İçeriğe geç

Aşka Övgü Kitap Alıntıları – Alain Badiou

Alain Badiou kitaplarından Aşka Övgü kitap alıntıları sizlerle…

Aşka Övgü Kitap Alıntıları

İşe aşkla başlamayan, felsefenin ne olduğunu asla bile­mez.
Aşkı­mın en amansız düşmanı, yenmem gereken düşman, öteki değil benim, farka karşı özdeşliği isteyen, farkın prizmasında süzülmüş ve yeniden oluşturulmuş dünya­ya karşı kendi dünyasını dayatmak isteyen “ben”.
Aşk, her zaman dünyanın doğuşuna tanık olma olasılığıdır.
Evlilik , aşkta başıboşluğun tehlikelerine karşı toplumsal bağın sağlamlaştırılması olarak değil, gerçek aşkı asıl gitmesi gereken yere yönlendiren bir şey olarak görülür.
Hıristiyanlıktan söz ederken “sevgi
dini dediniz. Dolayısıyla, şimdi büyük ideolojilerde aşkın dönüşümlerine bakalım. Sizce Hıristiyanlık aşkın, sevginin o olağanüstü gücünü nasıl ele geçirebildi? Hıristiyanlığın bu konuda büyük ölçüde Yahudilik tarafından hazırlandığını düşünüyorum. Eski Ahit’te aşka dikkat çekici boyutta rastlanır, gerek öğütlerde, gerek betimlemelerde. Tannbilimsel anlamı ne olursa olsun, bir
aşk şarkısı olan Ezgiler Ezgisi aşkı yücelten, şimdiye dek yazılmış en güçlü metinlerden biridir. Hıristiyanlıksa, aşktaki yoğunluğun aşkın bir evrensellik anlayışı yolunda kullanılışının en üstün örneğidir. Hıristiyanlık bize şöyle der: Birbirinizi severseniz, sevgiyle var olan bu topluluk hep birden her sevginin en son kaynağına, tannsal aşkınlığa yönelir. Demek ki bu düşünceye göre, aşk deneyiminin, öteki deneyiminin, ötekine yöneltilen bakış deneyiminin kabullenilmesi hem Tann’ya borçlu olduğumuz sevgiyi, hem de Tanrı’nın bize karşı sevgisini içeren o en üstün sevgiye katkıda bulunur.
Sadakatin yalnızca başka biriyle yatmama sözünden öte bir anlamı yok mudur?
Aşk inatçı bir serüvendir. Serüven dolu tarafı gereklidir gerekli olmasına ama inat da gerekir. Karşımıza çıkan ilk engelde, ilk ciddi görüş ayrılığında, ilk sıkıntılarda vazgeçmek aşkın bozulmuş bir halini yansıtır. Gerçek aşk uzamın, dünyanın ve zamanın yarattığı engelleri kalıcı biçimde, kimi zaman acı çekerek alt eden aşktır.
Aşk her zaman dünyanın doğuşuna tanık olma olasılığıdır.
Goethe, Faust’un sonunda Ebedi dişilik bizi göklere çıkarır” diyordu.
Lacan bize cinsellikte aslında herkesin, hani denebilirse, kendi işine baktığını anımsatır. Elbette ötekinin bedeninin aracılığı söz konusudur, ama sonuçta zevk yalnız sizin zevkiniz olacaktır. Cinsellik birleştirmez, ayırır. Çıplak olmanız, ötekinin bedenine yapışmanız bir imgedir, düşsel bir tasarımdır. Gerçekteyse, zevk sizi ötekinden uzaklara, çok uzaklara götürür. Gerçek özseverdir, aradaki bağ düşseldir. Dolayısıyla, cinsel ilişki yoktur, diye bir sonuca varır Lacan. Bu formül büyük patırtı koparmıştır, çünkü o dönemde herkes tam da o “cinsel ilişkiler”den söz ediyordur. Cinsellikte cinsel ilişki yoksa, aşk cinsel ilişki eksikliğini gideren şeydir. Lacan aşkın cinsel ilişkinin kılık değiştirmiş hali olduğunu söylemez hiç de, onun söylediği cinsel ilişkinin olmadığı, aşkın bu ilişkisizliğin yerini tutan şey olduğudur.
Schopenhauer aşk tutkusunu yaşayan kadınlan asla bağışlamayacağını söylüyor, çünkü aslında hiçbir değeri olmayan insan türünün sürüp gitmesini kadınlar o tutkuyla sağlıyorlar!
Aşkınızın güvenliği için olasılıkları inceleyecekmişsi­niz de aralarından en iyisini seçecekmişsiniz gibi
Ya­kında seksen iki yaşında olacaksın. Boyun altı santim, kısaldı, olsa olsa kırk beş kilosun ve hâlâ güzel, çekici, arzu uyandırıcı­sın. Elli sekiz yıldır birlikte yaşıyoruz ve ben seni her zaman­kinden çok seviyorum. Sadece benimkine değen bedeninin sıcaklığıyla dolan, kahredici bir boşluk taşıyorum göğsümün tam ortasında yeniden.
aşk yaşamın yeniden icat edilmesidir.
Aşk yalnızca iki birey arasındaki karşılaşma ve kapalı ilişkiler değildir, o bir kurma işlemi­dir, artık Bir’in değil, İki’nin bakış açısından bir yaşam oluşur. Ben buna “İki’nin sahnesi” diyorum.
Jacques Lacan bize cinsellikte aslında herkesin, hani denebilirse, kendi işine baktığını anımsatır. Elbette ötekinin bedeninin aracılığı söz konusudur, ama sonuçta zevk yalnız sizin zevkiniz olacaktır. Cinsellik birleştirmez, ayırır.Çıplak olmanız, ötekinin bedenine yapışmanız bir imgedir, düşsel bir tasarımdır. Gerçekteyse, zevk sizi ötekinden uzaklara, çok uzaklara götürür.
Aşkın yeniden icat edilmesi, ama aynı zamanda savunulması da gerekiyor,
çünkü dört bir yandan tehdit edilmekte.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
bence aşk bütünüyle risksiz bir düzende yaşamın zenginliği olmaktan çıkar. Bu bana biraz da bir ara Amerikan ordusunun yaptığı “sıfır ölümlü savaş propagandasını anımsatıyor.
Platon’un aşk üstüne söyledikleri çok açıktır: Âşığın coşkusunda bir evrensellik tohumu olduğunu söyler. Aşığın deneyimi kendisinin İdea olarak adlandıracağı şeye doğru bir atılımdır. Sözgelimi, yalnızca güzel bir bedene hayran olurken bile, onu istesem de istemesem de, Güzel’in düşüncesine doğru ilerlerim. Ben de doğal olarak bütünüyle farklı terimlerle buna benzer bir şey düşünüyorum; bence aşkta, rastlantının saf tekilliğinden evrensel bir değer taşıyan bir öğeye geçme olasılığı var. Kendi başına ele alındığında yalnızca bir karşılaşmayla, neredeyse hiç önem taşımayan bir başlangıç noktasıyla, sadece benzerlikten değil, ayrıca farktan da hareketle, dünya deneyiminin yaşanabileceği öğrenilir. Hatta bunun için bazı şeylere katlanmak, acı çekmek bile kabullenilebilir. Oysa bugünün dünyasında herkesin kendi çıkarına göre hareket etmesi kanısı büyük ölçüde yaygındır. Dolayısıyla aşk bir karşı deneydir. Sadece karşılıklı olarak yarar saglayacak bir değiş tokuş olarak düşünülmezse ya da kâr getiren bir yatırım gibi önceden uzun uzadıya hesaplanmazsa, aşk gerçek anlamda rastlantıya duyulan güven halini alır. Farkı oluşturan şeyin temel deneyimine ve özünde, dünyanın farktan hareketle sınanabilecegi düşüncesine yaklaştırır bizi. Bu yüzden evrensel bir erimi vardır, olası evrensellige ilişkin kişisel bir deneyimdir ve felsefi açıdan çok önemlidir, gerçekten de Platon’dur bunu ilk sezen.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Kıskançlık yapay bir aşk asalağıdır ve aşkın tanımında kesinlikle yeri yoktur.
Aşkı­mın en amansız düşmanı, yenmem gereken düşman, öteki değil benim, farka karşı özdeşliği isteyen, farkın prizmasında süzülmüş ve yeniden oluşturulmuş dünyaya karşı kendi dünyasını dayatmak isteyen “ben”.
Aşkta sadakat o uzun zafere işaret eder:
karşılaşmanın bir sürenin icadında, bir dünyanın doğuşunda günden güne alt edilen rastlantısı.
Sonuçta mutluluktan söz ediyorum!
Evet, aşktaki mutluluk
zamanın sonsuzluğu karşılayabileceğinin kanıtıdır.
Aşk her zaman
dünyanın doğuşuna tanık olma olasılığıdır.
Dolayısıyla aşk bir karşı-deneydir.
Sadece karşılıklı olarak yarar sağlayacak bir değiş tokuş olarak düşünülmezse ya da kâr getiren bir yatırım gibi önceden uzun uzadıya hesaplanmazsa, aşk gerçek anlamda rastlantıya duyulan güven halini alır.
“”Se­venler yalnızdır bu dünyada”. Dünya deneyimini yaşa­malarını sağlayan farkı bir tek onlar ellerinde bulundu­rur.”
“Masallardaki gibi talipler sıra sıra dizilmez önünüze.”
“Var olmaya hakkı olmayan, size bir olasılık olarak verilmeyen, ama var olan bir şey.”
“Aşkın düşmanı bencil­liktir, herhangi bir rakip değil. Şöyle de denebilir: Aşkı­mın en amansız düşmanı, yenmem gereken düşman, öteki değil benim, farka karşı özdeşliği isteyen, farkın prizmasında süzülmüş ve yeniden oluşturulmuş dünya­ya karşı kendi dünyasını dayatmak isteyen “ben””
“…aşkta, elinizdeki ilk öğe bir ayrılıktır, bir bölünmedir, bir farktır. “İki” vardır elinizde. Aşk önce bir İki’yi işler. İkinci noktaya baktığımızda, aşk tam da bir bölünmeyi işledi­ğinden, o İki’nin kendini göstereceği, olduğu haliyle sah­neye çıkacağı ve dünyayı yeni bir biçimde sınayacağı anda, ancak rastlantısal ya da olumsal bir biçime bürüne­ bilir. İşte buna karşılaşma denir.”
“Aşk her zaman dünyanın doğuşuna tanık olma olasılığıdır. Kaldı ki bir çocuğun doğuşu da, aşkta gerçekleştiyse, bu olasılığın ör­neklerinden biridir.”
“Ben aşkı “kendini adama”ya ilişkin bir deneyim, dolayısıyla kendimi öteki­nin yanında unuttuğum bir deneyim olarak da görmü­yorum, dünyada öteki, en sonunda beni Bambaşkası’yla ilişkilendiren şeyin modelidir.”
“…benim için bir başkasıyla karşılaşma var, ama işte bir kar­şılaşma bir deneyim değildir, tamamıyla saydamsız ola­rak kalan bir olaydır ve gerçek bir dünyada ancak çok biçimli sonuçlarıyla gerçeklik kazanır.”
“Dünya benzerlikten değil de farktan hareketle incelendiğinde, gerçekleştirildiğinde ve yaşandığında nasıl bir yer olur? Bence aşk budur işte. Doğal olarak cinsel arzuyu ve o arzunun yaşattığı şeyleri içeren, bir çocuğun doğumunu içeren, ama aynı zamanda doğrusunu söyle­mek gerekirse, başka bin bir türlü şeyi, deneyim, farktan hareketle bir bakış açısıyla yaşandığında olabilecek her şeyi içeren bir tasarıdır.”
“Erkeğin arzusu koca göbekli ve cinsel bakımdan yetersiz, gülünç Fallus’un arzusudur; göğüsleri sarkık, dişleri dökülmüş yaşlı kadının görüntüsü de her güzelli­ğin gerçekteki geleceğidir. Birbirimize sarılıp uyuduğu­muzda kendini gösteren aşktaki sevecenlik bu sevimsiz düşüncelerin üstüne perde çeker.”
“Jacques Lacan bize cinsellikte aslında herkesin, hani denebilirse, kendi işine baktığını anımsatır. Elbette ötekinin bedeni­ nin aracılığı söz konusudur, ama sonuçta zevk yalnız si­zin zevkiniz olacaktır. Cinsellik birleştirmez, ayırır. Çıplak olmanız, ötekinin bedenine yapışmanız bir imgedir, düşsel bir tasarımdır. Gerçekteyse, zevk sizi ötekinden uzaklara, çok uzaklara götürür. Gerçek özseverdir, arada­ ki bağ düşseldir. Dolayısıyla, cinsel ilişki yoktur, diye bir sonuca varır Lacan.”
“…aşk bir karşı-deneydir. Sadece karşılıklı olarak yarar sağlayacak bir değiş tokuş olarak düşünülmezse ya da kâr getiren bir yatırım gibi önceden uzun uzadıya hesaplanmazsa, aşk gerçek anlamda rastlantıya duyulan güven halini alır.”
Aslında, Lacan’ın düşüncesi de aşkla ilgili felsefi ikircillikler arasında yer alır. Aşkın “cinsel ilişki eksikliğini gideren şey” olduğunu söylemek iki farklı şekilde anlaşılabilir. Daha bayağıca düşünülürse, aşkın düşsel olarak cinselliğin boşluğunu doldurduğu söylenebilir. Sonuçta, cinselliğin ne kadar harika olursa olsun – ne kadar harika olabileceği de ortadadır – , hep bir tür boşluk duygusu içinde sona erdiğine bakılırsa, bu doğrudur. Bu yüzden de hep yinelemenin etkisi altındadır: Durmaksızın işe yeniden başlamak gerekir. Hele insan gençken, her gün! Şu durumda, aşk o boşlukta bir şeylerin olduğu, âşıkların o aslında var olmayan ilişkiden başka türlü bir şeyle birbirlerine bağlı oldukları düşüncesi olabilir. Çok gençken, Simone de Beauvoir’un, “İkinci Cins”te yazdığı bir bölümden çok etkilenmiş, handiyse iğrenmiştim: Kitapta cinsel birleşmeden sonra erkeğin içinde yükselen, kadının bedeninin yavan ve gevşek olduğu duygusuyla, buna karşılık kadında uyanan, dik cinsellik organı dışında erkek bedeninin çirkin, hatta biraz gülünç olduğu duygusunu anlatıyordu. Tiyatroda, güldürü ya da vodvilde sürekli kullanılan bu üzücü düşüncelere güleriz. Erkeğin arzusu koca göbekli ve cinsel bakımdan yetersiz, gülünç Fallus’un arzusudur; göğüsleri sarkık, dişleri dökülmüş yaşlı kadının görüntüsü de her güzelliğin gerçekteki geleceğidir. Birbirimize sarılıp uyuduğumuzda kendini gösteren aşktaki sevecenlik bu sevimsiz düşüncelerin üstüne perde çeker. Ama Lacan bunun tam tersini de düşünür, ona göre aşkın varlıkbilimsel olarak nitelenebilecek bir düzeyi vardır. Arzu ötekinde, her zaman biraz fetişist biçimde, göğüsler, kalçalar, erkeklik organı gibi seçili nesnelere yönelirken, aşk doğrudan ötekinin varlıgına; benim yaşamımda dağılıp yeniden birleşen varlığıyla donanarak ortaya çıktığı haliyle ötekine yönelir.
Jacques Lacan bize cinsellikte aslında herkesin, hani denebilirse, kendi işine baktığını anımsatır. Elbette ötekinin bedeninin aracılığı söz konusudur, ama sonuçta zevk yalnız sizin zevkiniz olacaktır. Cinsellik birleştirmez, ayırır. Çıplak olmanız, ötekinin bedenine yapışmanız bir imgedir, düşsel bir tasarımdır. Gerçekteyse, zevk sizi ötekinden uzaklara, çok uzaklara götürür. Gerçek özseverdir, arada ki bağ düşseldir. Dolayısıyla, cinsel ilişki yoktur, diye bir sonuca varır Lacan. Bu formül büyük patırtı koparmıştır, çünkü o dönemde herkes tam da o “cinsel ilişkiler”den söz ediyordur. Cinsellikte cinsel ilişki yoksa, aşk cinsel ilişki eksikliğini gideren şeydir. Lacan aşkın cinsel ilişkinin kılık değiştirmiş hali oldugunu söylemez hiç de, onun söylediği cinsel ilişkinin olmadığı, aşkın bu ilişkisizligin yerini tutan şey olduğudur. Bu çok daha ilginç. Bu düşünce onu öznenin aşkta “ötekinin varlıgı”na erişmeye çabaladığını düşünmeye itmiştir. Aşkta özne kendinden öteye, özseverligin ötesine geçer. Cinsellikte, ötekinin aracılığıyla da olsa kendinizle ilişki içindesinizdir. Öteki sizin zevkin gerçekliğini keşfetmenizi sağlar. Buna karşılık, aşktaysa ötekinin aracılığı kendi başına değer taşır. İşte aşktaki karşılaşma budur: Ötekini olduğu haliyle sizinle birlikte var etmek için, ona doğru atılırsınız. Aşkın cinsellik gerçeği üstünde düşsel bir resim olduğu yönündeki, bütünüyle bayağı anlayıştan çok daha derin bir anlayıştır bu.
Sevmek demek her türlü yalnızlığın ötesinde, dünyada yaşamı hareketlendiren her şeyle mücadele et­mek demektir.
İşe aşkla başlamayan, felsefenin ne olduğunu asla bile­mez.
Kıskançlık yapay bir aşk asalağıdır ve aşkın tanımında kesinlikle yeri yoktur.
Siyasetin özü şu soru­nun altında yatar: Bireyler bir araya geldiklerinde, örgüt­lendiklerinde, düşünüp karar verdiklerinde neler yapabi­lirler? Aşkta, söz konusu olan iki kişinin farklılığı özüm­seyip yaratıcı kılmayı başarıp başaramamasıdır. Siyaset­teyse, çok sayıda kişinin, hatta kalabalıkların eşitliği yara­tıp yaratamaması.
Aşkı yeni­den icat etmek demek, o yeniden icat etme işini yeniden icat etmek demektir.
Gerçek aşk uzamın, dünyanın ve zama­nın yarattığı engelleri kalıcı biçimde, kimi zaman acı çe­kerek alt eden aşktır.
Diz çökmüş bir aşk benim için aşk değildir,
her ne kadar bazen aşkta sevdiğimiz kişiye kendimizi
bütünüyle bırakmak istesek de.
Aşkta amaç fark açısından, nokta nokta, dünya deneyimini yaşamaktır, türün üremesini sağlamak değil.
O halde, aşk hâlâ bir güçtür. Öznel bir güç.
“Seni seviyorum”
sözü biriyle yatmak için başvurulan bir hile değilse, ne
de olsa bu olmayacak şey değil, bir hile değilse, nedir peki?
Çünkü aşk yine de dünyada meydana gelir. Önceden
kestirilemeyecek, dünyanın yasalarına göre hesaplanamayacak bir olaydır o.
Cinsellikte aslında herkesin, hani denebilirse, kendi işine baktığını anımsatır Jacques Lacan
Oysa ben aşkın ortaklaşa bir zevk
olduğuna, neredeyse herkes için yaşama yoğunluk ve anlam kazandıran bir şey olduğuna inanıyorum, bence aşk
bütünüyle risksiz bir düzende yaşamın zenginliği olmaktan çıkar.
Ben aşkın ortaklaşa bir zevk olduğuna , neredeyse herkes için bir yaşama yoğunluk ve anlam kazandıran bir şey olduğuna inanıyorum .
Işte aşktaki karşılaşma budur : ötekini olduğu haliyle sizinle birlikte var etmek için , ona doğru atılırsınız .
Aşkın yeniden icat edilmesi , ama aynı zamanda savunulması da gerekiyor. Çünkü dört bir yandan tehdit edilmekte . nedir onu tehdit eden ? Eskilerin görücü usulü evliliği sizce bugün nasıl taşında uyarlandı? Sanırım, öncelikle internetteki tanışma sitelerinden birinin yenice ortaya çıkan reklamına takımmışsınız
Bu dünyayı doğrudan, ötekiyle birlikte olmanın bana kazandırdığı mutluluğun kaynağı olarak görüyorum ben seni seviyorum sözüne dönüşür. Senin benim yaşamım için oluşturduğun kaynak bu dünyada var. Bu kaynağın sularında , sevincimizi , öncelikle seninkini görüyorum.
Sevmek demek her türlü yalnızlığın ötesinde, dünyada yaşamı hareketlendiren her şeyle mücadele etmek demektir.
Aşkın düşmanı bencilliktir, harhangi bir rakip değil.
Aşk inatçı bir serüvendir.
Arthur Schopenhauer:
aşk tutkusunu yaşayan kadınları asla bağışlamayacağını söylüyor, çünkü aslında hiçbir değeri olmayan insan türünün sürüp gitmesini kadinlar o tutkuyla sağlıyorlar.
Rimbaud’nun söylediği gibi, aşkı aynı zamanda yeniden icat etmek demeye gelir. Şeylerin basitçe korunmasıyla savunma yapılamaz. Dunya gerçek anlamda yeniliklerle dolu,aşk da bu yenilenmenin içinde yerini almali. Güvenliğe ve rahatlığa karşı riski ve serüveni yeniden icat etmeli.
Aşktaki topluluk da geçicidir, onu ayakta tutmak ve geliştirmek için, yine bir telefon numarasından fazlası gerekir.
Yeri gelmişken söyleyeyim, benim gibi bir aşkın gerçek konusunun bireylerin tatmin olması değil, çiftin oluşması olduğunu kabul ederseniz, bu anlamda aşk komünisttir. İşte size bir olası aşk tanımı daha: en küçük komünizm!
Diz çökmüş bir aşk benim için aşk değildir, her ne kadar bazen aşkta sevdiğimiz kişiye kendimizi bütünüyle bırakmak istesek de.
Aşkın düşmanı bencilliktir, herhangi bir rakip değil. Şöyle de denebilir: Aşkımın en amansız düşmanı, yenmem gereken düşman, öteki değil benim, farka karşı özdeşliği isteyen, farkın prizmasında süzülmüş ve yeniden oluşturulmuş dünyaya karşı kendi dünyasını dayatmak isteyen ben .
Kıskançlık yapay bir aşk asalağıdır ve aşkın tanımında kesinlikle yeri yoktur. Her aşk ilan edilebilmek, başlayabilmek için, dışarıdan bir rakip mi saptamak durumundadır? Haydi canım siz de!
Aşkta, söz konusu olan iki kişinin farklılığı özümseyip yaratıcı kılmayı başarıp başaramamasıdır.
Aşk düşüncesinin bilmecesi o kurma işlemini gerçeğe dönüştüren süre sorunudur. İşin özünde, en ilginç nokta başlangıçların esrikliği sorunu değildir. Elbette başlangıçlann esrikliği diye bir şey vardır, ama aşk denilen şey her şeyden önce kalıcı bir kurma işlemidir. Şöyle diyelim: Aşk inatçı bir serüvendir. Serüven dolu tarafı gereklidir gerekli olmasına ama inat da gerekir. Karşımıza çıkan ilk engelde, ilk ciddi görüş ayrılığında, ilk sıkıntılarda vazgeçmek aşkın bozulmuş bir halini yansıtır. Gerçek aşk uzamın, dünyanın ve zamanın yarattığı engelleri kalıcı biçimde, kimi zaman acı çekerek alt eden aşktır.
Aşk üstüne bugün de hâlâ çok yaygın olan ve bir şekilde aşkı karşılaşmada harcayan romantik bir anlayış olduğunu düşünüyorum. Demek istediğim şu ki, aşk şu haliyle dünyada karşılaşmada, büyülü bir dışsallık anında yakılıp kül ediliyor, tüketiliyor, harcanıyor. Orada mucize gibi bir şey oluyor, varlık yoğunlaşıyor, özneyle nesnenin birbirine karıştığı bir karşılaşma meydana geliyor. Ama olaylar böyle geliştiğinde, karşımızdaki İki’nin sahnesi değil, Bir’in sahnesi olur. Özneyle nesnenin birbirine kanıştığı aşk anlayışı şudur: İki sevgili karşılaşır ve dünyaya karşı Bir’in kahramanlığı olarak adlandırılabilecek bir şey meydana gelir. Romantik mitolojide bu birleşme noktasının çoğunlukla ölüme yol açtığı fark edilecektir. Aşkla ölüm arasında sıkı ve derin bir ilişki vardır, bu ilişkinin doruk noktası da hiç kuşkusuz Richard Wagner’in Tristan ve Isolde’sindedir, çünkü aşk karşılaşmanın dile sığmaz ve olağanüstü anı uğrunda harcanmış ve sonrasında ilişkinin dışında kalan dünyaya bir daha geri dönülemez olmuştur.
Aşk yalnızca iki birey arasındaki karşılaşma ve kapalı ilişkiler değildir, o bir kurma işlemidir, artık Bir’in değil, İki’nin bakış açısından bir yaşam oluşur. Ben buna“İki’nin sahnesi diyorum. Kişisel olarak, yalnızca başlangıç sorunlarıyla değil, süre ve süreç sorunlarıyla da ilgilendim her zaman.
Aşk beni göklere çıkarmaz , aşağı da çekmez. Varoluşsal bir öneridir o: Salt sağ kalma itkimden ya da iyice anlaşılmış çıkarımdan farklı bir yöne kayan bir bakış açısıyla, bir dünya kurmanın önerisidir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir