Cumali Sever kitaplarından Bilim Tarihine Adanan Ömür Kırk Derste Fuat Sezgin kitap alıntıları sizlerle…
Bilim Tarihine Adanan Ömür Kırk Derste Fuat Sezgin Kitap Alıntıları
Başarı bedel ister!
Çok azı, bırakır iz ler
Korkunç bir kalabalık
Sadece ve sadece izler
Ve okuduğunu ömrüne, dokuduğun kadar
Gelmişiz dünyaya, milliyet nedir öğretmişiz!
Mehmet Akif Ersoy
Yusuf Has Hacip
Peki sıra dışı bir hayat nasıl yaşanır?
Cevap kısa ve net:
”Sıradan bir hayat yaşamayarak ”
Hayatını, vatanın değerlerine adayanlar; kendi milletinin gönlünde, vatanları durdukça yaşarlar.
Ömürlerini, kitaba ve ve bilgiye harcayanlar, harcadıkça zenginleşirler. Zengin bir hayat hikayesi ile ömürleri kitaplaşır ve bize hayat sunarlar. Tıpkı Fuat sezgin hoca gibi.
İnternet ve sosyal medya ile gerekli gereksiz bilgi sağanağına maruz kalıyoruz. Kendi tarihimizle ve kendi değerlerimizle beslenemediğimiz takdirde ve kendi ruhumuza ait bilgileri, doğru kaynaklardan öğrenmediğimiz sürece kendi öz varlığımızı ne yazık ki sürdüremeyiz. Çünkü dizi, film ve internet paylaşımlarında, yoğun bir kültürel savaş ve yozlaşma söz konusudur. Eğer kendi tarihsel ve kültürel değerlerimizi koruyamazsak kendi öz varlığımızı kaybederek başkalaşmaya başlarız. Bunu önlemenin yolu ise kendi milli, kültürel ve tarihsel birikimimizi doğru kaynaklardan öğrenmekten geçer.
”Hedefsiz de bir güzel iz bırakılmaz mı? diyorsanız cevabım:
”Mümkün değil. ”
Çünkü bir hedefi olsun ki insanın nereye gideceğini bilsin.
Bir hedefi olsun ki okumaktan ve çalışmaktan zevk duyabilsin.
Bir hedefi olsun ki başkalarının hedefleri arasında kaybolup gitmesin.
Bir hedefi olsun ki ”her şeye rağmen ” devam edebilsin.
Bir hedefi olsun ki hayata ve hayatına tat verebilsin, renk katabilsin ve vazgeçilmez olsun.
Nice hedefsiz insanlar dolu çevremiz.
Yaşadığını zanneden ancak hiç yaşamadan günlerini tüketen.
Gelin düşünelim birlikte. Saatlerce tablet, telefon ve bilgisayarda sadece oyun oynayanlar için bu, bir hedef mi? Yoksa bu oyunları yapanların mı hedefi?
İnternette, sosyal medyada öylesine zaman kaybetmek, bir hedef mi? Yoksa başkalarının hedeflerine alet olmak mı?
Asıl sorulması gereken soru: ”Yaşadığımız hayat ne kadar bizim ve ne kadar bizden? ”
Bugünkü müzikte notaların temelinin 9. yüzyılda yaşamış Müslüman sanatçıların eserlerine dayandığını biliyor muydunuz? Mesela Kindi, bir çok alanda çalışma yaptığı gibi müzik alanında eserler ortaya koymuştur. Kindi, müziğe dayalı eserlerinde harflere dayalı, kendine özgü bir müzik sistemini kullanmıştı. Bu sistemle her sese bir harf veriyordu. Bu uyguladığı sistem müzik sanatında yüzyıllarca kullanılacaktı. Daha sonraki yıllarda müzik alanındaki eserleriyle Farabi, yüzyıllarca Avrupa’daki müzik sanatına etki edecekti.
Bugün kullandığımız notalar ”do, re, mi, fa, sol, la, si ” şeklinde olsa da; 9. yüzyılda Müslüman sanatçılar, sesleri ifade eden notaları, ”dal, re, mim, fa, sad, lam, sin ” sesleriyle yani Arapçadaki harflerle gösteriyordu. Sizce de bu kadar benzerlik tesadüf mü?20. yüzyıl müzik tarihçisi C. Engel Avrupa’daki müzik sanatının gelişimi hakkında neler söylüyor:
”Sekizinci yüzyılın başlarında Avrupa’ya ilk geldiklerinde müzik ve müzik aletleri yapımında Avrupalı uluslardan daha ileride olan Araplar, bu sebeple bu müzik alanında harikulade bir etki yaratmışlardır.
Şimdi de eserleri ve çalışmalarıyla tüm dünyada çığır açan meşhur tıp bilginimiz İbni Sina’ya kulak verelim:
”Tedavinin en iyi ve en etkili yollardan biri hastanın akli ve ruhi güçlerini artırmak, ona hastalıkla daha iyi mücadele için cesaret vermek, hastanın çevresini sevimli hale getirmek, ona en iyi musikiyi dinletmek ve onu sevdiği insanlarla bir araya getirmektir. ” diyerek etkili ve kısa yoldan sıhhat ve afiyetle olmanın yolunu gösteriyor bizlere.
(İşte bu kanıtlayan bir örnek, ülkemizde yakın bir zamanda yapılan bir araştırmada ramazan ayında en çok tüketilen içeceğin kola olduğu ortaya çıkmış. Burada sürekli reklamlarla oluşturulan algının ne kadar etkili olduğunu rahatlıkla görmekteyiz.)
Özgür olmadıktan sonra ”Altın zincirlerim var. ” diyerek övünmek akıl karı mıdır? Günümüzün en modern, en sinsi ve en tehlikeli esareti nedir biliyor musunuz?
”Ellerin değil zihinlerin zincirlenmesi ” dir.
Elbette okunacak kitap da ilmimizi, seviyemizi, değerimizi ve azmimizi arttırmalı ki, kitap da değerli olsun ve onunla ruhumuz huzur bulsun.
Değerli canlar candan dostlarım.
Okumak; zihnimizin inşası, kalbimizin neşesi ve ruhumuzun dirilişidir. Okumaya bu ruhla bakmadıkça, kitaplara bu inançla sarılmadıkça ve ibadet aşkıyla yaklaşmadıkça okuduklarımızdan bir sonuç elde edemeyiz. Aynı zamanda okuduklarımızın bir hayrını göremeyiz. Sadece boş vakitlerimizi doldurmuş oluruz ki o kadar. Sahi, kitap bir boşluk doldurma aracı mıdır ki, boş zamanı doldursun? Hem hangi vakit, boş ki?
Özetle söylemek gerekiyorsa en önemlisi: Önce düşünebilmek ve önce harekete geçerek gerçekletirebilmektir. Bizler eğer hız çağında hareket etmezsek, düşünmeye devam ederken veya harekete geçmeyi beklerken kendi fikirlerimizin başkaları tarafından gerçekleştiridiğini büyük bir şaşkınlıkla görebiliriz.
Atasözümüzdür, ”Erken kalkan, yol alır. ”
Bugün bu sözü güncellersek ”Erken düşünen ve hızlı hareket eden yol alır ve dünyaya yol gösterir. ” Hatırlayalım ki yapılan çalışmalar, yazılan bütün eserler ve üretilen icatların tamamı, hep düşünebilmenin ürünü değil midir?
Telefonlar ve cep telefonları ilk önce düşüncede gelişti.
Arabalar ve uçaklar, önce zihinlede bir düşünce tohumuydu.
Uzayda yolculuk ve Ay’a seyahat etmek, önce sadece bir fikirdi. Ama bunlar, bilgi ve gayretin kanatlarıyla gerçekleşti. Televizyon, bilgisayar ve internet, geçtiğimiz yüzyılın hayaliydi, günümüzün ise gerçeği.
Şimdi bizler, bilim, sanat ve teknolojide gelecek yüzyıllara Türkiye’nin mührünü basmak istiyorsak şunu çok iyi bilmek zorundayız.
”Bir Avrupalı veya Amerikalı ya da Çinli bir öğrenciden daha çok düşünmek zorundayız. Daha çok fikir üretmek mecburiyetindeyiz. ”
İkinci Ders: Sulanmayan çiçek açmaz. Yani bir günlük sulamayla yeşermez çiçek. Her gün sulanması ve düzenli olması gerekir. Planlı ve programlı bir çalışma hayatı ile başarı elde edebiliriz ancak. Asıl vurgulamak istediğim konu, süreklilik ilkesi yani. Biz buna istikrar diyoruz. Toprakta tutan ve bizi sevindiren kar, sürekli yağan kardır. Bir yağıp bir yağmayan ve uzun uzun aralıklarla gönülsüz yağan karın toprakta tutmayacağı gibi gönülsüz ve uzayıp giden aralıklarla canı istediğinde çalışanların hayatında da başarı tutmaz.
Üçüncü Ders: Ekilmeyen toprak hayat bulmaz. Yani harekete geçmedikçe, sadece planlamak ve düşünmek başarılı olmak için yeterli değildir. Buna da çalışkanlık ve girişimcilik ilkesi diyebiliriz. Eğer güzelliklerin hayatımızda ve ülkemizde serpilip gelişmesini arzu ediyorsak güzel çalışmalara imza atmak zorundayız. Bu arada iyiler tembel oldukça kötüler zafer kazanmaya devam edecektir. Çünkü gül ekmeyen gül koklayamaz. Tabii, bu arada gülü koklarken ara sıra dikenine katlanmasını da bileceğiz. Yani bize bir dördüncü ders gerekir.
Dördüncü Ders: Gül dikensiz olmaz. Yani her ne iş yapıyorsak ”sabır ” bizim yol arkadaşımız olmalıdır. Neye karşı sabır derseniz eğer; bende başarana kadar her şeye sabır, cevabını veririm. Sizce de Fuat Hoca zorluğa, yokluğa, yalnızlığa, çalışmaya, uykusuzluğa ve kendi nefsinin isteklerine sabretmemiş olsaydı başarabilir miydi?
Beşinci Ders: Başarı bedel ister. Fuat Sezgin Hoca’nın hayatına; özellikle de ilkokul, ortaokul ve lisedeki şartlarına baktığımızda herhangi bir geleceğinin olmayacağını düşünebiliriz. Bir de ülkeyi yönetenler tarafından çalıştığı üniversiteden de uzaklaştırıldığını ve yurt dışına gitmek zorunda bırakıldığını düşünürseniz şartlar daha kötüleşecektir. Burada bizim geleceğimiz adına altın bir hisse düşmektir. ”Düşmek kalkmak içindir. Düşüp kalkmak için değil.
Görünüşte sıfırı bile tüketmiş olabilirsiniz. Yokluklar zorluklara; zorlukla imkansızlıklara karışmış olabilir. Tüm bu koşullar içerisinde bile ümidinizi ve azminizi elden bırakmazsanız, her doğan günün en büyük fırsat ve nimet olduğunu bilerek büyük bir heyecanla çalışırsanız başladığınız nokta ile vardığınız zirve arasında dağlar kadar fark olacaktır. (Tıpkı Fuat Sezgin Hoca’nın hayatı gibi) Geleceğiniz noktayı siz bile hayal edemeyeceksiniz.
Özellikle de 2. Beyazıd zamanında 1488 yılında Edirne’de inşa edilen Darüşşifa’da akıl hastaları, müzikle tedavi ediliyordu. Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde bu konuya uzunca değinmektedir. Tam burada İstiklal Marşı’mızın unutulmaz şairi Mehmet Akif Ersoy’un iki dizesini hatırladım:
”Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz:
Gelmişiz dünyaya, millet nedir öğretmişiz! ”
Şiirin devamında insanlık karanlık içerisinde boğuşurken ve her tarafı karanlık sarmışken tarihte kurduğumuz medeniyetimizle karanlıkları bir güneş gibi aydınlatmışız, diyor. Elbette güneş doğudan doğar ve yükselir. Emin olun, yine doğudan yükselecek gelecekte. Ancak bunun için öncelikle medeniyetimizin güneşi ile aydınlanarak çağın bilgisini özümsememiz gerekir.
16. yüzyılda Müslümanların bilimsel alanda araştırma hızı biraz düşmeye başladı. Avrupalılar, Müslümanlardan aldıkları bilimle 17. yüzyılda ilerlemeye başladılar. İlerlemenin kaynağı Müslüman bilim adamlarının eserleri olmasına rağmen, tercüme yapanlar kaynak belirtmedikleri için bilimin kendilerine nasıl ulaştığı zamanla unutulmaya başlandı. Belki de bilimi Müslümanlardan aldıklarını bilmek istemediler. Mesela, İbni Sina’nın bir kitabı yüzlece yıl, Aristo’nun kitabıymış gibi okutuldu.
18. yüzyılda uydurdukları Rönesans kelimesi ile tüm bu bilimsel gelişmeleri, yunan kaynaklarına dayandırdılar. Batılılar arasında insaflı olanlar da vardı. Mesela Fransız yazar Voltaire, Alman Goethe gibi. Özellikle din ve felsefe tarihçisi Ernest Renan yayımladığı kitabında (Averroes et I’Averosime) Müslüman bilim adamı İbn Rüşd’ün Avrupa’yı fikirleriyle derinden etkilediğini yazdı. Yine aynı çağda yaşayan başka bir filozof olan Heinrich Ritter, İslam bilimlerinin Avrupa’ya etkisinin çok büyük olduğunu ısrarla savunuyordu. Fransız olan JJ. Sedillot ve oğlu Müslümanların astronomide büyük başarılar gösterdiklerini ortaya koydular.
Başka bir araştırmacı Woepcke 11. yüzyılda yaşayan Ömer Hayyam’ın ”Cebir ” isimli kitabını yayımladı. Bu kitabın Fransızca çevirisiyle Batılıların yanlış bilgilerini çürüttü. Başka bir araştırmacı da Alois Sprenger, 1864 yılında hem de 10. yüzyılda yaşayan Müslüman bilim adamı olan Makdisi’nin kitabını okuduktan sonra onu ”Yaşamış en büyük coğrafyacı olarak ” ilan ediyordu. Daha sonraki çalışmalar gösterdi ki, Müslüman bilim adamlarının 10. yüzyıldaki başarılarına Avrupalılar ancak 19 .yüzyılda ulaşabileceklerdi.
Öncelikle Müslümanların tarih sahnesinde ortaya koydukları başarıları, somutlaştırarak gösterdi. Bu da kendimiz keşfetmemiz açısından çok ama çok önemliydi.
Biz, elbette kahraman bir milletiz. Ancak sadece tarihte savaşlarla var olmadık. Bilime, kültüre ve sanata etkilerimiz de sayılmayacak kadar çoktur. Çünkü çok iyi biliyoruz ki, her ne kadar ”zafer ” savaş meydanlarında kazanılsa da asıl kalıcı zaferler, bilgiyle ve eserlerle elde edilmektedir.
”Bu bilim merkezine, kim bir kitap yazarak veya tercüme ederek bir kitap getirse o kitabın karşılığı, kitabın ağırlığınca altın olarak ödenecektir. ” Bilim merkezin kitap ve bilgiyle zenginleşmesi için konulan bu karar çok rağbet gördü. Beyt’ül Hikme, dünyada benzeri olmayan zengin bir kütüphane ile bilimin merkezi konumuna yükseldi. Bir zaman sonra vezir Bermek’i, Halife Memun’a gelerek ”Sultanım, bilim merkezi için koyduğumuz kitap bağışı ile ilgili kararı değiştirelim. Aksi takdirde hazinede altın kalmayacak. ” dedi.
Halifa Memun ”Niçin? ” diye sordu. Vezir de:
”Efendim, siz bu bilgilere çok değer verdiniz. Onlarda işin kolayına kaçmaya başladılar. Eskiden kitapları ceylan derisi ile kaplarken şimdi ise daha fazla altın almak için öküz derisiyle kaplıyorlar ve biz bu bilginlere altın yetiştiremiyoruz. ” diyerek şikayette bulundu.
Halife Memun’un cevabı muhteşemdir. Bir zamanlar kurduğumuz medeniyetin nasıl kıtalar arası hızlıca yayıldığının da kanıtıdır.
”Vezirim, bende seni akıllı bilirdim. Ne zaman altın, bilgiden daha kıymetli oldu ki? Asıl biz kârdayız, altın veriyoruz ama bilgi alıyoruz. ”
Yusuf Has Hacip, ne güzel özetlemiş gelişmeyi, büyümeyi ve yükselmeyi hem de yüz yılarca öncesinden.
”Bilgiye hakim olan dünyaya hakim olur. ”
Almanya’da bilime katkısından dolayı kendisine ”2009 Hessen Kültür Ödülü ” verilmek istenir. Kendisiyle beraber aynı ödülü, Alman Yahudiler birliği başkanı Salomon Korn da alacaktır. Ancak bu şahıs, İsrail’in Gazze’yi bombalarken ve masum çocuklar katledilirken İsrail lehine açıklamaları ile tepki çeken bir şahıstır. Fuat Hoca, vakur bir duruşla kendisine verilmek istenen ödülü alamayacağını ifade ederek reddeder. Bu duyarlı ve dik duruş, Almanya basınında çok büyük bir yankı uyandırır.
Bizim bizi aşan, tüm memleketi kuşatan, dünyayı merhametle saran hayallerimiz olmalı tıpkı Fuat Hoca gibi. İşte o zaman her yaşınızda tuttuğunuzu koparırsınız. Gencecik yaşınızda ülkenin sultanlarını tedavi eden İbni Sina olursunuz. 90 yaşınızda da olsanız Mimar Sinan olursunuz ve ustalık eseriniz olan Selimiye’yi dikersiniz bu vatanın topraklarına. Fuat Sezgin olursunuz 80-90 yaşlarında bile 13-14 saat çalışabilecek enerjiyi kendinizde bulabilirsiniz.
Aslında Canlar, biliyor musunuz?
Hayallerimizin ve gayretlerimizin büyüklüğü kadar yaşayabileceğiz. Bizim için hayat, mezarlığın kapısında bitmiyor. İnsan eseriyle yaşayamaz mı? Ürettikleri ile insanlığa kattığı değerlerle ölümsüzleşmez mi?
Sizi aşan hayalleriniz olsun dostlarım. Kendinize inanıyorsanız asla yerinizde duramayacaksınız. En önemlisi bir hiç uğruna zamanınızı; telefona, tablete, başıboş internette dolaşmaya yedirmeyeceksiniz. Kısacası güzel ömrünüzü, hedefsizliğe kurban vermeyeceksiniz.
Unutmayın hayallerinizi gerçekleştirecek olan yalnızca sizlersiniz. Bilmelisiniz ki, bu hayatta zamanı, bozuk para gibi harcadığınız kadar çabucak tükeneceksiniz. Ya da zamanınıza değer yüklediğiniz kadar ölümsüzleşeceksiniz. Tarihi dokuyan ölümsüzler gibi.
Bir de hayalleri sadece para kazanmak olanlar var. Sadece bir üniversite diploması alayım, deyip gerisi boş verenler. Hemen emeklilik gelse de bir tatil köşesinde tatil yapmayı hayal edenler, emin olun , bu hedeflerine ulaşacaklar belki..
Ya sonra?
Ne kadar yarına dokunabilecek ve ne kadar yarına kalabilecekler?
Kendi yarınlarını dokuyamayanlar, tüm insanlığın kurtuluşuna dair hedefleri değil gerçekleştirmek, akılların ucundan bile geçirebilirler mi, sanmıyorum. Çünkü onların hayat anlayışı şudur: ”Bu dünya böyle gelmiş böyle gider. ” , ”Boş ver, sen mi kurtaracaksın dünyayı. ” , ”Bak keyfine , sana ne? ”
Ne kadar acı değil mi? Zaten batı medeniyetinin gayesi tam da buydu. Onların hedefi; Müslüman gençlerin tarihi gerçeklerden habersiz, okumaya ve öğrenmeye ilgisiz, tamda yukarıdaki gibi, boş vermiş ve idealsiz bir gençlik olarak yetiştirmeleriydi.
Bir ideali, bir hedefi olmayanlar, elbette ömür sermayelerini bozuk para gibi harcarlar. Onlar için gün mü bitmiş, ay mı geçmiş, yıl mı yitip gitmiş hiç umurlarında değildir. Onlar için zaman, öldürmek için vardır. Halbuki ”zaman ”la yavaş yavaş ömrü, bir mum gibi eriyip tükenmekte ama haberi yok. Zamanı tüketirken kendisi tükeniyor farkında.
Unutulmamalı ki, ancak ve ancak hayali ve bir hedefi olanlar harekete geçebilir. Bilinmelidir ki hayalin de ”hayli uzun ” olanı var, ”hay ” demeden biteni var. Ne yazık ki hayatı bitmeden hayalleri bitenlerle dolu kıraathanelerimiz, kafelerimiz, sokaklarımız.
”Ordunun geçmesi için nehrin üzerine köprü inşa edilmesi gerekiyordu. Benden önce nice ustalar, köprüyü inşa etmek için çokça uğraştılar. Ne kadar uğraştılarsa bir türlü köprüyü kuramadılar. Zemin bataklıktı, kurulan köprü, bir zaman sonra yıkılıyordu. Köprü yapılması gerekiyordu ancak başarılı olunamamıştı. Köprü işini bana verdiklerinde hemen işe başladım. Allah’ın izni ve yardımıyla 10 günde köprüyü kurdum. Sultan Süleyman ve tüm ordu mutlulukla köprüden geçtiler. ”
Candan dostlarım, Mimar Sinan’ın, şimdi şöyle düşündüğünü varsayalım: ”Bu işi benden önce niceleri denedi fakat yapamadılar. Ya yapamazsam ne olur halim? Kimsenin yüzüne bakamam. Rezil olurum. ”
Böyle düşünseydi ve kendisinin önüne serilen ilk fırsatı zorluk olarak görseydi ve ilk adımı cesurca atmasaydı belki de Mimar Sinan, ”Baş mimar ” olmayacaktı. Kim bilir belki de kalfalık eserim dediği o muhteşem Süleymaniye Camii ve ustalık eserim dediği mükemmel sanat eseri Selimiye Camii bile, hayat bulamayacaktı. Mimar Sinan’ın özgüvenle ve Allah’ın yardımı ile yaptığı o güzel ve sağlam köprü, gelecekteki yapacağı yüzlerce eserine de adeta bir köprü oldu.
Peki gerçekler böyle midir? Maalesef gerçekler çok daha farklı. İlk defa ”koordinat sistemini ” yazan, 1000 #8242; li yıllarda yaşamış olan Türk bilim adamı İbn Sina’dır. Hem de Dekart’ tan yaklaşık 600 yıl önce. Bu konuyla ilgili Prof. Dr Selahaddin Haliov yaşadığı hatırayı bakın nasıl anlatıyor.
”Oxford Üniversitesindeki konuşmamda Dekart’ la ilgili dedim ki:
”Siz ortaokullarda hala Dekart koordinat sistemini öğretiyorsunuz. Eskiden bilmiyordunuz ancak şimdi ispat edildi. Siz de biliyorsunuz ki, ”Koordinat sistemlerini ” ilk defa İbni Sina yazdı. Dekart ondan, onun eserlerinden öğrendi. Neden değiştirmiyorsunuz? Niçin okullarda bu konuya ”İbn Sina Koordinat sitemi ” demiyorsunuz? Dediler ki:
”Bu dünyada artık böyle kabul görmüş, siz ne yapmak istiyorsunuz? ”
Biri de molada bana yaklaştı ve tehditle: ”Eğer böyle konuşursanız sizi bir daha davet etmeyeceğiz konferanslara. O artık gelenek olarak oluşmuş, zaten sizinkilerde kabul ediyorlar. ”
Evet bunu bizimkilerde kabul ediyor maalesef.
Evet, daha önce bilmiyorduk ve bizlerde öyle kabul ediyorduk. Şimdi doğrusunu biliyoruz. Bundan böyle madem onlar, doğru olmayan yanlışlarını ısrarla savunuyorlar. Bizler neden doğru olan ”gerçekleri ” haykırmayalım ki?
İşte ilk adımı Fuat hocamız attı. Şimdi sıra bizlerde?
”İbn Sina’nın Kitabü’ş-Şifa isimli ansiklopedisinin taşlara dair kısmı, Avrupa’da 12. yüzyıldan 1928 yılına kadar Aristo’nun bir kitabı olarak tanıtılıyor ve değerlendiriliyordu. Ancak 1928’de Holmyard adındaki bir İngiliz, Aristo’ya isnat edilen bu kitabın İbn-i Sina’nın Kitabü’ş-Şifa’sının bir kısmı olduğunu ispat etmiştir. ”
Bu tarihi gerçekler, Müslüman bilim adamlarının geliştirdikleri bilimin Avrupa’ya nasıl geçtiğini gösteren sadece küçük bir örnektir. Bunun gibi daha niceleri var maalesef. ”Biruni, Kindi, Cezeri, Farabi, İbn Sina, Gazali, İbn Rüşd, Ebu Bekir er-Razi.. ” gibi bir çok bilim ve düşünce insanımızın eserlerinden yüzlerce yıl yararlandılar. Ancak ne yazık ki yararlanmalarına rağmen çok az kişi kaynak gösteriyordu eserlerinde. Böylece bilimin kaynağı tarihin akışı içerisinde yavaş yavaş kayboluyordu. Şimdi tam da bütün bu anlatılanları özetleyen tarihi bir mektubu paylaşacağım sizinle. Bu mektupla yüzyıllar öncesine gideceğiz. 900-1200 #8242; lü yıllarda Avrupa’da bilim ve kültürel hayatın nasıl olduğuna tanık olacağız. Mektubu yazan Ortaçağ’ da İspanya’da bir papaz. Papaz, kendi zamanlarındaki öğrencilerden ve gençlerden yakınmaktadır. Bakın Papazın şikayet ettiği durum ne:
”Hristiyan kardeşlerimiz, ;Müslümanların şiirleri ve hikayelerinden zevk alıyorlar. Müslüman bilim adamlarının eserlerini, onları reddetmek için değil, Arapçayı doğru ve seçkin bir şekilde konuşmak için okuyorlar. Bugün kutsal metinlerimiz üzerine yazılmış Latince eserleri okuyan kilise dışından birini nerede bulabilirsiniz? Bugün, İncilleri, peygamberleri ve havarileri okuyan kim var? Heyhat! Bizim çocuklarımız, bizim kitapları okumuyorlar. En yetenekli ve en zeki Hristiyanlar, Arapça dışında hiç bir dil ve edebiyat bilgisine sahip değiller. Arapça kitapları, büyük bir dikkat ve heyecanla okuyorlar. Büyük paralar karşılığında bu kitapları alıyorlar ve her yerde Müslüman kültürüne övgüler yağdırıyorlar.
Öte yandan Hristiyanların kitaplarından söz etseniz küçümseyerek bu tür kitapların okunmaya değmediğini söylüyorlar. Ne kadar yazık! Hristiyanların artık kendi dillerini unutmuş durumdalar. Aralarında bir arkadaşına Latince mektup yazacak kişi bile binde bir çıkar.. (Mozarob Alvaro)
Sadece bu mektuptaki yazılanlar bile, bir zamanlar Müslümanların nasıl muhteşem bir medeniyet kurduklarını anlamaya yeterlidir aslında. Bugün bizler, tarihin altın sayfalarında kurmuş olduğumuz medeniyetleri tanımak ve anlamak mecburiyetindeyiz. Tanıyalım ki yeniden ayağa kalkma cesaretini kendimiz de bulabilelim.
Aslında bazen bizim gördüğümüz görünenden farklıdır. Beşinci yılın sonunda bambu ağacı, altı hafta gibi kısa bir sürede 27 metreye ulaşır. Beş yıllık yoğun bir bakım, sabır, çalışma ve sonrasında altı haftada ortaya çıkan bir sonuçtur bu. Şimdi biz diyebilir miyiz ki bambu ağacı altı haftada 27 metreye ulaşmıştır? Tabi ki diyemeyiz. Beş yıl boyunca köklerini sağlamlaştırdı, köklerini toprağın derinliklerine saldı, temeli oluşturdu ve yeryüzündeki büyümesini altı haftada gerçekleştirdi. Allah o ağacın büyümesini öyle takdir etmiş. Şimdi bir çiftçi beş yıl sabredemeden diyelim ki dört yılın sonunda ”Bu tohum büyümeyecek ” deyip tohumun bakımın yapmayı bıraksa ne kadar büyük bir hata yapmış olur değil mi? Çünkü biraz daha sabretse kocaman bir ağaç çıkacak meydana.
Unutmayalım ki, hazırlığı olanlara ve hazır olanlara fırsatlarda hazırdır. Hazırlığı olmayanlara ise fırsatlar, ya hiç görünmez ya da imkansız gibi görünür. Bizler neler hazırlıyoruz ki fırsatlarda kendilerini bize hazırlasınlar. Bilmeliyiz ki büyük fırsatlar, genellikle büyük zorlukların ve büyük sıkıntıların ardındadır.
”11.asır, Biruni çağıydı. ”
(Biruni’yi ilk kez mi duydunuz yoksa?
Büyük gayretler göstererek boylam derecelerini ölçen Biruni..
Güneş ve Gezegenleri gözlemleyen Biruni..
Yerkürenin yarı çapını günümüzden bin yıl önce gerçeğe uygun şekilde hesaplayabilen Biruni..
Matematik, fizik, geometri, coğrafya ve astronomide yaptığı çalışmalarla çığırlar açan Biruni)
Yukarıdaki gibi Batılı bilim adamları her zaman insaflı olamıyor ne yazık ki..
İstanbul’da bir Üniversite’de konuşma yaparken cesarete ve öz güvene ruh katanın ”bilgi ” olduğunu çok net olarak ifade etmiştir açıklamalarında.
”Acaba Müslümanlar dünyaya açılmasaydı Avrupa, bugünkü Avrupa olabilir miydi? 19. yüzyıla kadar Avrupa’da coğrafya bilimi hiç yokken Müslüman bilginler, coğrafya hakkında geniş çalışmalar yapmıştı. Amerika’nın ilk haritasını Müslümanlar yapmıştır. ”
Sözleriyle Avrupa’nın bugünkü seviyesini, refahını ve gelişmişliğini, Müslüman alimlere borçlu olduğunu büyük bir öz güvenle hatırlatıyordu. Avrupalı bazı insaflı bilim adamları bile bunu eserlerinde artık itiraf edercesine ortaya koyuyorlardı. Örneğin: Carl Benjamin Boyer, ”Matematik Tarihi ” adlı eserinde Yer Çekimi Kanunu’nu İngiliz bilim adamı Newton’dan önce Biruni’nin ortaya attığını yazmaktadır.
Fuat Hocanın tüm derdi geçmişin tozunu alarak geleceğe parlaklık verebilmekti. Eğer ayna tozlu ise kendini göremezsin. Kendini göremeden kime göre ve neyi örebilirsin? İslam medeniyetinin aynasındaki tozları, eserleri ile silen Faut Hoca’nın kutlu yolundan, bilgiyle, emekle ve inançla yürüyenlere ne mutlu!
Tarihi altın zaferle dolu bu azizi millet, böyle inançlı ve fedakar insanlarımız sayesinde ayakta kalacaktır.
Önemli Not: Benim kendim için aldığım ve siz değerli okuyucularıma da ısrarla tavsiye edebileceğim bir sır var burada. Eğer futa Sezgin Hocamız, bu ilk adını atmasaydı, yani yazdığı bu eserin ilk cildini çıkarabilme cesaretini ve azmini kendinde bulmasaydı; bir de kendini aşan bir hedef belirleyip 8-10 yıl sabırla, canla başla ve büyük bir aşkla çalışmasaydı bu eseri yazamazdı. Eser yazılmasaydı kendisine yeni kapılar açılmazdı. Çünkü bu kitapla tanındı, konferanslar verdi ve ardından müze için sponsor buldu. Kısaca bu yoldaki çalışmaları ile müze açma fikri de kalbine doğmuş oldu. Bize burada düşen en önemli hisse, kendimizi aşan hedefler belirlemeli, zorluklar ne kadar büyük olsa da bir yol bulup dağları aşmalı ve ortaya güzel bir ürün veya bir sonuç koymalıyız.
Emin olun ki yaptığınız bir güzel iş ve ya elinizdeki işi en güzeliyle yapmanız, sizlere tahmin edemeyeceğiz nice kapıların açılmasını da sağlayacaktır. Çünkü bir işi güzel bitiren, daha güzel bir işi kapısında hazır bulacaktır.
Eski zamanlarda bir köle, sahibiyle birlikte bir gemiyle yolculuğa çıkmıştı. Zavallı köle, ilk kez deniz görmüş ve dolayısıyla da ilk kez bir gemiye binmişti. Gemi, her rüzgarda dalgalandıkça veya büyük bir dalga ile karşılaştıkça çalkalanıyordu. Geminin güvenli olduğunu anlamayan köle, hop oturup hop kalkıyor, bağırıp çağırarak etrafı birbirine katıyordu.
”Boğulup gideceğim, öleceğim! ” diyerek korkudan tir tir titriyordu. Kölenin sahibi ve gemidekiler, ne yaptılar ise köleyi bir türlü sakinleştiremediler. Köle, telaşlı davranışlarıyla herkesin yolculuk keyfini kaçırıyor, yolculuk gittikçe büyük bir işkenceye dönüşüyordu.
Gemide bulunan bir bilge, ”Ben onu nasıl susturacağımı biliyorum. ” diyerek kölenin sahibinden izin alır ve oradakilerin yardımıyla köleyi tutup ”Hoop! ” denize atıverir. Köle denizin dalgalarında bir iki batıp çıktıktan sonra, can havliyle gemiye çıkarılmasını için yalvarır durur. Bilge, kölenin tekrar gemiye çıkarılmasını söyler. Tekrar el birliği ile köleyi gemiye alırlar. Köle gemiye çıktıktan sonra ağzından çıt çıkmaz, adeta dut yemiş bülbüle dönmüştür. Herkes rahat bir nefes alır. ve huzurlu bir yolculuk başlar. Tabi, kölenin sahibi merakla bilgeye sorar;
”Köleyi nasıl sakinleştirebildiniz? Beni dinlemeyen köle sizi nasıl dinledi? Bu yöntemin sırrı nedir?
Bilge gülümseyerek cevap verir:
”Köle önceden boğulmanın ne demek olduğunu, geminin ne kadar büyük bir nimet olduğunu bilmiyordu. Bunu öğrenmesini sağladım. ”
”Size Alman vatandaşlığı kimliğini ben takdim edeceğim. ” diyerek kendisini makamına davet eder.
Dünya çapında bilim alanında bir otorite kabul edilen Fuat Hocamız cevaben:
”Sayın Cumhurbaşkanı,
Alman vatandaşı olmam için bizzat ilgilenmeniz beni onurlandırdı. Fakat bu nazik teklifinizi kabul etmem mümkün değildir. Almanlar, çok sayıda ilim adamına sahip bir millettir. Lakin mensubu olduğum Tük Milleti ise son asırlarda yeterli bilim adamı yetiştiremedi. Bundan dolayı da hayatta iken ve öldükten sonra da Müslüman Türk alimi olarak anılmak isterim. Bu arzumu anlayışla karşılayacağınızı umuyorum. ” diyerek Fuat Hoca, Alman vatandaşlığı teklifini geri çevirir.
Yukarıda Alman Cumhurbaşkanına verdiği bu anlamlı cevap da yüreğinde büyüyen vatan sevgisinin canlı ve somut örneğinden başkası değildir.
”Üstümüze kapanan kapı, belki daha güzel bir kapının açılacağı içindir. ” Hem batmışsa güneşimiz ”ah, vah! ” etmenin ne anlamı var. İyisi mi biz yarın, güneş doğduğunda ne yapacağımız bilelim.
Yani her kolaylık zorlukla beraber. Hem yüce Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de buyurmuyor mu?
”Her zorluktan sonra bir kolaylık vardır. ” diye. (İnşirah süresi)
Bilmeliyiz ki, çilesini çekmediğimiz, cefasını tatmadığımız hiç bir işin sefasını ve başarısını tadamayız. Yüce Yaratıcı, nasıl bu zorluklarla Fuat Hoca’yı geleceğe hazırladıysa bizlerde hayatımız da yaşadığımız zorlukları, geleceğimiz için birer eğitim ve gelişim aracı olarak görmeliyiz.
Fuat hoca pes etseydi, yine Fuat Hoca olarak yaşardı elbet. Ancak dünya çapında bilimler tarihine yeni bir soluk kazandıran bir Prof. Dr. Fuat Sezgin olamazdı.
Aslında tarih boyunca iz bırakan bütün liderlerin hayatlarını incelediğimiz de iki özellik genelde göze çarpıyor.
1) Hemen hemen hepsinde zorluklar karşısında yıkılmayan sapasağlam bir umutlarının olması.
2) Asla değişmeyen ve kararlı bir çalışma disiplinine sahip olmaları.
İşte elinizde çalışmayı sevmek gibi bir sanat ve kitap gibi size kılavuzluk yapacak bilgi dolu bir dünyanız varsa her zorluğun üstesinden gelinir Allah’ın izniyle.
Bakın Cabir b. Hayyan 700’lü yıllardan bizlere nasıl sesleniyor:
”Kimya (İlköğretimde Fen bilimleri) ilminde en önemli husus, pratik uygulamalar yapmak ve deneyler gerçekleştirmektir. Çünkü bilgiyi uygulamayan veya deneysel çalışmalardan bulunmayan kişi, ilmin en alt seviyesine bile ulaşamaz. Ey oğul, deneyler yap ki, ilim elde edesin!
Asla unutmayınız! Bulutlardan düşen her yağmur tanesi nasıl ekinleri, çiçekleri, ağaçları ve toprağı besliyorsa öğretmenlerimizden ve sessiz öğretmenler olan kitaplarımızdan düşen her bilgi tanesi de zihinlerimizi ve geleceğimiz besler.
Hayallerimiz ve hedeflerimiz varsa önce, ona biz inanmalıyız. Önce kendiniz, başaracağınıza inanmaz ve korkarsanız söyler misiniz nasıl yol alabilirsiniz? Hedefinize emin adımlarla nasıl yürüyebilirsiniz?
Hedefine ve en önemlisi kendine inanan kişi, bir problemle karşılaştığında ya bir yol bulur, ya da yol yoksa yeni bir çözüm yolu keşfeder. Yoldan kolayca çekilenler ise kendine yürüdüğü yolda inanmayanlardır. Tarihin böyle isimlerden bahsettiğini hiç duymadım.
Kendi medeniyetinin ve kendi tarihinin kaynaklarından habersiz olanlar, kendi değerlerine de yabancılaşmaya başlarlar. Çünkü tarihini doğru öğrenemeyen nesil, geçmişinden utanarak kimliksiz kalmaya ve diğer yabancı kültürlere özenerek başkalaşmaya mahkumdur.
Tarih, bir anlamda hatalarla yüzleşebilmek ve hatalardan dersler çıkararak hatalara hayat katmaktır. Yani olumsuzu olumluya çevirmektir.
Kökler unutulursa göklere çıkılamaz. Batılıların yapmak istedikleri de tam da budur. Yani Müslüman milletleri tarihinden ve köklerinden koparmak. Koparmak mümkün değilse de en azından uzaklaştırmak. Neden böyle dertleri olsun ki?
Çünkü geçmişini ve değerlerini doğru ve çok iyi öğrenmeyen ve özümsemeyen bir nesil, ruhsuz bir nesildir. Çünkü onlar için ülkesinin ve milletinin değerleri çok da önemli değildir. Çünkü doğru bir tarih, bir milletin ruhudur. Ruhsuz kalan bir millet, nasıl ayakta kalabilir?
Tarih bir milletin özü ve gelecek için özetidir.
Tarih kimlik belgemizdir.
Tarih aynadır.
Tarih, hatırlamak ve hatırda tutmaktır.
Tarih, unutanlara hatırlatmaktır.
Çünkü tarih geçmiş değil, gelecek içindir.
Tarih, güçlü bir gelecek için en büyük derstir.
Bu dersi doğru anlamayan milletler, asla kendileri olamazlar.
1967 yılında İsrail ile Mısır arasında bir savaş gerçekleşmişti. Bu Altı Gün Savaşları’ nda İsrail komutanları, ilginç bir taktik uygulamışlardı. İsrail uçakları doğrudan saldırmak yerine önce Akdeniz üzerinden uçmuş. Daha sonra Tunus hava sahasından dönmüş ve Mısır hava kuvvetlerinden herhangi bir uçak havalanmasına imkan bırakmadan tüm Mısır uçaklarını yok etmişti. Yok edilen hava limanları ve yüzlerce uçak:
Yıllar önce Arap dünyasında yayınlanan bir dergide, bu savaş ile ilgili İsrail Genel Kurmay Başkanı’yla yapılmış bir söyleşi, okumuştum.
Arap gazeteci, şöyle bir soru sormuştu:
”Arkadan dolanma fikrine nasıl vardınız, bunu nasıl düşündünüz?
Genelkurmay Başkanı’nın cevabı gayet açıktı:
-Yavuz Sultan Selim’in Ridaniye Savaşı’ ndaki taktiğinden ilham aldık. Yavuz Sultan Selim, Memluk ordusunun toplarına hedef olmamak için arkadan dolanmıştı.
Bunun üzerine gazeteci tekrar sorar:
-Peki, bunun Mısırlıların da akıllarına gelebileceğini hiç düşünmediniz mi?
Yine net ve kısa bir cevap verir İsrailli komutan:
”Kesinlikle hayır! Çünkü onlar, tarih okumazlar. ”
1200 #8242; lü yıllarda sadece Bağdat şehrinde 40 kütüphanenin olduğunu tarihi kaynaklardan öğrenmekteyiz. Bugün şehirlerimizde kütüphanelerin sayısı ne kadar acaba?
Tarihte olduğu gibi ne zaman kitaba, kütüphanelere ve okumaya gereken önemi verirsek işte o zaman, medeniyetler ufkunda bir güneş gibi doğacağımız günün müjdecisi olacaktır.