avrupalı ve ne de Çinli olmaya mecbur değiliz.

Sultan Vahideddin’in Hatıraları (1925)

Cenab-ı Hakk’ın bir ismi de, Aziz-i zü’l-intikam dır. Ne diyelim, Din ve devletine, vatan ve milletine hıyanet eden her kim ise, Allah yed-i kudretiyle kahreylesin derim.

Sultan Vahideddin’in Hatıraları (1925)

Rauf Bey 7. madde konusunda kamuoyunu yatıştırmak için o günlerde sık sık demeçler verip maddenin sadece bir formalite olduğunu söyleyecek, hatta İstanbul’un yeni işgalinde bile Ama amiral Chaltrope bana söz vermişti diyecek, daha sonra Namussuz İngilizler beni aldattılar. Söz verdilerdi, tutmadılar diye konuşacak, Amiral Chaltrope hakkında yalancı, namussuz! ifadelerini kullanacaktır.
Vahideddin, çok sonraları da Ferid Paşa’dan bahsederken iç meselelerde çok bilgisizdi. İngilizlerle Mustafa Kemal Paşa’nın kurnazlığının kurbanı oldu ve bizi tam bir yenilgiye götürdü. Zavallı Ferid Paşa dünyaya İngilizlerin gözlüğüyle bakıyordu. Allah onu affetsin diye yazacaktır.
.İstanbul düşmanın resmen ve fiilen işgali altındadır. Bugün İstanbul demekle Londra demek arasında fark yoktur, işte, Londra mahiyetinde bulunan İstanbul’da maattessüf bütün İslam âleminin tapınırcasına bağlı olduğu halifemiz ve büyük ecdadımızın bize en kıymetli yadigârı olan padişahımız kalmış bulunuyor.
Daha dün okuduğumuz bir uydurmadan ibaret olan fetvayı hepimiz biliyoruz. Hürriyetine, serbestliğine sahip olan böyle bir Halife verdirir mi?
Mustafa Kemal TBMM Gizli Celse Zabıtları, ikinci in’ikad, 24 Nisan 1336(1920), ll/8-9.
Mütareke, galip tarafın mağluba istediği her şeyi dikte ettirmesi demektir ve Vahideddin’e göre devletin bu aşamadan sonra içinde bulunduğu durumdan kurtulabilmesi için tek bir çare vardır; Babasından ve ağabeyinden miras kalmış politikayı uygulamak; yani iki güçle, İngiltere’yle ve Fransa’yla iyi münasebette bulunup hadiseleri zamana bırakmak, başka bir ifadeyle vakit kazanmak.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Sultan Vahideddin tarih önünde değerlendirilirken iki husus mutlaka gözönünde tutulmalıdır: O zamanın şartlarına göre başka türlü davranmasına imkân olup olmadığı konusu ve o günkü ruh haliyle devlet ve sistem anlayışı.
Kaderin eseri olan yenilgimizden sonra zafer neş’esiyle mağrur ve intikam hesabı yapma mevkiinde bulunan İngilizlerin zıddına hareket etmemek, Fransız ve İngilizleri gücendirmemek şeklinde uysal bir uyuşma politikamız vardı.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Ben, babam Abdülmecid gibi daima İngiltere’nin dostu oldum. İngiltere’nin insaf ve adaleti sağlayacağına inanıyorum.
Hamidiye Kahramanı ve Bahriye Nazırı Rauf Bey’in Limni Adası’nın Mondros Limanı’nda demirli İngiliz Agememnon zırhlısında 1918’in 30 Ekim’inde imzaladığı mütareke hemen ertesi günü hem Istanbuľu, hem Avrupa başkentlerini birbirine soktu.

Mütarekenin 7. maddesi güvenliklerini tehdit eder mahiyette bir hadise yaşanması halinde, müttefiklere İmparatorluğun stratejik noktalarını işgal hakkı veriyordu. Rauf Bey maddeye önce karşı çıkmış ama Amiral Calthrope “İstanbul’un işgal olunmayacağına eminim. Müttefikler hiçbir zaman İstanbul’u işgal etmek fikrinde değillerdir. Lakin mütarekeye İstanbul’un işgalini istisna eden bir fıkra koymak yersizdir” deyince ikna olmuş ve imzasını atmakta sakınca görmemişti.

Müttefiklerin ve başbakanı Eleutherios Venizelos’un baskısına sadece iki sene dayanabildi. 1916’da bir müttefik donanmasının Yunan sahillerini ablukaya alıp bazı yerleri işgali üzerine 1917’nin 12 Haziran’ında tahttan feragat etti, tacını küçük oğlu Aleksandr’a bırakıp sürgüne gitti. Müttefikler yerine büyük oğlu Yorgo’nun gelmesine bile izin vermemişlerdi.

Aleksandr daha 27 yaşındaydı ve iktidarın dizginlerine babasını tahtından eden Başbakan Venizelos hâkimdi. Yunanistan’ın herşeyiyle savaşa katılması, İzmir ve Ege’nin işgali maceraları Aleksandr’ın krallığında yaşandı.

Tahtta sadece üç sene kalabildi. Evcilleştirdiği ve eliyle beslediği maymunu, Atina sarayında her sabah şakalaştıkları sırada dişlerini genç kralın boynuna geçirdi. Aleksandr birkaç gün sonra hayata veda etti, yeni kralı seçmek için 5 Aralık 1920’de yapılan referandumdan Konstantin’in adı çıktı; tahtın eski sahibi sürgünden kahraman gibi döndü ve üç yıl önce zorla indirildiği tahta bu defa halkının desteğiyle oturdu.

Yunanistan’ın Alman kanı taşıyan kralı Konstantin Prusya’dan, Alman askerî akademisinden mezundu. Alman ordusunda subaylık yapmış, Alman İmparatoru Wilhelm’in kızkardeşi Prenses Sophia’yla evlenmişti. Balkan Savaşı’nda Yunan ordusunun başında o vardı. Balkanlardaki Osmanlı topraklarının Yunanistan’ın olmasını o sağlamış ve savaştan hemen sonra, 1913’te Yunan tahtına geçmişti.
Ferid Paşa işgal günü İzmir’den başka hatlar üzerinden güç-belâ alinabilen birkaç telgrafı saraya gönderirken, ahaliye yapılan zulüm ve hakaretlerden sözeden bahisleri çiziyor, üzerlerine sadece elim vakadan sonra” ibaresini koyuyordu. Zât-ı şâhâneyi üzmek, huzurunu kaçırmak istemiyordu
Posta ve Telgraf Umum Müdürü Refik Halid Bey, İzmir’den Başmüdür Vekili Naşit imzasıyla bir telgraf aldı: “Maliye Müfettişi Muvaffak Bey’in Yunan ordusunun birkaç saate kadar şehri işgal edeceğini haber verdiği yazılıydı telgrafta. Refik Halid Bey telgrafı Dahiliye Nazırı Mehmed Ali Bey’e götürdü. Ve nazır, tarihte eşine herhalde asla rastlanmayacak bir gariplikte bulundu: İzmir Valisi’ne bir telgraf yollayıp “küçük düşürücü ve gereksiz yere heyecan yaratıcı açıklamalar yaptığı için müfettiş Muvaffak Bey’in tutuklanmasını, muhafaza altında Istanbul’a getirilmesini emretti. Haber, yalandı nazıra göre. Muvaffak Bey uyduruyordu, zira eski âyân Meclisi Reisi Rifat Bey’in oğluydu ve üstelik İttihadçıydı
İstanbul’daki Ingiliz Yüksek Komiser Vekili Amiral Richard Webb’di arayan, Mondros Mutarekesi’nin müttefiklere gerektiğinde İmparatorluğun diledikleri yerini işgal hakkı veren 7. maddesi uyarınca İzmir’in işgal edileceğini haber verdi Amiral. Müttefik birlikleri, yarın izmir’e çıkacaklar dedi, işgali böylelikle resmen tebliğ ettiğini söyledi sadrazama.
Mütareke’den sonra 2 Kasım gecesi Ittihad ve Terakki’nin lider kadrosu ortadan kaybolmuş, İzzet Paşa kabinesi istifa etmiştir. Yeni hükümeti Tevfik Paşa kuracaktır, Yıldırım Orduları Kumandanı Mustafa Kemal Istanbul’a dönmüştür ve Tevfik Paşa değil, yeniden İzzet Paşa sadrazam olmalıdır ona göre. Zira Meclis’te çoğunluk hâlâ Ittihad ve Terakki’nin elindedir, dolayısıyla hükümeti bu çoğunluğa dayanarak yeniden İzzet Paşa kurmalıdır. Hatta yeni hükümet listesi de hazırdır ve Harbiye Nazırı makamının yanında, Mustafa Kemal Paşa’nın ismi vardır.
Paşa, İsviçreli bir hanımla evlidir ve ikisi erkek dört çocuğu vardır. Büyük oğlu İsmail Hakkı Bey 1916’da Vahideddin’in büyük kızı Ulviye Sultan’la evlenir ve Paşa’nın hükümdar dünürlüğü işte bu evlilikle doğar.
Vahideddin’in diğer paşası, dünürüdür: Tevfik Paşa Paşa, Kırım hanlarının soyundan gelir; 1845’te İstanbul’da doğmuştur. Askeri okula gider, süvari teğmeni çıkar ve paşalardan birinin bayramını tebriğe gitmesi sayesinde terfi ettiği iddia edilince ordudan ayrılır. Babıâli’ye girer, oradan Hariciye’ye geçer. Kâtiplikten başlar, zamanla büyükelçi olur ve sefaretten sefarete dolaşır. İkinci Meşrutiyet’le kurulan Said Paşa Hükümeti’nin hariciye nazırı, 31 Mart hadisesinde sadrazam, dünya savaşına girdiğimiz sırada da Londra’da büyükelçidir. 1918 Kasım’ıyla 1919 Mart’ı arasında iki defa daha sadarete gelecek, bir yerde Ferid Paşa’nın yaptıklarını temizlemekle vazifeli olan son hükümetini 21 Ekim 1920’de kuracak, saltanatın ilga edildiği 1922 Kasım’ına kadar iktidarda kalarak Osmanlı Devleti’nin son sadrazamı unvanını alacak, imparatorluğun cenazesini kaldırmak da ona düşecektir.
– Affedersiniz, çok özel bir soru fakat öyle bir olay ki, belki Türk tarihinin akışını bile değiştirirdi, çok kötü veya çok iyi de olabilirdi. Bu iki yönlü olayı sizin ağzınızdan öğrenmeme müsaade ediniz?” Lütfen sorunuz dedi.

– Çok duyduğuma göre, Mustafa Kemal Paşa sizi istemiş, pederiniz razı olmamış. Doğru mudur?”

– Evet, istemiş. Benimle konuşmuş değildir amma ben çekindim ve istemedim. Zira, önümde hiç de iyi örnek olmayan Enver Paşa ve Naciye Sultan’ın hayatı vardı. Sonra tanınmış, haris bir kumandanla aile hayatı kurabileceğime inancım yoktu!” dedi.

Ben, nişanlımı beklemek tarafdarı idim. Fakat arada yakın bir dostumuz bir haber getirdi. Şevki Paşa memlekette durumu iyi görmediğinden ve kendisini tehlikeye karşı bırakmak istemediğinden filan bahsetmiş.
Bunu duyar duymaz, babama gidip Faruk’la evleneceğimi söyledim. Şaşırdı ve anlayınca kabul etti. Evlendik. Neslişah ve Hanzade İstanbul’da dünyaya geldiler. Birisi 1,5 yaşında, diğeri kucağımda vatanı terkettik.
Birgün babamın yanına girdim.
– Ooo Sabiha, gel bakalım, ne haberler getirdin, ne var, ne yok? deyinevvelâ sustum, sonra: Darılmazsanız bir haber duydum” diyerek, Ferid Paşa’nın sadrazam olacağını duyduğumu söyledim. Babam “Buna inandın mı?” dedi. İnanmadığımı, amma söylendiğini tekrarladım. O zaman, Benim onun hakkındaki kanaatimi bilirsin. Olmaz böyle şey, inanma! deyince ben de sevindim ve çıktım. Aradan kısa bir müddet geçti ve Ferid Paşa sadrazam oldu. Çok üzülmüştüm ve babama bunu açıklamaktan kendimi men’ edemedim. mecbur oldum, bir gün bunları sana anlatırım” deyince; Oldu, şimdi anlatın Neye mecbur oldunuz?” dedim.
Ben kızı olarak ve ölümüne kadar başucunda olan en sevdiği bir insan olarak şunu bütün şerefimle temin ederek ve Osmanlı Imparatorluğu’nun bütün şan-şeref dolu varlığını ortaya koyarak söylemek isterim ki: Babam asla hain değildir. En koyu, sağlam bir vatanseverdi, öyle yaşamış, öyle ölmüştür.
Biz herşey olabiliriz. Cahil, tecrübesiz, hatalı bir siyasete kapılmış olabilir ve zararlar da verebiliriz amma Osmanoğlu olarak nasıl vatan haini olabiliriz?
Babam, 40 yıl imparatorluğu idare eden ağabeyi Sultan Abdülhamid’in “Ingiliz dostluğu, Fransız yakınlığı” politikasını benimsemişti. Esasen çözülmüş, zayıflamış olan imparatorluğu toparlamak, dağılmaktan kurtarmak için amcam Abdülhamid, kendi tabiri ile, “Ali’nin külahını Veli’ye, Veli’nin külâhını Ali’ye giydirmekle otuz yıldır canım çıktı. Öyle kurtardık. Adamlar -yani İttihadçılar-, kimseye danışmadan, hatta kendi aralarında bile istişare etmeden sanki yağma varmış da geç kalınacakmış gibi Balkan Harbi ve arkasından Birinci Cihan Harbi’ne ve ilk defa Alman dostluğuna kapılarak maceralara atıldılar ve bu hale getirdiler! Yazık değil mi?” derdi.
Babam yaradılış itibariyle çekingen, çok mütevazi, muhiti çok dar, dostu, arkadaşı yok denecek kadar az bir insandı. Âlâyişten, süsten, gezip tozmaktan hoşlanmaz, paraya hiç düşkün olmayan bir insandı. Yalnız bir sarsılmaz vasfi, vatanını çok sevmesi idi. Başına ne geldiyse, bu yurd sevgisinin o günlerin gidiş ve olaylarına uygun düşmemesinden gelmiştir.
Babam, Ferid Paşa’yı sevmezdi. Karakterleri bu kadar zıt iki insan bulunamaz. Sonuna kadar da sevmedi. Ferid Paşa Avrupa’da bilhassa İngiltere’de bulunmuş, kimseyi ve muhitini beğenmeyen, küçük gören bir adamdı.
Tam ismi Mehmed Ferid’dir, Şûrâ-yı Devlet azasından Seyyid Hasan Izzet Efendi’nin oğludur, 1853’te Istanbul’da doğmuştur. Genç yaşta hariciyeye girmiş Paris, Berlin, Petersburg ve Londra sefaretlerine çalışmış, Londra’da ikinci kâtipken Bombay başkonsolosluğuna tayin edilmiş ama tayini kabul etmemiş, o arada sultanlardan birine, Sultan Abdülmecid’in kızı Mediha’ya koca seçilmiş, saraya damat oluvermiştir.
Mediha Sultan o sırada 30 yaşındadır, duldur ve altı yaşındaki oğlu Abdurrahman Sami’yle beraber Hazine-i Hassa’nın kendisine tahsis ettiģi Baltalimanı’ndaki sarayda yaşamaktadır.
Nizâm-ı âlem için kardeş boğdurma rekoru ise aynı günde 19 kardeşini birden idam ettirmesiyle Üçüncü Murad’ın oğlu Üçüncü Mehmed’e aittir.
Abdülmecid’in 41 çocuğu olmuştu. 1861’in 4 Ocak günü Dolmabahçe Sarayı’nda bir çocuğu daha oldu. Gülistû Hanım’ dan doğmuştu. Erkekti, Mehmed Vahideddin adını koydular.
Sadrazam Talat Paşa’nın istifasını vermesiyle Ittihad ve Terakki’nin on senelik iktidarı çöküvermiş, Tevfik Paşa yeni hükümeti bir türlü kuramamıştır. Bu defa Izzet Paşa denemektedir aynı işi.
Mustafa Kemal, yeni hükümeti Izzet Paşa’nın kurmasını istemekte ve bir de hükümet listesi göndermektedir saraya. Listeye kendi ismini de yazmıştır.
Vahideddin’in şehzadelik yıllarını bilenler, onun ağabeyi Abdülhamid’le yakınlığının saraya mensup hemen herkesi kıskandırdığını söylerler.
Hizmetkârlarına karşı her zaman himayekârdı, nazik ve insaflı davranırdı. Bir gün kalfalardan biri babama yanlışlıkla maden suyu yerine ev işlerinde kullanılmak üzere boş bir şişeye boşaltılmış neft yağından vermiş, o da farkına varmadan ilk yudumu yutunca hayli rahatsızlanmıştı. Hiçbir teselliye kulak asmayan bu zavallı kızcağızı çektiği azap ve endişeden kurtarmak ve aynı zamanda kendisine olan emniyetini göstermek için derhal hususi kilerciliğine tayin ettiğim pek iyi hatırlarım.
Kendisi pek küçük yaşta öksüz ve yetim kaldığı için, kimsesizlere karşi büyük bir merhamet duyardı. Fakirlerle alâkadar olur, çocuklarının mektep paralarını, ölenlerin cenaze masraflarını temin eder, hastalarına ve cenaze masraflarına yardımda bulunurdu.
Mustafa Kemal Paşa’yı Sultan Vahideddin veliahdlığında, Sultan Mehmed Reşad’ın mümessili olarak Almanya’ya birlikte yaptıkları seyahatte tanımış, her ikisi de yekdiğeriyle pek iyi anlaşmış ve harbin Almanya tarafından kazanılması ihtimalinin artık kabil olmadığı kanaatine varmışlardı. Memlekete döndüğü zaman Sultan Vahideddin, Mustafa Kemal Paşa’nın çok uzağı gören, zeki, muktedir, cesur bir zat olduğunu ve istikbal için kendisinden pekçok şeyler beklenebileceğini söylemiş, Bu seyahatimden yalnız böyle bir kumandana malik olduğumuzu öğrenmek memnuniyetiyle dönüyorum” demiştir.
Babam Sultan Vahideddin, 2 Şubat 1861 senesinde, Dolmabahçe Sarayı’nda doğmuştur. Babası Sultan Abdülmecid’in vefatında altı aylık idi. Amcasının cülûsunda validesi Gülüstu Kadınefendi ve ablası Mediha Sultan’la birlikte, Eyüp’teki eski bir sultan sarayı olan bir yalıya gönderilmiş, dört yaşına geldiği vakit, validesi o esnada zuhur eden kolera salgınından vefat etmiştir. Bu vaziyet üzerine ablası Mediha Sultan, büyük biraderi Mehmed Kemaleddin Efendi’nin validesine, babam ise Sultan Abdülmecid’in haremlerinden ve Naile Sultan’ın validesi Şayeste Kadın’ın himaye ve terbiyesine verilmiştir. Her iki kardeş, ayrı iki üvey anne elinde büyümüşlerdir.
Babam kendi arzu ve hevesiyle ilmin her noktasına imkân derecesinde çalışmış hatta Fatih Medresesi’nde gizli olarak ilm-i kelàm, fıkıh, tefsiri Kur’an ve hadis-i nebevîyi bilhassa tahsil etmiştir . Babam Arapça’yı büfün kavaidiyle bilir, anlar fakat konuşamazdı. Farisi’yi (Selman-ı Farisi) heman ona yakın bilirdi. Ecdadından birçoğu gibi iyi denecek derecede bir hattattı. Bilhassa rık’a hattı mükemmeldi . Sonraları yalnız kurşun kalemle yazdığından hattı oldukça kaybetti.
Babam bizi ben dört buçuk, kardeşim üç yaşında iken eski usul üzre bir merasimle okutmağa başlattı. Bu merasim mevludu’n-nebi kandilinde yapıldı. Babamın kendisine mahsus bir sistemiyle aynı senenin ramazan-ı şerifinde Kadir gecesi hatim duası yine usulü vechile merasimle icra olundu. Bu yalnız benimki idi. Zira kardeşim çok küçük olduğundan, bir sene sonra Kuran-ı Kerim’i hatmetti.
Babam, alaturka musikiye çok meraklı idi. Kendisi hiçbir saz çalmamakla beraber musikinin bütün gavamızma vakıf ve aynı zamanda iyi denilecek derecede bir bestekårdı. Sarayımıza Levon Usta ve Melekset Efendi namında diğer bir usta haftada iki defa gelirler ve saraydaki sazende kalfalara keman, ud, kanun ve santur, hanendelere de nota ve usul talim ederlerdi.
Babamı tanımaya başladığım zaman ancak dört yaşında olduğumu tahmin ediyorum. Babam, Sultan Abdülmecid-i evvelin en küçük oğludur. Babasını altı aylık ve annesini dört yaşında kaybetmiş, üvey ana elinde dadı, daye ve bir de Anadolulu bir lala arasında büyümüş, zayıf uzunca boylu, ince uzun kara bıyıklı ve yaşından daha ziyade gösteren 35 yaşlarında bir zat idi.
Aile mensupları, hükümdarın cülûsu tebriğe gelen yakınlarına “Tahta değil, kubura oturdum dediğini de naklediyor.
Ittihad ve Terakki erkânı veliahd Vahideddin Efendi’yi tahta davet için Çengelköy’e giderler. Vahideddin’in misafirleri üç kişidir: Sadrazam Talat Paşa, başkumandan vekili ve Harbiye Nazırı Enver Paşa ve Şeyhülislam Hayri Efendi.
İttihad ve Terakki iktidarı ilk büyük şaşkınlığını 1918’in 3 Temmuz günü yaşar.
Siyasetin değil, bir başka âlemin darbesidir bu. Tahtta kaldığı dokuz sene iki ay altı gün boyunca partinin bir dediğini iki etmemiş olan yaşlı ve hasta hükümdar, Sultan Reşad, o gün diğer âleme göçüverir. Boşalan taht, işin en başından itibaren Ittihad ve Terakki’den uzak durmuş, hatta nefret etmiş olan 57 yaşındaki veliahd Vahideddin Efendi’ye aittir. Sadrazamlık koltuğunda ise partinin güçlü adamı Talat Paşa vardır.
Saray, sultanların tedavi maksadıyla sık sık Avrupa’ya gitmelerini bile hoş karşılamamaktadır. Sultan Reşad, İslâm hilâfetini ve Osmanlı saltanatını bünyesinde barındıran hanedana mensup kadınların Avrupa şehirlerinde dolaşmalarının kötü niyetliler tarafından başka şekillerde yorumlanacağı gerekçesiyle, 4 Eylül 1916’da bir irade çıkartır ve Avrupa’ya gidişleri yasaklar. İradede “Osmanlı doktorlarını ve memleketin çeşitli yerlerindeki kaplıcaları kullanınız” denmektedir.
Yaşlı hükümdar manevî bağ içerisinde olduğu bir yakınına, Sütlüce Sâdî Tekkesi Şeyhi Elif Efendi’ye bir gün “Herkes benim hiçbir işe karışmadığımdan, hatta Kanun-ı Esasî’nin bana verdiği hakları bile kullanmadığımdan şikâyetçi. Halbuki böyle yapmasam bu herifler (İttihadçılar’ı kastediyor) beni Konya’ya gönderip Cumhuriyet ilân ederler. Ecdad mirası saltanatın bekaası için böyle yapıyorum” diye yakınmış; İttihad ve Terakki’nin tozu dumana kattığı günlerde, hiçbir şeye niçin müdahale etmediğini soran bir başka yakınına da tahttan indirilen ağabeyi Abdülhamid’in akıbetine uğramaktan duyduğu endişeyi dile getirmiş ve Herkes bana işlere karışmıyor diyor. Meşrutiyet zamanında ben işe karışacak olursam biraderin suçu neydi?”
Osmanlı tahtında oturan üç hükümdarın, amcasıyla iki ağabeyinin yani Abdülâziz’le Beşinci Murad’ın ve Abdülhamid’in peşpeşe tahttan indirilmiş olması. Üstelik, Abdülaziz’in devrilmesinden beş gün sonra intihar mı yoksa cinayet mi olduğu hâlâ tartışılan kanlı bir şekilde hayata veda etmesi; büyük ağabey Murad’ın çıldırdığı iddiasıyla tahtından olması ve ölümüne kadar tam 28 sene hapis hayatı yaşaması; öteki ağabeyi Abdülhamid’in de devrilmesinden hemen sonra Selanik’te bir köşke, derken Istanbul’da bir saraya, Beylerbeyine kapatılması.
Zarif insandı Sultan Reşad Zarif ve zarafetinin aksine, siyasette o derece zayıf Zayıflığı, iktidarın gerçek sahibi olan İttihad ve Terakki’den çekinmesine, hatta korkmasına bağlandı. Bu yüzdendir ki, partinin istediği herşeyi hemen yerine getirdiği ve hayatî hadiseler karşısında bile Memnun oldum!” yahut “Mahzuz oldum!”dan başka tek bir söz etmediği ve yorum yapmadığı yazılıp söylendi.
Babam kırk yıl imparatorluğu idare eden ağabeyi Sultan Abdülhamid’in ‘İngiliz dostluğu, Fransız yakınlığı’ politikasını benimsemişti. Esasen çözülmüş, zayıflamış olan imparatorluğu toparlamak, dağılmaktan kurtarmak için amcam Abdülhamid kendi tabiri ile, ‘Ali’nin külâhını Veli’ye, Veli’nin külâhını Ali’ye giydirmekle otuz yıldır canım çıktı. Öyle kurtardık. Adamlar -yani İttihadçılar-, kimseye danışmadan, hatta kendi aralarinda bile istişare etmeden sanki yağma varmış da geç kalınacakmış gibi Balkan Harbi’ne ve arkasından Birinci Cihan Harbi’ne ve ilk defa Alman dostluğuna kapılarak maceralara atıldılar ve bu hale getirdiler! Yazık değil mi?’ derdi. İşte, babam da bu siyasetin devamı tarafdarı idi. Ve yazık ki tahta çıktığı zaman iş işten geçmişti.
İlk çocukları evlenmelerinden (Emine Nazikeda Başkadınefendi) üç sene sonra, 1888’de doğar. İsmini Fenire koyarlar. Genç şehzadenin bu ilk sultanı sadece birkaç hafta yaşayacaktır. Derken 1892’nin 12 Eylül’ünde Fatma Ulviye dünyaya gelir; iki sene sonra, 19 Mart 1894’te Rukiye Sabiha. Seneler sonra, 1912’nin 5 Ekim’inde bir çocuğu daha olur: İlk ve tek şehzadesi Mehmed Ertuğrul Şehzadenin annesi Meveddet Hanım Kahire’de 1944 yazında, mahiyeti anlaşılamayan sadece bir günlük bir hastalıktan sonra hayata veda edecektir. Öldüğünde henüz 32 yaşındadır
Edebiyatla, şiirle, musikiyle ve güzel sanatların diğer dallarıyla uğraşmak Osmanoğullarında aile geleneğidir. Padişahların ve şehzadelerin birçoğu hem şair, hem bestekârdır. Meselâ Fatih, Şehzade Cem, Yavuz, Kanuni Süleyman, Birinci Ahmed ve diğerleri divan teşkil edecek sayıda şiir kaleme almışlar; Üçüncü Selim, İkinci Mahmud, Abdülâziz ve Şehzade Korkud gibi isimler profesyonel ayarda besteci, Üçüncü Ahmed ve İkinci Mahmud da aynı ayarda hattat olmuşlardır.
Serdar ekrem Ömer Paşa Hersek’e doğru yola çıkarken Abdülmecid’e vedaya gitmişti. Allah selâmet versin dedi hükümdar. İnşaallah muvaffak olup gelirsin. Fakat beni bulamayacaksın. Yakın vakitte gelsen de bulamazsın. Beni karılarım ile kızlarım bitirdi.
Dediği çıktı, 25 Haziran 1861’de dünyaya veda etti. Yerini yedi yaş küçük kardeşi Abdülaziz aldı.
Islahat Fermanın Hristiyanlar lehindeki maddeleri Müslüman teb’ayı huzursuz etmişti. Tahrik edilen hacılar 15 Temmuz 1858 günü Cidde’de halka saldırıp Fransız konsolosuyla İngiliz konsolos yardımcısını öldürünce ingiliz ve Fransız donanması Cidde’yi bombaladı. Bütün bunlar olup biterken İngiltere ve Fransa, Osmanlı Devleti’yle savaş değil, barış halindeydi.
18 Şubat 1856’da Abdülmecid, meşhur Islahat Hatt-. Humayunu’nu neşretti. Bu yeni fermanda Gülhane Fermanı’nı tamamlayan hükümler vardı. Askerlik artık mecburiydi, Hristiyanlar da askere alınacaktı ve tabii Müslümanlar kadar Hristiyanlar da fermanın aleyhindeydi. Fermanın okunduktan sonra atlas keseye konulması sırasında İzmit piskoposu dua edelim de şu ferman bir daha o keseden çıkmasın” dedi.
(1853)O yılın 3 Temmuz’unda Rusya, Babiali’yi isteklerini kabule zorlamak müttefik orduları gelmeye başladı. Meşhur Kırım Savaşı başladı, Sivastoharp ilan edildi. Ingiltere ve Fransa’yla ittifak yapıldı, Türk topraklarına pol kuşatıldı. Şehir 9 Eylül 1855’te müttefiklerin eline geçti ama Anadolu imzalanan anlaşmayla sona erdi. Sivastopol oluyorlardı. Ruslar’ iade edildi, Kars geri alındı. Anlaşmanın en önemli tarafi belki de Savaş Paris’te 30 Mart’ta . Bu maddeyle Türkiye Avrupa devleti sayılıyor, bağımsızlığıyla toprak bütünlüğüne Avrupalılar kefil 7. maddesiydi 9. madde Avrupalılar’ın Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmayacağını hükme bağlıyordu.
1853’te Kavalalı derdine ilâveten bir de Teselya’yla Epir isyanları patladı ve imparatorluk yıllarca Makamat-ı Mübareke işiyle uğraştı. Rusya, Babali’den Ortodoks kiliseleri için ayrıcalıklar ve değişmez teminatlar istiyordu. Osmanlı Devleti’yle ilgili olarak tarihlere geçen meşhur hasta adam ifadesi işte bu sırada ortaya çıktı. Çar Birinci Nikola, Petersburg’daki İngiliz sefiri Sir Hamilton Seymour’la konuşurken Osmanlı İmparatorluğu’ndan hasta adam diye bahsetmişti.
Gülhane Fermanı’nın arkasından başka islahat kararları geldi. Gelişigüzel asker toplanmasına son veren yeni bir askere alma usulü kabul edildi, idadiler kuruldu, Maarif-i Umumiye Nezareti’yle bir çeşit Osmanlı Akademisi olan Encümen-i Dâniş açıldı. Türkiye’nin ilk telgraf hattı Istanbul-Edime-Varna arasında o senelerde çekildi.
Asıl kıyamet 1858’in 27 Ağustos Cuma günü, Abdülmecid Babiali’ye gittiği zaman koptu. Hükümdar atından inip kimseyle konuşmadan dairesine girdi. Kızkardeşi Adile Sultan’ın kocası Kapdanıderya Kıbrıslı Mehmed Ali ve Serasker Rıza Paşa’yı çağırdı. Mehmed Ali Paşa’dan gelini Refia Sultan’ın 60 bin keselik borcunun hesabını sorup “Niye mani olmadın? dedi. Abdülmecid’in kızı Refia Sultan, Paşa’nın oğlu Edhem Paşa’yla evliydi. Paşa haberi olmadığını söyleyince hünkârdan fasih bir cevap aldı: “Kethüdası olacak Eşref katırı senin adamın değil midir? . Sonra, “Siz bunları yapıyorsunuz tâ ki ben kederimden öleyim deyu. Lakin Abdülmecid düşmanlarini gönderir de sonra gider. Sen Aziz Efendi’ye dahi tarafdarsın. Hain herif! Sen din ü devlete ve padişaha hainsin, hem katilsin. Avrupa’da düello derler bir âdet var. Ben de seninle birer tabanca alıp karşı karşıya çıkalım. Birbirimize tabanca atalım buyurdu Hünkar.
Sonraları devletin başına tam bir belâ açacak olan ilk dış borçlanma işte bu sırada, 28 Haziran 1855 günü yapıldı. Fuad Paşa Ingiltere ve Fransa’dan yüzde dört faiz ve yüzde bir amortismanla beş milyon ingiliz altını istikraz etti. Devletin gelirleri ve bilhassa Mısır vergisiyle İzmir ve Suriye gümrük hasılatı borca garanti gösterilmişti . Haber Istanbul’a gelince altın düşmeye başladı. Hazine nefes aldı ama sonraları yine sefahate dalındı.
Sultanların ve saray kadınlarının israfı zamanla haddi öylesine aştı ki, masrafta onlardan hiç de geri kalmayan Abdülmecid bile çileden çıktı. Önce ihtarla başladı işe. Kızı Münire Sultan’a kızlar ağasını gönderip Akıllarını başlarına toplasınlar. Artık aşırıp taşırdılar. Tekdir şöyle dursun, adeta döğdürürüm” dedi. Sultanın yeni aldığı yirmi bin keselik eşyayı da iade ettirdi.
İnşaatlar hükümdarın gözünde devletin en mühim işi haline gelmişti başını yiyecek derecede önem kazandılar. Meselâ Sadrazam Ali Paşa, bir defasında Abdülmecidin saray merak yüzünden sadaretten atıldı. Hükümdar, Çırağan’ın yıkılıp yeniden yapılmasını istemişti. Paşa “İnşallah hazine-i hassa yoluna girince daha iyisini yaparız. Şimdi sıkıntısı vardır” deyince ertesi gün azledildi ve eski sadrazam Reşid Paşa tekrar geldi sadarete.
Osmanlı hükümdarları yemeklerini tek başına yerlerdi. Devletin taaa ilk zamanlarından beri bu böyleydi. Geleneği bizzat Abdülmecid bozdu. Rus Çarı’nın kardeşi Konstantin Kudüs’ü ziyaretten dönerken Istanbul’a uğramıştı. Padişah Küçüksu kasrında Konstantin’le aynı masada kuşluk taamı etti.
Abdülmecid’in tahta çıktığı 1839 yılında imparatorluğun vaziyeti hiç de parlak değildi. Devlet bir âlem, saray daha da âlemdi. Paşalar birbirini yemede, kadınların israf yarışı hâzineyi tarumar etmedeydi.
Cenâb-ı hak bize pek çok seneler firsat verdi. Ne çare ki biz adam olup da istifade edemedik ve bütün bütün fenalığa yüz tuttuk. Velhasıl en istifade edilecek fırsat günlerinde bir garib gafletin çıkmaz yoluna ve dalâlete gidildi ”
Güneş daha yeni doğmuştu
Biraz sonra demir alındı Gözlüklü adam zırhlının kıç tarafında, ayaktaydı Şehrin sisler içinde hayale dönen siluetini seyrediyordu Gözleri hafiften yaşarmıştı herhalde Belki çıktığı sonrasız yolculuğun muhasebesini yapıyordu, belki 61 yıllık ömrünün Belki de ufukta artık seraba dönen şehri bir daha görüp göremeyeceğinin elemindeydi
Sonra bir yağmur başladı Marmara ağlıyordu, Istanbul ağlıyordu, ve güvertedeki gözlüklü adam, Abdülmecid Han oğlu Sultan Altıncı Mehmed Vahideddin de ağlıyordu Istanbul, 1922’nin 17 Kasım Cuma sabahına gözü yaşlı girdi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir