İçeriğe geç

Bay Bergeret Paris’te Kitap Alıntıları – Anatole France

Anatole France kitaplarından Bay Bergeret Paris’te kitap alıntıları sizlerle…

Bay Bergeret Paris’te Kitap Alıntıları

Bissolo elini lanet eder gibi yığınlara doğru uzattı ve şöyle dedi: Bu katırı çok iyi tanırım. Binin üstüne, eğer tetikte olmazsanız, en beklemediğiniz anda sizi üzerinden atacak, belinizi kıracaktır.
Joseph Lacrisse:
—Ama Bissolo halkı aşağılıyor, dedi. Alçağın biri o.
Léon:
—Uzak görüşlü derseniz daha doğru olur, dedi.
-Geçen zaman bile bizi yıpratmaya yetiyor
Kitleleri harekete geçirmek isterseniz, tek yol paniktir. İnanın bana, silahsız insan ancak korkarsa koşar. Ne diyeyim size, bilemiyorum! Mesela bağırıp koşmanız gerekirdi! Kaçın! İmdat! İhanet! Kaçın! Ey Fransızlar, bize ihanet edildi! diye mağmum (hüzünlü) bir sesle bağırıp koşmaya başlasaydınız, beş bin kişiyi peşinize takıp koşturmanız işten değildi. Onları durduramazdınız. Koşuda sizi geçerlerdi. Bu muhteşem ve korkunç bir şey olurdu. Koşarken sizi yere yıkar, çiğner, lime lime ederlerdi.
Jacques de Cadde sordu:
-Öyle mi dersiniz.
Léon:
-Hiç şüpheniz olmasın, dedi. İhanet! İhanet öyle bir feryattır ki sonu kargaşa olur mutlaka. Kitleleri kanatlandırır, uçurur onları. Bu sloganı duyunca korkaklar da cesurlar gibi koşmaya başlar, yüz bin adamın yüreği aynı anda çarpar, felçliler bile ayağa kalkar. Ah, ah, dostum! Eğer Longchamp’da Ihanete uğradık diye bağırsaydınız, kolunda yumurta sepeti ve şemsiye taşıyan o ihtiyar baykuşun ve kaskatı bacakları olan diğer ihtiyarın nasıl tazı gibi koştuklarını görüp şaşıracaktınız.
Joseph Lacrisse sordu:
-Nereye koşacaklardı ki?
-Nereden bileyim? Panik anlarında halkın nereye koşacağı belli mi olur. Kendisi de bilmez nereye koşacağını. Ama bunun ne önemi var
-Siz kitle psikolojisinden bir şey anlamıyorsunuz. Resmi geçit töreninden evine geri dönen milliyetçi yurttaşın elinde, sürüdüğü çocuk arabası, kucağında da bebeği vardır. Karısı yanındadır. Sepetinde şarap, ekmek ve meze taşır. Hadi kolaysa siz gidin, yanında karısı, iki çocuğu ve yemek sepeti bulunan adamı ayaklandırın. Sonra bir noktaya dikkat çekmek isterim: Kitleleri ayaklandıran basit çağrışımlardır. Bir bayram günü ayaklanmazlar. Fener alayları, Bengal ateşleri kitlelere neşeli ve barışçıl düşünceler aşılar. Halk adamı, kahvenin önünde Çin lambalarını ve etrafına kırmızı şerit çekilmiş orkestra yerini görünce dans etmek ister. Sokak hareketlerinde hangi an’ı seçeceğiniz çok önemlidir.
Jacques de Cadde:
-Anlamıyorum.
Henri Léon:
– Ama anlamaya çalışsanız iyi olur.
– Zeki olmadığımı mı söylemek istiyorsunuz?
– Rica ederim.
– Öyle deseniz bile kızmam. Ben zekâdan yana değilim zaten. Anladım ki; zeki oldukları söylenen insanlar düşüncelerimizle, inançlarımızla alay ediyor, sevdiğimiz, bağlı olduğumuz her şeyi yıkmak istiyorlar. Zeki İnsan olmak istemem ben. Aptal olup düşündüklerimi düşünmeye, inandıklarıma inanmaya devam etmek isterim.
Léon:
-Haklısınız. Ne isek öyle kalalım. Aptal değilsek bile aptalmışız gibi yapmalıyız. Bu dünyada hâlâ en çok prim yapan şey budalalıktır. Zeki insanlar akılsızdır. Ellerinden hiçbir şey gelmez.
Jacques-de Cadde:
-Çok doğru, çok doğru, dlye bağırdı.
-Milliyetçilik hapını sıcak yutarsanız kalbi güçlendirir, soğutursanız ilaç olur.
– Nasıl, ilaç mı?
– Evet, kurtarıcı bir ilaç, iyi bir tedavidir. Ama elbette, seve seve yutulan bir ilaç değil. Karışımı bekletmemek gerekir. Eğer bekletirseniz, bilge eczacının öğüdünü tutun, kullanmadan önce şişeyi iyice sallayın. Şu anda iyice salladığınız milliyetçi karışım, pembe renk. Tadı da ekşimtırak. Damağı hafifçe gıdıklıyor. Eğer şişeyi dinlendirirseniz rengi solar, tadı bozulur. Karışımın en iyi unsurları dibe çöker. Kralcı ve dinci unsurlar! Tabii şüpheci hasta o zaman şişenin dörtte üçünü içmez, dibinde bırakır. Sallayın beyler, sallayın.
-Sallayın demek kolay. Yerinde sallamak gerek. Yoksa seçmeni kızdırırız.
Yenilmemek gerekir. Yenilenlere, güçsüzlere haksız gözüyle bakılıyor. Günümüzün ahlâkî değerleri böyle.
Eğer halkın çıkarlarını savunursanız, kral kızar ve işinize son verir. Eğer kralın çıkarlarını savunursanız, bu kez halk homurdanmaya başlar ve işinize son veren gene kral olur.
Hüküm sürmek için para gerekir.
-İnsan kendini koruyabildiği kadar korur.
Sizleri tanık gösteriyorum ey ünlü sahtekârlar, usta kalpazanlar, büyük yalancılar! Ey hayal tacirleri, ey yanıltma sanatkârları! Sizleri tanık gösteriyorum. Siz ki ustaca hilelerle, dinsel ve din dışı edebiyatı düzmece kitaplarla zenginleştirdiniz, yüz yıllar boyunca hem cahilleri hem de bilginleri yanıltan Latin, İbrani, Suriye ve Kalde eserleri yazdınız; sizleri tanık gösteriyorum! Siz sahte Pisagor’lar, sahte Hermes Trismegistos’lar, sahte Sanchoniathon’lar, sahte Orfe şiiri ve fal kitabı yazarları, sahte Enoş’lar, sahte Esdros’lar; sizleri tanık gösteriyorum! Sözde Clément’ler ve sözde Timothée’ler!.. Siz derebeyi papazlar; siz ki toprak imtiyazlarınızı garanti etmek için XI.Louis zamanında Clotaire ve Dagobert yasalarını çıkardınız! Siz kilise hukuk bilginleri; siz ki kendi yazdığınız kararnameleri Papalık yazmış gibi yutturmaya kalktınız! Sizler, her cins ve türden tarihsel hatıra imalatçıları; ey Soulavie, ey Courchamps, ey Ponchard-Lafosse, ey sahte Weber, ey sahte Bourienne ve diğerleri! Sizleri tanık gösteriyorum! Siz yalancı polisler, yalancı cellatlar! Sizler ki iğrenç bir şekilde Samson’un anılarını, Bay Claude’un anılarını yazdınız! Sizler tanıksınız! Sen Vrain-Lucas! Sen ki Magdalı Meryem’in ve Vercingétorix’in yazılarını taklit edip, onlar yazmış gibi iki sahte mektup yazdın! Sen tanıksın! Sizler ey ömür boyu yalan, riya içinde yaşamış olan sahte Smerdis’ler, Neron’ lar, Jeanne d’Arc’ın erkek kardeşlerini bile yanıltan Orléans bakireleri, sahte Démetrius’lar, Martin Guerre’ler ve sahte Normandiya dükleri; tanık olun. Tanık olun ey el çabukluğu üstatları, yığınları baştan çıkarmaya yarayan mucize imalatçıları! Tanık olun; Büyülü Simon, Tyane’li Apollonius, Cagliostro, Saint-Germain Kontu! Ey, çok uzaklardan gelerek bize her türlü yalanı söyleme imkânı olan yolcular! Bu imkânı sonuna kadar kullanıp bize Kiklopları, Lestrygonları, mıktanıs dağını, Roch Kuşu’nu ve papaz balığını gördüğünü söyleyenler! Tanıksınız! Ve siz Jean de Mandeville! Siz ki Asya’da ateş kusan şeytanlarla karşılaştınız, siz de tanıksınız! Siz ey güzel masalcılar, öykücüler, ey Kaz Ana, ey Afacan Till, ey Münchhausen Baronu ve ey siz şövalye ruhlu ve dalavereci İspanyollar, sizleri tanık gösteriyorum! Sizlerin asırlar boyu söylediğiniz yalanlardan daha fazlasını Horoz Jean ve Koyun Jean’ın okuduğu gazeteler bir günde söylüyorlar. Buna tanık olun ve onların beyinciklerinde dolaşan onca hayalete şaşmayın!
Şu manzaraya bakın, dedi. Şu kubbe, minare, külah, çan kulesi, kule ve alınlıklara bakın. Cam, kiremit, renkli çini, ahşap, hayvan derisi çatılara bakın. İtalyan ve Mağrip tarzı teras, saray, tapınak, pagoda, köşk, kulübe, çadır ve su haznelerine bakın. Konuttaki uyumluluk ve karşıtlıklara, çalışmanın büyüsüne, evrenin bütün sanat ve zanaatlarını bir araya getiren, çağdaş dehanın büyük eğlencesi sanayinin enfes buluşlarına bakın!
Kapıdan giren bayan ziyaretçiler, divan, kanepe ve sedirlerin hepsini birden görebildikleri için, ahlaki niteliklerine ve o anki ruh hallerine göre bir seçim yapabilirlerdi!
Önce harekete geç, sonra düşün. Sonra gene hareket
Sakin tabiatlı insan, kendi doğumundan önce başlayan, hayatı boyunca süren ve ancak ölümünden bir yüzyıl sonra belirgin hale gelebilecek değişimden, bir felaketten korkarcasına, korkar.
Doğadaki değişim gibi, toplumdaki değişim de yavaş olur. Jeoloji bilgini Charles Lyell, buzul devrinin ve bu devrin korkunç izlerinin; vadilere sürüklenmiş o korkunç kayaların, tüylü kürklü hayvan fosillerinin ardından ortaya çıkan sıcak ülke bitki ve hayvan fosillerinin, bütün bu tufan belirtilerinin sayısız ve birbirini izleyen doğa olayı sonucunda ortaya çıktığını ve o sırada yaşayan canlılardan hiçbirinin bu muazzam değişimin farkına varamadığını söyler. Sosyal değişim de aynı şekilde, durmadan ve gözle algılanamayacak şekilde kendini gösterir. Sakin tabiatlı insan, kendi doğumundan önce başlayan, hayatı boyunca süren ve ancak ölümünden bir yüzyıl sonra belirgin hale gelebilecek değişimden, bir felaketten korkarcasına, korkar.
– Adaletsizlik nasıl son bulur baba? Dünya nasıl değişir?
– Sözle kızım. Sözden güçlü bir şey yok. Yüksek idealler ve güçlü iddialar birbirine kopmaz bağlarla bağlıdır. Davud’un sapanı gibi, söz de zalimleri devirir, devleri yere yıkar .Yenilmez bir silahtır o
Filozoflar düş kurmuş, eylem adamları da bu düşleri gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Geleceği yaratan, düşüncedir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Mutsuz olmadan mutlu olabilir miyiz? Acı sevincin kardeşidir. Bunların ikiz solukları ses tellerimize uyumlu türküler söyletir. Eğer yalnızca mutluluğun soluğu olsaydı, türkü monoton sıkıcı olur, sessizliğe benzerdi.
– Baba merak ediyorum? Bu topal dilenciye senin cumhuriyetinde yer var mı acaba? Çalışıp hayatını kazanacağını umuyorsun değil mi?
– Kızım, sanıyorum topal gibileri varlıklarını sürdürmekten vazgeçecekler. Şimdi bile sayıları fazla değil. Tembelliğe, boş oturmaya olan eğilimleri nesillerinin tükenmesine yol açacak. Birdenbire ortadan kaybolacaklar.
-Dilenci elini uzatmış, geçmeme engel oluyor Şu zavallıların uzattığı eller, benim aşamadığım engellerdir. Zayıf tarafım, vazgeçemediğim duygular bunlar. On kuruşu dilenciye ver lütfen. Bu yaptığım bağışlanabilir. Yaptığımız kötülüğü çok abartmamalıyız.
Eskiden insanlar, geleceği görme yeteneğini, sahip olunabilecek en uğursuz güç kabul ederlerdi. Geleceği şimdiden görürsek yaşamanın ne anlamı kalır. Geleceği görürsek donup kalır, dehşete kapılırız. Biz de örücülerin dikey tezgâhlarda çalıştıkları gibi, halıyı görmeden, geleceği görmeden örmeliyiz.
Ama sefalet azaldıkça zulüm de azalacak. Sınai gelişimle birlikte örf ve adetler de yumuşuyor. Geçenlerde bir botanikçiyle konuştum. Bir akdikenin kurak topraktan alınıp bitek toprağa ekildikten sonra çiçeklendiğini söyledi.
İlkel insan barbarlıktan zor bela sıyrılabildi ve daha yeni yeni bir adalet ve iyilik düşüncesi oluşturabiliyor. Daha bu işin başında bulunuyor. İnsanların birbirlerine iyilikle, hoşlukla davranacakları, savaşmayı bırakacakları, savaş resimlerini ahlak dışı bulup yasaklayacakları günler henüz pek uzakta.
Sevgi ve düşünceyle gelen paralar insanlığı bolluğa boğan adaklardır. Biz esas olarak kendimizden başka hiçbir şeye sahip değiliz. Verdiğimiz şeye emek, ruh ve dehamızı katmalıyız. Yoksa vermiş sayılmayız. Bu şekilde verdiğiniz zaman, muhteşem adağınız, toplumu zenginleştirdiği kadar sizi de zenginleştirecektir.
— Bir maymunun gülüşüyle Jokonda’nın (La gioconda-Mona Lisa) gülüşü arasında benzerlik var mı?
İnsani yardımseverlik, yani adalet, yani sevgi! Fakirlerin zenginlerden daha usta oldukları bir erdem. Hangi zengin Epiktetos kadar, Benoit Malon kadar yardımsever olabilmiştir?
Evet, zenginlikler daha adilane bölüştürülmeli. Ama bunu sadaka vererek gerçekleştirmeye çalışmak kadar sefil, beceriksiz, budala, başka ne diyeyim, gülünç bir yol yok. İyilikseverlikle, yardımseverlikle ilgisi yok bunların.
Çağımızda kişiliklerin silikleşmesi, örf ve adetlerin yumuşaması evrensel bir olguydu. Bu olguya uyum gösteriyorlardı. Basittiler ve tahammül edilebilecek sakatlıkları vardı.
Onlar sosyal bayramın süsüydüler. Fakirler, serseri dilenciler, cüzzamlılar, adiler, cılızlar, nasırlılar, tartaklanmışlar, parmaksızlar, kâğıtlık paçavralar, eli-kulağı kesikler
Artık ne hayattan ne de insanlardan fazla bir şey bekliyordu. Fagon gibi o da doğa olaylarına karşı hoşgörülü olmak gerektiğini düşünüyordu.
Sadaka, verilen kadar vereni de aşağılar. Bu masum gibi görülen sadaka verme işi sonsuza kadar sürerse ne olur, düşünebiliyor musun? Dilenci beni sadaka vermeye zorladı. Yakaran sesinden bunaldım, vermemezlik edemedim. Zayıf, ince boynunu, dizlenmiş eski püskü pantalonunun, kaz ağzı gibi önü açık ayakkabılarını gördüm; ona acıdım. Ona verdiğim iki kuruş onu küçük düşürdü, biraz da utandırdı. İki kuruşla biraz kötülük, biraz da çirkinlik etmiş oldum. İki kuruşla, gücün ve zenginliğin şu ufacık simgesiyle onu kapitalistleştirdim. Ama ironik bir şekilde kapitalistleştirdim. Onu aşağılayarak toplum şölenlerine, uygarlık şenliklerine davet ettim. Böylece yerimin dünya güçlüleri arasında olduğunu daha iyi anladım. Enfes dilencim! Dalkavuk züğürdüm! Besbelli ki kendimi senden güçlü hissettim. Asaletim, zenginliğim bana gurur verdi. Pulcher hymnus divitiarum pauper immortalis*

*Latince: Güzel ilahi fakiri ölümsüzleştiren zenginlik.

Asıl suçlular yasalardan kaçabilir. Onurlu insanlar gibi aramızda dolaşabilir. Bunun bizim toplumsal durumumuzla hiç ilgisi yok. Önemsiz bence. Düşün; ilkel okyanuslarda yaşayan büyük sürüngenlerin yerini, biçimleri daha güzel, içgüdüleri daha ileri hayvanlar alıyor. Bu arada da eski sürüngenlerden birkaçı gelip kumsalların çamuruna yığılıyor. Bunun ne önemi var?
Ama şunu bil ki siz kaybettiniz, Jumage. Herkes yeniden güçlenmeniz için uğraşsa bile, kaybettiniz. Dönüşü olmayan bir yoldasınız. Siz içten yenildiniz. Bunun onarımı yok. Eğer dıştan yenilseydiniz direnmeye devam edebilir ve bir sonraki mücadeleyi kazanmayı umut edebilirdiniz. Ama bu artık mümkün değil. İçten çöktünüz. İşlediğiniz suç ve yaptığınız hataların sonuçları meydana çıkıyor. Kaybediyorsunuz ve kaybettiğinizi görünce şaşırıyorsunuz. Haksız bir dava güttünüz ve kaybettiniz. Sizi yıkan haksızlığınız ve haksızlığınıza rağmen kullandığınız şiddet. Adaletsizlik Çetesi bugüne kadar birliğini korumuştu. Her yere korku salmıştınız. Ama artık kendiliğinden çöküyor.
Doğruyu, gerçeği asil ruhlu insanlar görebilir, alçaklar değil.
Yalanların başı sonu yoktu. İki ucunu bir araya getiremediler. Sonunda yıkılmayan, ayakta kalan, gerçek oldu.
Gerçeğin dostları kadar, gerçeğin düşmanları da gerçeğe hizmet edebilir.
Adalet düşmanlarının hakaretlerinden daha güzel bir ödül olabilir mi?
Ruhunun yüceliği beklenmedik olaylarla sınandı. Kahramanca ve gösterişsizce dürüst olmasını bildi.
İhtiyar kadınların kutsal bir sadelik içinde, masum insanlara işkence etmekte kullanılan çalı çırpı bağlarını taşıdıklarını gözleriyle görmüştü. İnsanların sandığı kadar cesur ve akıllı olmadıklarını görünce kim bilir hangi duygulara kapılmıştı? Gerçek hayattaki insanlar, psikoloğun çalışma odasında tahayyül ettiği gibi değillerdir.
Alçaklığı ve kalleşliği, haksızlıkları, cinayet ve çılgınlık salgınını, kitleleri aldatan insanların iğrenç kudurganlıklarını, cahil kitlelerin affedilebilir öfkelerini görüp de acı çekmemek mümkün müydü?
Zalimlerden hiçbiri, özgürlüklerin en değerlisi olan, onun içindeki özgürlüğe dokunamadı
bu dava, alçakça eğilimlerin varlığını açığa çıkarmışsa da, soylu insanların varlığını da kanıtlamıştır.
Bugün halk öyle eğilimler gösteriyor ki hayranlık duymamak elde değil.
Bir burjuvanın budalaca ve gaddarca önyargıları vardır. Ama bir işçide öyle bir şey yoktur. Beyni bomboştur. Doldurulması gereken de bu boşluktur. Bir kafanın içi yılan ve kurbağa ile dolu olacağına boş olsun daha iyi.
Susamayan eşeğe su içirtilemeyeceğini söylerken Bissolo çok haklıydı.
Bir saçmalığı otuz altı milyon insan hep bir ağızdan haykırsa bile, o şey saçmalık olmaktan çıkmaz. Yığınlar genellikle kölelerden bile kölece davranmışlardır. Güçsüzdürler, çoğaldıkça güçten düşerler. Genellikle hareketsizdirler. Ancak açlıktan ölme noktasına gelince biraz kıpırdarlar.
Halkın sevgisi dediğiniz şey ne zaman geri tepmemiştir ki? Kitleler göklere çıkararak övdükleri hangi harekete sonuna kadar destek olmuşlardır ki?
kötüler, cahil ve alçakların alkışları arasında başarıya ulaştılar.
Ben hiçbir soylunun taşımadığı kadar, evrensel tasanın yükünü taşıdım.

Marguerite d’Angouleme

Sizi ebediyen seveceğim demişti. Ama aşk heyecanlarına yön veren duyguların ne denli dengesiz olduğu düşünülürse bu sözün fazla bir anlamı yoktu: Ebediyen! Bu sözde daha çok tinsel bir anlam, bir sonsuzluk sevgisi seziliyordu.
—Şatafattan o kadar hoşlanıyordu ki, kral bugün iktidara gelse kimse yadırgamaz.

—Geçen yaz, bir gün Lafayette Sokağı’ndan geçiyordum. Trafik tıkalıydı, arabalar durmuştu. Polis yolu kesmiş, yayalar kaldırım kenarına dikilmiş bekliyorlardı. Ne olduğunu sordum. Bir ziyaret için Saint-Denis’e giden Cumhurbaşkanı’nın Elysée Sarayı’na dönmek üzere olduğunu ve polisin bir saattir yolu kestiğini söylediler. Burjuvalar ellerinde küçük paketlerle arabalar da bekliyorlar; trene yetişmeleri imkânsız hale gelmesine rağmen onlar da, işsiz güçsüz takımı da saygıyla Cumhurbaşkanının geçmesini bekliyordu. Krallık zamanının adetleri değişmemişti. Yani anlayacağınız, insanlar Kral’ı karşılamaya hazırdılar.

İyi ki, uçup gidecek bu köpüğün altında insanlık denizinin derinlikleri var. Acaba ülkem ne zaman cehalet ve intikam duygularından kurtulacak?
Dreyfus Davası bize güzel toplumumuzun hasta olduğunu gösterdi. Tıpkı, Koch aşısının verem yaralarını açığa çıkarması gibi!
Etrafı bir yobazlık ve gaddarlık dalgası sardığından beri, zarif insanlarla bir araya gelmekten eskisi kadar zevk almadığımı itiraf etmem gerekir.
Bakın, birçok sırrın gizlendiği gölgede yemek yiyen insanlara bakın. İleride, büyük ağacın altında küçük beyaz sorguçlar, pirinç hasır üzerinde güller! Yiyorlar, içiyorlar, sevişiyorlar. Onlar, başgarsona göre ek bir masadan ibaretler. İçgüdüleri, arzuları, hatta düşünceleri de olsa, ek bir masa! Ne büyük meslek aşkı, değil mi?
Belirsizlik en korktuğu şeydir, her türlü dehşetin kaynağı ve beslendiği yerdir. Eğer kamuoyunu felce uğratan belrsizlik korkusu olmasaydı, onun yönelişleri çok farklı olurdu. Çünkü kamuoyunda iyi ya da kötü, mucize yaratacak bir güç var. Ama değişikliğin içerdiği bilinmezden korktuğu için kendini boyunduruk altına sokar.
İnsan genellikle sahip olduğuyla yetinmez. Sahip olduğu şeyleri pek sevimli bulmaz, sevmez. Ama değişiklikten de pek hoşlanmaz, çünkü değişiklik belirsizlik içerir.
Elli yaşından küçük Fransızların cumhuriyetçi olmadıklarını söyleyebiliriz.
Cumhuriyet’imiz pek cumhuriyetçi insan yetiştirmedi. Cumhuriyet’e olan sevgi krallık rejiminde, despotik yönetimlerde güçlenir. Kendini özgür sanan, hadi özgür diyelim, ülkelerde körlenmeye yüz tutar.
— Cumhuriyetçiyseniz, kendinizi vatanınızda epey yabancı ve yalnız hissediyor olmalısınız.
Bir bebek canlıysa, büyük, doğal bir güçtür.
hâlâ bağırıyor, hiç laf dinlemiyorlardı. Doğa cimrilik etmiş, onları kavrayıştan yoksul bırakmıştı.
İki yüzlü, yobaz, dalavereci, hafiye, sahtekâr, sefil, kadınsı, kukuletalı, kırkık, haça parmak atan, ölü duasına yumulan, dilenci, üçkâğıtçı ve miras kapkaççısı papazlar, o sıralar Fransa’nın üçte birini ele geçirmişlerdi. Hırslarının sonu yoktu. Ormanlar, otlaklar, evler edinmeye devam ediyorlardı.
Her devirde, çılgınlar bilgelerden daha kalabalık olmuştur.
Bir noter katibi veya mezeci çırağı, büyük ülkelerin kral, kraliçe veya imparatorlarına meydan okumazsa aralarına almıyorlardı. Bütün tuhafiyeci, meyhaneci v.b. Zıpırcıklar sözde savaşa hazırdılar, çığlıklar atıyorlardı. Ama savaşa filan gittikleri yoktu. Oturdukları yerde oturuyor, keyif çatıyorlardı. Her devirde, çılgınlar bilgelerden daha kalabalık olmuştur.
– Bu eski kitaplar çok eğlenceli, dedi. Bize dertlerimizi unutturuyor.
Yeni tanrılar arasında adı geçen Adalet’in ak yüzüne bir yabancı gibi bakıyor, şiddet ve korku gibi eski tanrıların önünde yaltaklanıyorsun. Senin kadar karanlık ruhlu, o eski tanrıların önünde! Kaba kuvvete hayranlık duyuyorsun, çünkü hâlâ onun egemen olduğunu sanıyorsun.
korku senin zavallılara sırt çevirmene, acıma duygusunu içinden söküp atmana yol açıyor. Adil olmak istemiyorsun.
Tüylü kulakların iyi konuşanı değil, çok bağıranı duyuyor.
-Sen Caliban gibisin. Dindar, inançlı ve ahlaklısın. Kendini iyi yolda sanıyorsun. O kadar!
Seni kandırıyorlar ve sen buna çanak tutuyorsun.
Kulüben rahatsa ve yalın zamanında geliyorsa, her tür adaletsizliğe övgüler düzebilirsin. Yalan dolan ve hile dolu işleri onaylayabilir, görünüşe kanabilirsin.
-Koca bir ağzın, sivri dişlerin var ama, zavallı, siyah, küçük ve zayıf bir mahluksun. Buna karşın güç gösterisi yapmaktan geri kalmıyor, kendini gülünç hale düşürüyorsun. Biz senin korkaklığınla alay ediyoruz. Sen içgüdülerine göre davrananlara hak veriyorsun. Tarihe gömülmüş haksızlıkları onaylamak eğilimindesin. Kulüben rahatsa ve yalın zamanında geliyorsa, her tür adaletsizliğe övgüler düzebilirsin. Yalan dolan ve hile dolu işleri onaylayabilir, görünüşe kanabilirsin. Yalan, gözünü boyayabilir. Saçma sapan, ipe sapa gelmez sözlere inanabilirsin. Karanlık ruhun karanlıkla beslenir. Seni kandırıyorlar ve sen buna çanak tutuyorsun. Irkçısın, kin güdüyorsun, gaddar önyargıların var, zavallıları küçümsüyorsun.

Riquet en masum halini alınca Bay Bergeret’nin üslubu da iyice yumuşadı:

– Biliyorum, her şeye rağmen iyi bir tarafın var. Ama bunu bilen yok. Sen Caliban gibisin. Dindar, inançlı ve ahlaklısın. Kendini iyi yolda sanıyorsun. O kadar! Başka bir meziyetin yok. Sözde, evi koruyorsun. Ama ev sahiplerine de havlıyorsun, tamircilere de! Saldırdığın ustanın basit, ama güzel düşünceleri vardı. Onu dinlemedin bile.

Tüylü kulakların iyi konuşanı değil, çok bağıranı duyuyor. Korku, mağara devrinde hem senin hem benim atalarıma yol gösterdi, tanrıları ve suçları yarattı. İşte o doğal korku senin zavallılara sırt çevirmene, acıma duygusunu içinden söküp atmana yol açıyor. Adil olmak istemiyorsun. Yeni tanrılar arasında adı geçen Adalet’in ak yüzüne bir yabancı gibi bakıyor, şiddet ve korku gibi eski tanrıların önünde yaltaklanıyorsun. Senin kadar karanlık ruhlu, o eski tanrıların önünde! Kaba kuvvete hayranlık duyuyorsun, çünkü hâlâ onun egemen olduğunu sanıyorsun. Ama kaba kuvvet tarihe karışmak üzere.

Vatanlarını onurlandıranlar, adalet için hapishaneyi, sürgünü ve aşağılanmayı göze alanlardır. Senin dünyadan haberin yok.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir